Wilbur Smith – Gokleri Susleyen Kartal

Hottentots Holland dağlarında kar vardı ve tepelerden esen rüzgâr, kayıp bir hayvan gibi inliyordu. Uçuş öğretmeni, sırtında bir uçuş ceketi, elleri muflonlu pantolon ceplerinde, küçük bürosunun kapısına dayanmış düşünüyordu” Bir süre sonra, bir şoförün sürdüğü siyah Cadillac’ın hangarlar arasından çıkıp, bulunduğu yere doğru geldiğini görünce, yüzünü buruşturup, kaşlarını çattı. Nedense, Barney Venter zenginlerden pek hoşlanmaz ve onları kıskanırdı. Cadillac yavaşça geldi ve hangar yanındaki ziyaretçi park yerlerinden birine park etti. Araba durur durmaz, arka kapı açılarak bir erkek çocuğu aceleyle yere atlamış ve şoföre bir şeyler söyledikten sonra koşar adım Barney’e doğru gelmişti. Delikanlının o yaşta bir genç için oldukça garip bir yürüyüş tarzı vardı, büyük ayakları birbirine dolanmadan dimdik, büyük insanlar gibi kendini kontrol ederek ilerliyordu. Barney zengin çocuğunun kendisine doğru ilerleyişini görünce, birden kıskançlığının yok olduğunu hissetti. Aslında şımarık zengin çocuklarından nefret ederdi, fakat zamanının çoğunu da hoşlanmasa bile onlarla birlikte geçirmek zorundaydı. Çünkü ancak çok zenginler, çocuklarına uçuş eğitimi aldırabilirlerdi. Buna tahammül etmek zorundaydı, çünkü iki yıl önce kırk beş yaşındayken, havayolu pilotlarının periyodik sağlık muayenelerinde sağlığının kaptan pilotluk için yeterli olmadığını söylemişler ve onu emekli etmişlerdi. Artık, ne bulursa onunla uçacak, gerektiğinde uçuş öğretmenliği yapacak, gerektiğinde de lisansı bile olmayan kaçak firmalar için belirli belirsiz uçuşlar yapmak zorunda kalabilecekti. Bunları düşününce, birden canı sıkıldı ve karşısında duran gencin yüzüne bakıp, «Bay Morgan’sınız, değil mi?» diye homurdandı. Delikanlı, «Evet, efendim, fakat bana David diyebilirsiniz,» diyerek gülümsemiş ve ona elini uzatmıştı. Barney kendisine uzatılan eli sıktı ve aynı anda, keşke bunu yapmasaydım, diye düşündü. Gencin eli, kuru ve narindi, fakat el sıkışında bir enerji vardı ve gücünü açıkça gösteriyordu. Barney alaycı bir ses tonuyla, «Teşekkürler, David,» diye karşılık verdi. «Ama sen yine de bana ‘Efendim’ diye hitap et, olur mu?» Delikanlının on dört yaşında olduğunu biliyordu ve o yaşta bile Barney’nin bir yetmiş boyuna hemen hemen yetişmiş gibiydi. Onun güldüğünü gören Barney, birden genç adamın ne kadar yakışıklı olduğunun farkına vardı. Yüzünün tüm hatları, sanki usta bir heykeltıraş tarafından özenle çizilmiş ve yontulmuştu. Bir insanın saçları nasıl bu kadar kıvırcık ve simsiyah, teni saten gibi pürüzsüz ve bronz rengi olabilirdi? Delikanlının gözlerinde garip bir derinlik ve ateş vardı. Barney bunları düşünürken, genç David’in yüzüne öylesine dalmıştı ki, birden yanlış anlaşılabileceğinden korkup hemen gözlerini yana çevirdi. Birden, «Haydi, gidelim,» diyerek onu, duvarlarında çıplak kadın resimli takvimler, çeşitli uçak resimleri ve elyazısı ile yazılmış notların bulunduğu bürosuna götürdü. Bu notlardan birinde, kredi istenmemesi rica ediliyordu. Çeşitli renklere boyanmış değişik tip uçakların bulunduğu hangardan geçip, geniş kapılardan parlak bir kış güneşinin ısıttığı aprona çıkarlarken David’in yüzüne baktı ve «Uçma konusunda neler biliyorsun, bakalım?» diye sordu. «Hiçbir şey, efendim.» Bu yanıt hoşuna gitmişti, birden rahatladığını hissederek gülümsedi. «Ama öğrenmek istiyorsun, öyle mi?» «Oh, evet efendim, çok istiyorum.» Delikanlının yanıtından, uçmayı gerçekten de çok istediği hemen belli oluyordu. Barney tekrar onun yüzüne baktı; çocuğun gözleri öylesine koyu renkliydi ki, siyah gibi görünüyor, ancak dikkat edildiğinde, güneş ışığında koyu indigo mavisine dönüşüyorlardı. «Pekâlâ, öyleyse hemen başlayalım.» Kullanacakları uçak, beton apron üzerindeki park yerinde onları bekliyordu. Barney, David peşinde olduğu halde, uçağın çevresinde dönüp dış kontrolleri yaparken, «Bu bir Cessna 150 tipi, üstten kanatlı uçak,» diye açıklama yaptı. Ama kontrol yüzeyleri, kanat yüklemesi ve uçuş prensipleri konusunda yeni öğrencisine bir şeyler söylerken, David’in, hiç beklemediği şekilde, pek çok şey bildiğini görüp şaşırmıştı. Delikanlının bazı sorulara verdiği yanıtlar tam anlamı ile doğruydu. Uçuş hocası, «Demek bunları okudun, öyle mi?» diyerek gülümsedi. David de güldü ve «Evet, efendim,» dedi. Dişleri yeterinden fazla beyaz ve düzgündü, gülüşü ise gerçekten çok etkileyiciydi. Barney elinde olmadan bu çocuktan hoşlanmaya başlıyordu. «Pekâlâ, haydi kokpite atla bakalım.» Daracık kokpitte, omuz omuza yan yana oturdular ve sonra Barney ona aletleri ve kontrolleri gösterip anlatarak motor çalıştırmaya geçti. «Ana şalter açık,» diyerek kırmızı küçük kapağı açtı. «Tamam, şimdi şu şalteri çevir, aynen bir arabada olduğu gibi.» David hafifçe eğildi ve söyleneni yaptı. Pervane yavaşça dönmeye başlamış, motor önce homurdanarak ateş almış, sonra da muntazam bir şekilde çalışmaya başlamıştı. Apronda ilerlerken, David ayaklarını dümen pedallarına koyup alışmaya çalıştı. Pist başında durup son kontrolleri yaptılar ve telsizle kalkış izni istediler. «Tamam, şimdi pist sonunda kendine bir nokta seç. Ona doğru gideceğiz, gaz kolunu yavaşça açmaya başla.» Uçak, yavaş yavaş hareketlenmiş ve sonra, hızla pist üzerinde ilerlemeye başlamıştı. «Kalkış hızı tamam, şimdi lövyeyi yavaşça kendine çek.» Tekerlekler yerden kesildi ve hafifçe tırmanışa geçtiler. Barney, «Rahat ol,» dedi. «Kontrolleri asla sıkma, hafif tut. Onu tam bir, şey…» Barney birden sustu. Ona, uçağın bir kadına benzediğini söylemek üzereydi ki, bunun yakışık almayacağını düşündü ve «Uçağa, bir at gibi davranmalısın,» dedi, «Onu çok hafif kullanman gerek.» David bunu duyunca, hemen lövyeyi tutan elini gevşetti ve kontrolleri hafifletti. Barney de kontrollerin gevşediğini hissetmişti. «Tamam, işte böyle olacak, David.» Başını çevirip delikanlıya baktı ve birden umutsuzluğa kapılır gibi oldu. Başlangıçta, bu çocuğun, kendisi gibi doğuştan bir uçucu olacağını sanmıştı, peki yanılmış olabilir miydi? Şu anda çocuğun yüzünde gördüğü ifade korku muydu acaba? Delikanlının dudakları ve burnu bembeyaz olmuştu ve koyu mavi gözlerinde garip gölgeler oynaşıyordu. Onu bu korkudan kurtarmak, kendine getirmek için, «Sol kanadı kaldır,» dedi. Kanat, yavaşça yukarıya kalktı ve fazla kumandaya gerek kalmadan istenen yerde kaldı. «Şimdi düz uçuşa geç.» Bunu söylerken, ellerini kontrollerden çekmiş ve kumandaları delikanlıya bırakmıştı. Uçağın burnu biraz aşağıya, ufuk hattına kadar düştü ve orada kaldı. «Gaz kolunu hafif geriye al.» David’in sağ eli, hiç tereddüt etmeden gaz kolunu kavradı. Barney tekrar ona baktı. David’in yüzündeki ifade hiç değişmemişti, fakat birden, bu ifadenin korku değil, insanı adeta kendinden geçiren bir zevk ifadesi olduğunu anladı. «Bu çocuk doğuştan pilot,» diye mırıldandı. Artık endişeli değildi. Kontrolleri tamamen ona bıraktı. Mükemmel bir fletner ayarı ile düz uçuşu sürdürdüğünü görünce, otuz yıl öncesini düşündü. Kendisi de o zamanlar, David gibi bir uçuş hastasıydı ve ilk uçuşlarını eski bir Tiger Moth’la yapmıştı. Bir süre, dağların yüksek, sarp tepelerini yalayarak, güneşte parıldayan karları izleyerek ve buralardan aşağıya doğru esen vahşi rüzgârları arkalarına alarak uçtular. «Rüzgâr, denize benzer, David. Yüksek yerlerde o da anaforlar yapar, buna dikkat etmelisin.» David onu dinleyip başını salladı, ama gözleri ileriye bakıyordu ve uçuşun her saniyesini zevkle izlediği belliydi. Bir süre sonra kuzeye döndüler ve kıraç, pembe toprakların üzerinde uçtular. Bazı yerlerde buğday tarlaları ve hasat edilmiş altın rengi buğday tepecikleri görülüyordu. Barney, «Şimdi keskin bir dönüş deneyelim, David,» dedi, «Dönüşte lövye ve dümen pedallarını birlikte kullanmalısın.» Uçağın kanadı birden yattı ve keskin dönüşe girdiler. David dönüşte olan uçağın burnunu büyük bir ustalıkla ufuk çizgisinde tutuyor, hiç irtifa kaybetmiyordu. Şimdi önlerinde, uçsuz bucaksız deniz ve kıyılarında kırılan beyaz köpüklü dalgalarla geniş kumsallar uzanıyordu. Atlantik, soğuk yeşil renkteydi ve rüzgârla dalgalanıp duruyordu. Güneye döndüler ve kıyıyı izleyerek, plajlarda, başlarını kaldırıp onlara bakan insanların üzerlerinden uçtular. Daha güneye, uçtukları yönden şekli pek belli olmayan yassı dağlara doğru gittiler. Limanda çok gemi vardı ve kış güneşi, beyaz büyük binaların camlarından aksediyordu. Bir süre sonra, mükemmel bir dönüş daha yaptılar. Barney ellerini kontrollerden çekip kucağına koymuş, ayaklarını da dümen pedallarından indirmişti. Tygerberg üzerinden meydana doğru uçtular. Piste yaklaştıkları zaman Barney, «Tamam, şimdi kontrolleri iniş için ben alıyorum,» dedi ve son yaklaşmayı yapıp uçağın tekerlekleri yere değdikten sonra hangarlara doğru ilerlemeye başladı. Park yerine gelip durduklarında, karışım kontrolünü fakire aldı ve motorun kendi kendine durmasını bekledi. Kokpitte bir süre yan yana, hiç konuşmadan oturdular. Her ikisi de, önemli şeyler olduğunun ve bunu paylaştıklarının farkındaydılar. Nihayet Barney, «Tamam mı?» diye sordu. David başını sallayıp, «Tamam, efendim,» dedi ve her ikisi de emniyet kemerlerini çözüp kokpitten çıktılar ve apronun betonu üzerine atladılar. Hangardan geçip büroya gidene kadar yine hiç konuşmamışlardı. Büronun kapısında durdular. Barney, «Gelecek çarşamba, iyi mi?» diye sordu. «Çok iyi, efendim.» David, bunu söyledikten sonra kendini bekleyen Cadillac’a doğru yürüdü. Ne var ki, henüz birkaç adım atmıştı ki, birden durup döndü ve gülümsedi. Utangaç bir tavırla, «Hayatımda en hoşuma giden şey oldu bu uçuş, efendim,» dedi, «Size çok teşekkür ederim.» Sonra hızla döndü ve Barney’nin şaşkın bakışları altında arabaya doğru yürüdü. Cadillac, motorunu çalıştırıp hareket etti ve bir süre sonra meydandaki son binaların arkasında kayboldu. Barney başını sallayıp güldü ve ofisine girdi. Kendini eski, döner koltuğa attı ve ayaklarını masanın üzerine uzattı. Cebinden yamulmuş bir paket çıkarıp eğilmiş bir sigara çekti ve düzeltip yaktı. «Demek çok hoşuna gitti çocuğun,» diye mırıldandı. Sonra, elinde ki kibriti, arkada duran çöp sepetine fırlattı, ama tutturamadı ve kibrit dışarıya düştü. Mitzi Morgan telefonun sesi ile uyandı ve uyku sersemi, elini uzatıp ahizeyi aldı. «Alo?» «Mitzi, sen misin?» «Merhaba, baba, geliyor musun?» Birden uykusu dağılmıştı. Babası bugün uçakla gelecek ve yazlık evde olan aileye katılacaktı. «Ne yazık ki gelemiyorum, yavrum. Burada yeni bazı işler çıktı, ancak gelecek hafta gelebileceğim herhalde.» «Aman, baba!» Mitzi üzüldüğünü sesiyle belirtmek ister gibiydi. Babası, onun daha fazla konuşmasını engellemek için, «Davey nerede?» diye sordu. «Seni aramasını söyleyeyim mi ona?» «Hayır, beklerim, onunla şimdi konuşmak istiyorum, bebeğim.» Mitzi yataktan atlayıp aynanın önüne koştu ve parmaklarını saçlarına daldırıp kendine biraz çekidüzen verdi. Sarı saçları karmakarışıktı, yüzündeki çiller ise onu çirkinleştiriyor gibi geliyordu kendisine. Kendi kendine, «Bir Pekin köpeğine benziyorsun, kızım,» diye konuştu. «Çilli, şişman, küçük bir Pekin köpeği.» Bunları söyledikten sonra, giyinmekten vazgeçti; David, onu bu kılıkta binlerce kez görmüştü zaten. Üzerine uzun bir gömlek geçirip koridora çıktı, o anda annesinin yalnız yattığı odanın önünden geçti ve evin diğer bölümüne doğru yürüdü. Ev kumsala yakın bir tepenin yamacına inşa edilmişti, cam, çelik ve çam ağacından yapılmış harika bir binaydı ve önünde, deniz ve gökyüzünden oluşan olağanüstü bir manzara vardı. Sabahın ilk ışıkları, bu güzel binayı garip bir biçimde aydınlatıyordu. Misafir salonu, bir önceki akşam verilen partinin izlerini taşıyordu, her yer bira artıkları, dolu kültablaları ve kılıflarından çıkarılıp bir yana atılmış bir sürü plakla doluydu. Partiye, komşu yazlık evlerden yaklaşık yirmi genç gelmiş ve çılgınca eğlenmişlerdi. Mitzi bu dağınıklık ve pisliğin üzerinden zıplayıp hoplayarak geçti ve misafir odalarına çıkan dairesel merdivene yöneldi. David’in kapısına baktı, kilitli olmadığını görünce açtı ve girdi. Delikanlının yatağı hiç bozulmamıştı, ne var ki, gömleği ve pantolonu, bir sandalye üzerinde, dikkatsizce atılmışlar duruyorlardı. Ayakkabıları ise, yine bir köşede, biri ters, olarak durmaktaydı. Genç kız başını sallayıp güldü ve balkona çıktı. Balkon, denizin gece sahile vurduğu çöplere dalan martıların hizasında, plaja bakıyordu. Uzun gömleğinin eteğini kaldırıp beline kadar çekti, sonra, balkon parmaklığına tırmandı ve yandaki odanın balkonuna geçti. Bir an durup düşündü, sonra perdeyi yana çekti ve Marion’un odasına daldı. Marion en iyi arkadaşıydı. Mitzi bu arkadaşlığın, bazı menfaatler karşılığı sürdüğünün farkındaydı, fakat bunu ona belli etmiyordu. Marion onun sayesinde, güzel vücut ve yüzünün de çekiciliğini rahatça kullanabiliyor, sonu gelmeyen armağanlardan, partilerden, bedava tatillerden ve benzeri güzel şeylerden yararlanıyordu. Şu anda Marion, altın sarısı ve yumuşak saçlarının bir kısmı David’in göğsüne dökülmüş halde uyurken ne kadar da güzeldi. Mitzi, dikkatini David’e çevirdi ve birden, kuzeninin bu görüntüsü, içinde bazı şeylerin kıpırdamasına neden oldu. Ona bakarken, göğüslerinde ve karnının altında garip bazı hisler uyanmıştı. David henüz on yedi yaşındaysa da gelişmiş bir erkeğin vücuduna sahipti. Mitzi bir an, yaşamındaki en sevdiği erkeğin kuzeni olduğunu düşünmekten kendini alamadı. David, o kadar uzun boylu, o kadar yakışıklıydı ki, gözleri ile bir genç kızın kalbini kolayca çalabilirdi. Yataktaki genç çift, gecenin sıcağında, üzerlerindeki örtüyü bir tarafa atmışlardı. David’in göğsünde siyah, kıvırcık kıllar çıkmıştı, kolları ve bacakları adaleliydi ve geniş omuzları ile harika bir görünüm oluşturuyordu. Omzuna yavaşça dokunup, «David,» diye fısıldadı, «Uyan, David.»» Delikanlı, birden gözlerini açtı, irkildi ve hemen uyanıp ne durumda olduğunu farketti. «Mitzi? Ne var, ne oluyor?» «Hemen pantolonunu giy bakalım, savaşçı. Babam telefonda.» David, «Aman Tanrım!» diyerek Marion’un başını yastığa bıraktı ve doğrulup oturdu. «Saat kaç?» «Epey geç oldu. Birini ziyarete gittiğin zaman çalar saatini de ayar lamalısın.» David yataktan aşağıya atlarken, Marion terslenir gibi bir şeyler mırıldandı ve örtüyü üzerine çekti. «Telefon nerede?» «Benim odamda, ama istersen senin odandaki paralelden de konuşabilirsin.» Odada, Mitzi, onun yatağının kenarına oturup dinlerken, delikanlı eline ahizeyi aldı ve uzun kordonu arkasında sürükleyerek konuşmaya başladı. Kalın halı üzerinde yürüyüp konuşurken rahat olmadığını belli ediyordu. «Paul Amca, nasılsın?» Mitzi uzun gömleğinin cebini karıştırdı ve bir Gauloise paketi çıkardı. Paketten aldığı sigarayı altın Dunhill çakmağı ile yakarken, David birden durup ona gülümsedi ve sigarayı onun dudaklarından alıp derin bir nefes çekti. Mitzi, onun çıplaklığından doğan rahatsızlığını gizlemek için suratını astı ve kendisi için bir sigara daha çıkardı. Sonra, kendi kendine, onun hakkında neler düşündüğümü bilse herhalde ne yapacağını bilemezdi, diye düşündü. David, konuşmasını bitirince, ahizeyi yerine koydu ve ona döndü. «Baban gelmiyormuş.» «Biliyorum.» «Ama Barney’yi. Lear jetle beni alması için gönderecekmiş. Yeni bir şeyler peşinde.» Mitzi başını sallayıp, «Belli zaten,» dedi ve babasının sesini taklit ederek konuştu. «Artık senin geleceğini konuşma zamanı geldi oğlum. Bundan böyle, sorumluluklarını anlaman ve buna hazırlanman gerekiyor, öyle değil mi?» David bir kahkaha attı ve dolabının çekmecesini açıp koşu şortunu aradı. «Herhalde ona artık her şeyi açıkça söylemem gerekiyor.» «Evet, bunu yapman zorunlu artık.» David şortunu bacaklarına geçirmiş ve kapıya yönelmişti. «Benim için dua et, hayatım.» Mitzi gülümsedi ve «Bunun için benim dualarımdan daha fazlasına ihtiyacın var senin,» dedi. Suların yükselmesi ile plaj dümdüz olmuştu ve sabahın bu erken saatlerinde kum üzerinde hiçbir ayak izi görünmüyordu. David, dümdüz kumlar üzerinde uzun fulelerle koşusuna başladı, ayak izleri arkasında bir zincir gibi uzanıyordu. Güneş yükselmiş ve denizi yumuşak pembe bir renge bürümüştü. Outeniqua dağları ise yanar gibiydi. Fakat David, bunların hiçbirini görmüyor gibi durmadan koşuyordu. O anda, sadece, vasisi olan amcası ile yapacakları konuşmayı düşünüyordu. Liseyi bitirmişti ve yaşamının krizli bir dönemini geçiriyordu, önünde gidilmesi gereken çeşitli yollar vardı. Seçtiği yolun, büyük bir muhalefetle karşılaşacağını biliyor ve kendisine kalan şu birkaç saate buna hazırlanmak istiyordu. Kıyıya vurmuş ölü bir balığın üzerine dalmakta olan martılar, onun kendilerine doğru koştuğunu görünce çığlıklar atarak havalandılar ve bir süre havada uçuştuktan sonra tekrar dalışa geçtiler. Lear jetin geldiğini, daha sesini duymadan önce gördü. Uçak, alçak irtifadan geliyordu ve güneşin ilk ışıkları üzerine vurmuştu. Sonra, birden iyice irtifa kaybetti ve büyük bir süratle, plajın kıyısını izleyerek David’e doğru gelmeye başladı. David birden durdu ve uzun süreli koşusuna rağmen, rahat rahat nefes aldıktan sonra, iki elini başının üzerine kaldırıp onu selamladı. Uçak tam başının üzerinden geçerken, Barney’nin gülen yüzünü ve onu selamlayan elini rahatça görebilmişti. Lear birden yatarak denize döndü, kanatlardan biri neredeyse dalgalara değecekti. Sonra tekrar ona doğru uçtu. David, uçağın tekrar irtifa kaybederek, yerden birkaç metre irtifada kendisine doğru geldiğini görünce birden ne yapacağını şaşırdı. Uçak, korkunç bir süratle üzerine doğru geliyordu. Ve irtifa çok düşüktü. David ayakta, uçağa karşı daha fazla duramayacağını anladı ve kendini birden kumların üzerine yüzükoyun atıverdi. Jet motorun egzozu onu adeta yaladı ve uçak, birden burnunu kaldırıp irtifa aldı ve meydana yöneldi. David, nemli kumların üzerinden kalkıp, göğsüne yapışan kumlan temizlerken, Barney’nin, bu alçak uçuş oyunundan zevklenip gülüşünü düşündü ve «Orospu çocuğu!» diye söylendi. Lear jet uçağının ikinci pilot koltuğunda oturan Barney, kaman pilot yerinde oturmuş, uçağı mükemmel yöneten David’e baktı ve kendi kendine, onu iyi bir pilot yaptım, diye düşündü. Barney, Morgan firması için çalışmaya başladığından bu yana oldukça kilo almış ve göbeklenmişti. Şişmiş yanakları ve aşağıya sarkmış büyük ağzı ile yüzü adeta bir kurbağaya benzemiş, saçları da oldukça dökülmüştü. David’e bakarken, onu ne kadar sevdiğini düşündü. Morgan grubunun şef pilotu olarak üç yıldır çalışıyordu ve bunu da kime borçlu olduğunu iyi biliyordu. Artık, prestiji ve güvencesi olan bir adamdı. Lüks uçaklarda pek çok zengin işadamını uçurmuştu ve emekliliği gelince de oldukça iyi para alacağını biliyordu. Alçak irtifalarda yapılan uzun süreli uçuşlarda dikkatin hiçbir zaman, bir saniye bile dağılmaması gerekiyordu ve David’in de böyle bir şey yapmazdı. O usta bir pilottu ve kumandalardan başka bir şey düşünmüyordu. Altlarında, Afrika’nın uzun, altın renkli plajları, kıyı kayalıkları ve yazlık villaları ile balıkçı köyleri uzanıyordu. Lear kıyının girinti çıkıntılarını izleyerek uçmaktaydı. Çünkü bu tür bir alçak uçuşun zevkini iyice çıkarabilmek için direkt uçuş rotasına boş vermişlerdi. Önlerinde yine uçsuz bucaksız bir plaj uzanıyordu, ama biraz daha alçalınca, burasının pek de boş olmadığını gördüler. Plajda iki genç kadın denizden yeni çıkmışlar, korku içinde, bikini ve havlularını bıraktıkları noktaya doğru koşmaya başlamışlardı. Kalçaları, tenlerinin diğer bölümleriyle tezat oluştururcasına bembeyazdı ve bir yandan koşarken, bir yandan da gülüyorlardı. Onların üzerinden korkunç bir sürat ve gürültü ile geçip tekrar güneye dönerken Barney, «Demek senden kaçan kızlar da varmış ha, David?» diyerek güldü. Cape Agulhas’ta denizden içeriye dönüp dağları aşmak üzere yükseldiler. Bir süre sonra, David gaz kollarını hafifçe geriye çekti ve uçak, dağların diğer yamacından, kente doğru irtifa kaybedip alçalmaya başladı. Hangara doğru yan yana yürürlerken, Barney şimdi kendisinden on beş santim daha uzun olan David’e baktı ve «Seni korkutmasına sakın izin verme, aslanım,» dedi. «Sen kararını verdin bir kere, ondan sakın vazgeçmeye kalkma.» David yeşil renkli, İngiliz M.G. yarış arabasına atladı ve bir süre gittikten sonra, De Waal Drive’ı aşıp, dağların yamacında, güç ve zenginliğin simgesi olan diğer büyük binaların arasında duran Morgan binasına baktı. Bina, uzaktan mükemmel ve olağanüstü güzellikte görünüyordu, fakat David, bir uçağın kanatları gibi mükemmel çalışan bu binanın, aslında bir hapishane ve kale olduğunu biliyordu. Bir süre otoyolda gittikten sonra, bir sapakta yoldan çıkıp Morgan firmasına giden yola saptı ve birkaç dakika sonra da, binanın altında bulunan özel garaja girdi. Üst katta bulunan yöneticiler bölümüne girdiğinde, güzellikleri ile olduğu kadar, daktilo ve bilgisayar yetenekleri de dikkate alınarak seçilmiş olan sekreterler, sıra sıra masalarında oturmuş çalışıyorlardı. Onların aralarından geçerek hepsini tek tek selamlarken, sekreterlerin yüzlerinde de mutlu tebessümler oluşmaktaydı. Morgan binasında herkes ona gerektiği gibi davranıyordu doğrusu, ne de olsa, imparatorluğun varisiydi David. Kendi bürosunda oturmakta olan yönetim sekreteri Martha Goodrich, başını yazı makinesinden kaldırıp ona baktı; diğerleri gibi gülümsemiyordu ve yüzünde ciddi bir ifade vardı. «Günaydın, Bay David, amcanız sizi bekliyor, ama şöyle ciddi bir iş kıyafeti giyebilirdiniz.» «Çok iyi görünüyorsun, Martha. Bayağı kilo verdin ve saçını da bu şekilde çok seviyorum.» Bu sözler, yine her zamanki etkisini göstermiş ve kadının yüz ifadesi yumuşayıvermişti. Ne var ki, kadın yine de, «Bana iltifat etmekle bir şey kazanamazsınız,» dedi. «Ben, size hayran olan o kadınlardan biri değilim.» Paul Morgan kente kuşbakışı bakan büyük pencerenin önünde duruyordu, fakat onun geldiğini duyunca hemen döndü ve gülümsedi. «Merhaba, Paul Amca, özür dilerim, üzerimi değişemedim. Seni bekletmemek için hemen geldim.» «İyi yaptın, David.» Paul Morgan gözlerini onun önü göbeğine kadar açık çiçekli gömleği, metal tokalı geniş kemeri, beyaz pantolonu ve açık sandalları üzerinde gezdirdi. Tüm bunlar, delikanlının üzerinde çok güzel görünüyordu, bunu kabul etmesi gerekiyordu. Bu çocuk ne giyse kendine yakıştırıyordu doğrusu. «Seni gördüğüme sevindim,» diyen Paul elini, koyu renkli, iyi bir terzi elinden çıktığı belli olan takım giysisinin yakasında gezdirdi. «Gel, otur şöyle bakalım. Şuraya, şöminenin yanına oturabilirsin.» David’in ayakta durmasıyla boyunun daha da kısaldığı hissine kapılıyordu. Paul kısa boylu, geniş omuzlu ve tıknazdı, kalın bir boynu ve kareye yakın geniş bir yüzü vardı. Basık burnu ve kızınınkine benzeyen sert saçları ile hiç de yakışıklı sayılmazdı. Tüm Morgan’lar bu tipte insanlardı ve David onlara hiç benzememişti. Bu yakışıklılığını hiç kuşkusuz anne tarafından almış olacaktı. Bu simsiyah saçlar, parıltılı gözler ve huylar oradan gelmişti. «Evet, David, her şeyden önce seni, okul durumun ve imtihanlarını verdiğin için kutlamak isterim,» diyen Paul, içinden de, aynı zamanda da rahatladım, diye ilave etti. David Morgan’ın okul yılları hiç de kolay geçmemişti. Çok zeki ve çalışkan olmasına karşın, çeşitli serserilikler yapmış ve ancak Morgan ismi ve parası sayesinde kurtulabilmişti. Örneğin, spor hocasının genç kansı ile olan macerası her şeyi berbat etmişti. Paul bu işin içyüzünü hiçbir zaman öğrenememiş, ama yeğenini, ancak okul kilisesine yeni bir org alıp, genç hocayı da yabancı bir ülkenin bir üniversitesine burslu olarak göndermekle kurtarabilmişti. Bu olaydan kısa bir süre sonra, David matematik dalında Wessels ödülünü kazanmış ve kendisini affettirmişti. Gelgelelim daha sonra, kaldığı evin sahibine ait olan bir spor arabayı, sahibinin haberi olmadan almış ve 120 km süratle bir duvara çarpmıştı. David, bu kazadan sadece birkaç sıyrıkla kurtuldu. Paul Morgan, araba sahibinin davacı olmaması için oldukça uğraştı. Adama parçalanmış arabasından çok daha pahalı bir araba aldı ve şirket, yıkılan duvarı tamir ettirdi. David’in hırçın bir genç olduğunu biliyordu, fakat onu yola getireceğinden de emindi Paul. Bu genç, kendisinden sonra yönetimi almak için gereken her şeye sahipti. David, her zaman sinirlerine ve kendine güvenirdi, maceracı bir ruha, parlak bir zekâya sahipti. Tabii hepsinden önemlisi, cesur ve atılgandı ve rakiplerinden hiç korkmazdı. David, amcasının tebriğini asık bir suratla kabul edip, «Teşekkür ederim, Paul Amca,» dedi. Bir süre ikisi de konuşmadılar, birbirlerini kontrol eder gibiydiler. Birbirlerinin yanında hiçbir zaman rahat olmamışlardı zaten; pek çok konuda birbirlerinden çok farklı, yine pek çok konuda da birbirlerinin benzeriydiler. Fakat her zaman bir çıkar çatışması sözkonusuydu onlar için. Paul Morgan birkaç adım atıp büyük pencerenin önüne geldi ve ona döndü. Böylece, gün ışığı, şimdi onu arkasından aydınlatıyordu. Bu onun, karşısındakini dezavantajlı duruma sokmak için yaptığı eski bir oyundu. «Senden zaten daha azını bekleyemezdik,» diyen Paul güldü. David de ona gülümseyerek baktı; amcasının neler düşündüğünü merak ediyordu doğrusu. «Artık geleceğini düşünme zamanı geldi.» David sessizdi. Paul Morgan, «Önünde pek çok seçenek var,» diye konuşmaya başladı. «Ama ben, bir Amerikan üniversitesinde iş yönetimi ve hukuk eğitimi yapmanı isterim. Senin de bunu isteyeceğini düşündüğüm için, nüfuzumu kullandım ve seni, benim eski okuluma yazdırıp…» David hafif bir sesle, «Paul Amca, ben uçmak istiyorum,» diye onun sözünü kesince, Paul Morgan birden sustu. Yüzündeki ifadede çok az bir değişiklik olmuştu. «Biz burada bir kariyer tartışması yapıyoruz, oğlum. Boş zamanlarında, eğlenmek için ne istersen yapabilirsin tabii.» «Hayır, efendim, ben yaşamımı uçarak sürdürmek istiyorum.» «Senin yaşamın burada, Morgan grubunda, David. Bu konuda istediğini yapamazsın, seçme hakkın yok.» «Seninle aynı fikirde değilim, amca.» Paul Morgan pencerenin önünden ayrıldı ve şöminenin yanına geldi. Şömine rafındaki kutudan bir puro aldı ve onu yakmak için hazırlarken, David’in yüzüne bakmadan, yumuşak bir sesle konuştu. «Baban romantik bir erkekti, David. Çöllerde tank kullanıp istediğini yaptı. Sen de bu romantizmi ondan almış olmalısın.» Birkaç adım atıp David’in yanına geldi. «Teklifin nedir, söyle bana?» «Ben, Hava Kuvvetlerine katıldım, efendim.» «Nee? Katıldın mı? Yani anlaşma mı imzaladın?» «Evet, amca.» «Süresi ne?» «Beş yıl. Kısa hizmet kontratı.» Paul Morgan, «Beş yıl, ha?» diye fısıldadı, «Şey, David, ne diyeceğimi bilemiyorum. Morgan ailesinin son erkeği olduğunu biliyorsun, değil mi? Benim oğlum yok ve bu koca firmayı bir yabancının ellerine bırakmak da istemiyorum. Baban olsaydı ne derdi acaba?» «Babamı karıştırma, Paul Amca.»

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir