Wilbur Smith – Col Tanrisi

Aton, öbek öbek yağ yığını derin göz çukurlarına gömülü küçük gözlerini kırpıp aramızdaki bao tahtasından başını kaldırdı. Bakışlarını lagündeki berrak suda çırılçıplak eğlenen Tamose kraliyet sarayının iki genç prensesine çevirdi. “Artık çocuk değiller,” dedi mevzuyla ilgili en ufak bir şehvet belirtisi göstermeden. Büyük Nil Nehri’nin durgun sularındaki lagünlerinden birinin yanında, palmiye yapraklarından örülü açık bir kameriye altında karşı karşıya oturuyorduk. Kızlardan bahsetmesinin, bao taşlarıyla bir sonraki hamlemden dikkatimi dağıtma çabası olduğunu biliyordum. Aton kaybetmeyi sevmezdi, bu yüzden nasıl kazanacağını pek fazla vicdan meselesi yapmazdı. En kadim ve en candan arkadaşlar listemde Aton hep üst sıralarda olmuştu. O da benim gibi hadımdı ve eskiden köleydi. Kölelik dönemi sırasında ve ergenliğe girmeden uzun süre önce, istisnai aklı ve keskin zihinsel güçleri sayesinde, efendisi onu diğerlerinin arasından seçip almıştı. Bu yeteneklere yoğunlaşmayı ve onları özenle yetiştirmeyi arzuluyordu. Libidosunun dikkatini dağıtarak körelmelerini önledi. Aton, onun için aşın derecede değerli bir maldı, bu yüzden efendisi, hadım ederken Mısır’daki en meşhur tabibi çağırmıştı. Efendisi öleli çok olmuştu, ancak Aton köle statüsünün çok üstüne yükselmişti. Artık Teb’de firavunun kraliyet sarayının mabeyniydi; fakat aynı zamanda uygar düyanın her bir yanına dağılmış muhbir ve gizli ajan ağını yöneten casus üstadıydı. Onunkini geride bırakan sadece tek bir teşkilat vardı ve o da benimkiydi.


Diğer pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da birbirimizle dostça bir rekabet içindeydik; bir darbeyi gerçekleştirmek, biriyle diğerini bertaraf etmek kadar bize muazzam bir haz ve tatmin duygusu yaşatan çok az şey vardı. Arkadaşlığı bana tarifsiz keyif veriyordu. Beni eğlendiriyor, yerinde öğütleri ve basiretiyle sık sık beni şaşırtıyordu. Arada bir yeteneğimi bao tahtasında sınayabiliyordu. Övgü konusunda her zaman fazlasıyla cömertti. Ancak çoğu zaman kendi dehamı yansıtan bir ayna gibi davranıyordu. Arlık ikimiz de iki prenses arasında diğerinden yaklaşık iki yaş daha küçük olan Bekatha’yı süzüyorduk. Gerçi bu gerçeği tahmin etmeniz mümkün değildi, zira yaşına göre uzundu ve göğüsleri büyümeye başlamıştı; ayrıca serin lagün suyunda göğüs uçları fütursuzca dikleşmişti. Esnek ve kıvraklı; gülüşü içtendi. Bununla birlikte hercai bir tabiatı vardı. Asil yüz hatları adeta bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibiydi; burnu ince ve düz, çenesi belirgin ve yuvarlaklı, dudakları kusursuz bir kavis çiziyordu. Gür saçları, güneş ışığında bakır parıltısı gibi ışıldıyordu. Bu babasından miraslı. Kadınlığın kırmızı çiçeğini henüz göstermemiş olsa da vaktinin çok uzak olmadığını biliyordum. Onu seviyordum, ama doğrusunu söylemek gerekirse ablasını biraz daha fazla seviyordum.

Tehuti, iki kızdan daha büyük ve güzel olanıydı. Ona her baktığımda sanki bir kez daha annesini görmüş gibi oluyordum. Kraliçe Lostris, hayatımın tek büyük aşkıydı. Evet, onu bir erkeğin bir kadını sevdiği gibi sevmiştim. Çünkü dostum Aton’un aksine ben, erkekliğe adım atlıktan sonra hadım edilmiştim ve kadın bedeninin hazzını biliyordum. Aslında Kraliçe Lostris’e karşı olan aşkım hiçbir zaman muradına ermemişti, zira o doğmadan hadım edilmiştim; ne var ki asla dindirilmediğinden gittikçe artıyordu. Çocukluğunda ona bakmış, uzun ve neşeli hayatı boyunca yol göstermiş, bildiğim ne varsa hiç esirgemeden nasihat verip rehberlik etmiştim. Sonunda kollarımda can vermişti. Lostris, ruhlar diyarına gitmeden önce asla unutmayacağım bir şey fısıldamıştı: “Ömrüm boyunca sadece iki adam sevdim. Sen Taita, onlardan biri de sendin.” Bunlar, hayatım boyunca duyduğum en hoş sözlerdi. Kraliçenin lahdinin planını bizzat çizdim; inşasına sürekli nezaret ettim ve eskiden güzel olan cansız bedenini lahdin içine kendi ellerimle yatırdım. O an onunla birlikte yeraltı dünyasına gidebilmek için neler vermezdim. Fakat bunun imkansız olduğunu biliyordum, çünkü kalmalı ve kraliçenin evlatlarına bir zamanlar ona baktığım gibi bakmalıydım. İşin doğrusu bu, hiçbir zaman külfetli bir yük olmadı, zira hayatım bu kutsal görevle yücelmişti.

On altısına geldiğinde Tehuti çoktan yetişkin bir kadın olmuştu. Cildi parlak ve lekesizdi. Kolları ve bacakları tıpkı bir dansözün ya da babası için kendi ellerimle oyduğum ve mezarını kapatmadan evvel lahit kapağının üzerine koyduğum o müthiş savaş yayının kanatları gibi incecik ve zarifti. Tehuti’nin kalçaları dolgun, fakat beli şarap sürahisinin boynu gibi inceydi. Göğüsleri yuvarlak ve dikti. Başını örten altuni sık saç lüleleri hale gibi parıldıyordu. Gözleri annesininkiler gibi yeşildi. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi; bana doğru bakıp gülümsediğinde tebessümü kalbimi yakıp geçiyordu. Nazik ve kolay sinirlenmeyen bir mizacı vardı, fakat kızdığı anda korkusuz ve bir o kadar da inatçı oluyordu. Annesini nasıl hala seviyorsam onu da neredeyse o kadar seviyordum. “Kızlar konusunda iyi iş çıkarmışsın Taita.” Aton övgüyü esirgemiyordu. “Biricik Mısır’ımızı belki de nihayet barbarlardan kurtarabilecek servetimiz onlar.” Bunda da, diğer pek çok konuda olduğu gibi, Aton’la tamamen aynı fikirdeydim. İkimizin bu ücra ve münzevi yere gelişinin asıl nedeni buydu; halbuki saraydaki diğer herkes, hatta firavun bile, ikimizin burada buluşma nedeninin bao tahtasındaki sonu gelmez rekabetimizi sürdürmek olduğuna kaniydi.

Bu yorumuna hemen cevap vermedim, fakat gözlerim tahtaya dalmıştı. Ben hala kızları izlemekteyken Aton son hamlesini yaptı. Bu ulvi oyunda, Mısır’daki, daha doğru ifadesiyle “medeni dünyadaki” en yetenekli oyuncuydu. Elbette benim dışımda. Genelde her dört oyunun üçünde onu alt edebiliyordum. Şimdi ilk bakışta bu oyunun da kazandığım o üç oyundan biri olacağını anladım. Son hamlesi iyi düşünülmemişti. Taşlarının dizilimi artık dengesizdi. Oyun sırasında, galibiyeti artık garantilediğine emin olduğunda çoğu kez ihtiyatı elden bırakıp yedi taş kuralını göz ardı ettiği birkaç hatadan biriydi. Sonra tüm saldırısını güney kalesinden yapmaya yoğunlaşıp doğusundan ya da batısından kontrolü ele almama izin vermişti. Bu defa doğudandı. İkinci bir davete lüzum yoktu. Kobra gibi saldırdım. Sürpriz hamlemi değerlendirmeye çalışırken oturduğu taburede ileri geri sallandı ve sonunda hamlenin katıksız dehasını anladığında yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi, sesi boğazında düğümlendi. “Galiba senden nefret ediyorum Taita.

Olur da etmiyorsam, o zaman kesinlikle etmem gerek.” “Şansım yaver gitti, eski dostum.” İçimi kaplayan muzaffer sevinci açık etmemeye çalıştım. “Nasıl olsa bir oyun sadece.” Öfkeyle pufladı. “Şimdiye dek senden duyduğum tüm beyhude lafların içinde Taita, en ahmakça olanı da buydu. Asla sadece bir oyun değildir. Hayatın hakiki gayesidir.” Gerçekten kızmıştı. Masanın altına uzanıp bakır şarap sürahisini çıkardım, bardağını tazeledim. Şarap muhteşemdi, Mısır’dakilerin en iyisiydi. Doğrudan firavunun sarayının altındaki mahzenden almıştım. Aton tekrar puflayıp öfkesini ve aşağılanmasını hazmetmeye çalıştı, fakat tombul parmakları bardağının kulpuna kenetlenircesine yapıştı ve dudaklarına götürdü. İki yudum aldıktan sonra gözlerini keyifle kapattı. Ardından derin bir iç çekti.

“Belki de haklısındır Taita. Yaşamak için başka iyi gayeler vardır.” Bao taşlarını ağzı büzmeli deri torbalarına yerleştirmeye başladı. “Anlat bakalım, kuzeyden ne haberler aldın? İstihbaratının kapsamıyla beni bir kez daha şaşırt.” Sonunda bu buluşmanın asıl gayesine söz gelmişti. Kuzey her zaman tehdit olmuştu. Bir asın aşkın süre önce kudretli Mısır, ihanet ve isyanla bölünmüştü. Kızıl Düzmece, sahte firavun -adını kasten söylemedim, sonsuza dek lanet üzerine olsun bu hain, gerçek firavuna karşı isyan etmiş ve Asyut’un kuzeyine kadar tüm ülkeyi ele geçirmişti. Biricik Mısır’ımız bir asır sürecek olan bir içsavaşın içine düşmüştü. Daha sonra sırası geldiğinde Sina’nın ötesindeki kuzey steplerinden ortaya çıkan barbar ve savaşçı bir kabile, Kızıl Düzmece’nin varislerini alt etmişti. Bu barbarlar, o ana dek bizim varlığından dahi bihaber olduğumuz silahlar sayesinde önlerine çıkanları ezip geçip Mısır’ın tamamını fethettiler: at ve savaş arabalarıyla. Kızıl Düzmece’yi mağlup edip Orta Deniz’ den Asyut’a kadar Mısır’ın kuzey bölümünü ele geçirdikleri gibi bu Hiksoslar gözlerini bize, güneye çevirdiler. Biz sadık Mısırlıların onlara karşı kendimizi savunabileceğimiz silahlarımız yoktu. Kendi topraklarımızdan sürülüp güneye doğru, Asvan’daki Nil çağlayanlarının ötesine ve dünyanın ucundaki ıssız, boş topraklara geri çekilmek zorunda kaldık. Hanımım Kraliçe Lostris ordumuzu yeniden kurarken orada ıstırap içinde süründük.

Bu yenilenme sürecinde benim payım öyle tamamen kıymetsiz değildi. Tabiat olarak övünmeyi seven biri değilim, ancak bu örnekte herhangi bir itiraz çekincesi yaşamadan şunu söyleyebilirim ki hanımım ve şimdi Firavun Tamose olan Veliaht Prens Memnon, benim yol göstermem ve tavsiyelerim olmadan amaçlarını asla gerçekleştiremezdi. Hanımıma yaptığım sayısız başka hizmetin yanında, Hiksosların yekpare tahta tekerlekli arabalarından daha hafif ve daha hızlı, ispit tekerlekli ilk savaş arabasını yaptım. Sonra bunlara koşulacak atları tedarik ettim. Hazır olduğumuzda, artık yetişkin bir erkek olan Firavun Tamose yeni ordumuzun başına geçerek tekrar çağlayanlardan geçirip Mısır’ın kuzeyine doğru sürdü. Hiksos işgalcilerin lideri kendisine Kral Salitis adını vermişti, fakat kral filan değildi. Olsa olsa sadece hırsızların efendisi ya da bir haydut olabilirdi. Buna karşın emrindeki ordu yine de biz Mısırlılarınkinin sayıca iki katı büyüklükte, iyi teçhizatlı ve acımasızdı. Fakat Teb’ de anlan hazırlıksız yakalayıp muazzam bir savaşa tutuştuk. Savaş arabalarını yok edip askerlerini kılıçtan geçirdik. Bozguna uğrayıp arkalarına bile bakmadan kuzeye kaçtılar. Geride en son bin ceset ve paramparça olmuş iki bin savaş arabası bırakmışlardı. Ne var ki cesur askerlerimiz de büyük zayiat vermişlerdi, bu yüzden peşlerinden gidip tamamen yok edemedik. Hiksoslar o zamandan beri Nil deltasında sinsice fırsat kolluyorlardı. Kral Salitis, o eski çapulcu, ölmüştü.

Hak ettiği şekilde savaş meydanında iyi bir Mısır kılıcından aldığı darbeyle ölmemişti. Etrafında o çirkin karıları ve iğrenç çocukları olduğu halde yatağında yaşlılıktan ölmüştü. Çocuklarının en büyüğü Beon’du. Artık kendisine Kral Beon, Yukarı ve Aşağı Mısır Krallıklarının Firavunu adını vermişti. Aslında o, şeytani babasından bile daha kötü yağmacı bir katilden başka bir şey değildi. Casuslarım bana mütemadiyen Beon’un, Teb savaşında büyük bir bozguna uğrattığımız Hiksos ordusunu durmaksızın nasıl yeniden kurmaya çalıştığıyla ilgili bilgi veriyordu. Gelen haberler oldukça can sıkıcıydı, zira aynı savaşta verdiğimiz kayıpları telafi etmek ve hammadde ihtiyacımızı karşılamakta ciddi sorunlar yaşıyorduk. Denizle irtibatı kesilen güney krallığımızın büyük Orta Deniz’le bağlantısı kalmadığından bizde olmayan deri, kereste, bakır, antimon, kalay ve diğer savaş malzemeleri açısından zengin, dünyadaki başka medeni milletlerle ve ülkelerle ticaretten mahrumduk. Aynı zamanda insan gücümüz de yetersizdi. Müttefiklere ihtiyacımız vardı. Öte yandan düşmanlarımız Hiksosların elinde, Nil Nehri’nin Orta Deniz’e döküldüğü deltada mükemmel limanlar vardı. Buralarda ticaret en ufak kesintiye uğramadan devam ediyordu. Aynca casuslarım sayesinde Hiksosların diğer savaşçı milletlerle ittifak kurma yollan aradığını da biliyordum. Aton’la bu ücra noktada buluşmamızın nedeni, bu sorunları tartışmak ve çözüm için kafa yormaktı. Biricik Mısır’ımızın kaderi bıçak sırtındaydı.

Aton’la pek çok ortamda tüm bunları uzun uzadıya müzakere etmiştik, fakat şimdi firavuna sunmak için nihai kararımızı vermeye hazırdık. Kraliyet prenseslerinin başka planlan vardı. Aton’un bao taşlarını topladığını görmüş ve bunu artık tüm dikkatimi onlara verebileceğimin işareti olarak anlamışlardı. Kendimi tamamen iki prensese adamıştım, fakat fazlasıyla talepkardılar. Her yana su sıçratarak lagünden fırlayıp bana ilk ulaşan olmak için birbirleriyle yarışmaya başladılar. Bekatha daha bebek sayılırdı, ama çok hızlı ve azimliydi. İstediğini elde etmek için neredeyse her şeyi yapardı. Adım farkıyla Tehuti’yi geçip lagünden çıkan soğuk ve ıslak haliyle kucağıma atladı. “Seni seviyorum Tata,” diye bağırdı kollarını boynuma dolayıp sırılsıklam kızıl saçlarını yanağıma bastırırken. “Tata, bize hikaye anlatsana.” Bana ulaşmak için girdiği yarışı kaybeden Tehuti, kucağım kadar çekici olmayan ayaklarımın ucundaki yerle yetinmek zorunda kalmıştı. Her yanından sular damlayan çıplak bedeniyle zarifçe eğildi, bacaklarıma sarılıp çenesini dizlerime koydu ve başını kaldırıp yüzüme baktı. “Evet, lütfen Tata. Bize annemizden, ne kadar güzel ve akıllı olduğundan bahset.” “Önce Aton Amca’nızla konuşmam gerek,” dedim.

Bekatha hemen lafa girdi. “Of. Tamam öyleyse. Ama çok sürmesin. Çok sıkıcı.” “Çok sürmez, söz veriyorum.” Tekrar Aton’a döndüm, Hiksos dilinde konuşmaya başladım. İkimiz de ölümcül düşmanımızın dilini akıcı bir şekilde konuşabiliyorduk. İşim, düşmanımı tanımaktı. Kelimelerle, dillerle ikna ederdim. Teb’e dönüşten beri öğrenmek için çok zamanım olmuştu. Aton, Nubiya’ya toplu göçe katılmamıştı. Öyle gözü pek biri değildi. Bu yüzden Mısır’da kalmış ve Hiksos zulmü altında çok acı çekmişti. Ne var ki onlar hakkında her şeyi öğrenmişti, buna dilleri de dahildi.

Prenseslerden hiçbiri konuştuklarımızdan tek kelime anlamıyordu. “Ah, şu anlaşılmaz, korkunç dili konuştuğunda senden nefret ediyorum,” dedi Bekatha suratını asarak. Tehuti de hemfikirdi. “Bizi seviyorsan bizim dilimizde konuşursun Taita.” Bekatha’ya sarılıp Tehuti’nin sevimli başını okşadım. Yine de Aton’la, kızların acıyla hayıflandığı dilde konuşmayı sürdürdüm. “Çocukların gevezeliklerine aldırma. Devam et eski dostum.” Aton gülmeyi bırakıp devam etti. “Pekala, öyleyse aynı fikirdeyiz Taita. Müttefiklere ihtiyacımız var ve onlarla ticaret yapmaya. Aynı zamanda bu şeyi Hiksoslardan mahrum bırakmak zorundayız.” Aklıma gelen müstehzi cevabı söylememek için kendimi zor tutuyordum, çünkü bao tahtasında onu zaten yeterince kızdırmıştım. Bu yüzden ciddi bir tavırla başımı salladım. “Her zamanki gibi can alıcı noktaya geldin ve sorunu gayet kısa ve öz şekilde ifade ettin.

Müttefikler ve ticaret. Çok iyi, ticaret için elimizde ne var Aton?” “Çağlayanların ötesinde sürgündeyken, Nubiya’da keşfettiğimiz madenlerde altınımız var.” Aton, Mısır’dan hiç ayrılmamıştı, fakat bundan bahsettiğini duyunca, büyük göçü yöneten kişi olduğu kuşkusuna kapılırdınız. İçten içe gülsem de yüzümdeki ciddi ifadeyi bozmadan dinlemeyi sürdürdüm. “Bu sarı maden gümüş kadar değerli olmasa da insanlar yine de çok arzuluyor. Firavunun hazinesine yığdığı altın miktarıyla kolaylıkla dostlar ve müttefikler satın alabiliriz.” Hak verircesine başımı salladım, ancak firavunun hazinesinin büyüklüğünün, Aton ve tahta benim kadar yakın olmayan onun gibi çoğu kişi tarafından gözde hayli büyütüldüğünün farkındaydım. Konuyu daha detaylandırmak istedim. “Bununla birlikte Nil Ana’nın her yılki su baskınlarıyla kıyılara yığdığı bereketli, zengin siyah toprakların hasadını göz ardı etme. İnsanlar yemek yemek zorundadır Aton. Giritlilerin, Sümerlerin ve Yunan şehir devletlerinin ekilebilir toprakları çok az. Halklarını besleyecek mısırı her yıl güçbela buluyorlar. Bizde ise mısır bol,” diye hatırlattım. “Muhakkak Taita. Ticaret için elimizde mısır var, ayrıca atımız var; dünyanın en iyi savaş atlarını biz yetiştiriyoruz.

Ve çok daha nadir ve kıymetli başka şeylerimiz de var.” Aton dikkatli bir şekilde duraksadı, göz ucuyla kucağımdaki ve dizimin dibindeki çocuklara baktı. Bu mevzuda başka bir şey söylenilmesine hacet yoktu. Fırat ve Dicle arasındaki diyarda yaşayan Sümerler ve Giritliler bizim en yakın ve kudretli komşularımızdı. Bu her iki halk da genelde esmer ve siyah saçlı olurlardı. Hükümdarları, Ege kavimlerinin ve Mısır hanedanının sarışın, beyaz tenli kadınlarını daha çekici bulurlardı. Buna karşın, soluk benizli, yavan Yunan kadınlan, ışıldayan Nil mücevherlerimizle kıyaslanamazdı bile. İki prensesimin babası, kıpkırmızı kıvırcık saçlı Tanus ve anneleri sarışın Kraliçe Lostris’ti. Çocukları ebeveynlerinin en mükemmel özelliklerini almışlar ve iki kızın güzellikleri dünyanın dört bir yanında dillere destan olmuştu. Çok uzak ülkelerden bir çok elçi, efendilerinin Tamose hanedanıyla evlilik bağı ve askeri ittifak kurmakla ilgilendikleri mesajını Firavun Tamose’ye iletmek için uçsuz bucaksız çölleri, dipsiz denizleri aşıp meşakkatli yolculuklarla Teb sarayına gelmişti. Elçi gönderenlerden ikisi, Sümer Kralı Nemrut ve Giritli Yüce Minos’tu. Firavun, benim ısrarımla bu iki elçiyi de nezaketle huzurunda ağırlamıştı. Sundukları güzel, gümüş ve sedir ağacı hediyeleri kabul etmişti. Sonra kızlarının birine ya da her ikisine birden evlilik tekliflerini sabırla dinlemiş, ancak kibarca iki kızının da evlilik için çok küçük olduklarını ve bu konuyu her ikisi de ergenliğe girdikten sonra konuşmaları gerektiğini izah etmişti. Bu, uzun zaman önceydi ve artık şartlar değişmişti.

Firavun o dönemde, Mısır’ın, olası Sümer ve Girit ittifakını benimle değerlendirmişti. Ona, her ayrıntıyı göz önüne alıp Giritlilerin, Sümerlerden daha makbul bir müttefik olacaklarını belirtmiştim. En başta, Sümerler denizcilikle uğraşan bir millet değildi. Savaş meydanına, savaş arabaları ve süvarilerden oluşan iyi teçhiz edilmiş güçlü bir ordu çıkarabilecek güçte olmalarına rağmen kayda değer bir donanmaları yoktu. Firavuna, güneyde yerleşik Mısır’ımızın Orta Deniz’e bağlantısının olmadığını hatırlattım. Nil Nehri’nin kuzey girişinin kontrolü düşmanımız Hiksosların elindeydi ve biz aslında bir kara ülkesiydik. Sümerlerin de deniz bağlantısı sınırlıydı, ayrıca Giritliler ve hatta batıda Moritanyalılar gibi diğer milletlerinkiyle kıyaslanlığında donanma filoları oldukça cılız kalıyordu. Sümerler, ağır yüklü gemilerle denize açılmaya cesaret etmede her zaman isteksiz olmuşlardı. Hem korsanlardan hem de fırtınalardan endişe ediyorlardı. Ülkelerimiz arasındaki karayolu güzergahı da güçlüklerle doluydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir