Wilbur Smith – Guneskusu

Işın demeti, karanlık projeksiyon odasında, sessizce perdeye yansıdığı an, sanki patlayıverdi ve ben, onu tanımadım, evet, çıkartamadım! Görüntü karmaşıktı, buğuluydu ve ilk bakışta benim için hiçbir anlam taşımıyordu, çünkü ben, küçük bir şey göreceğimi sanmıştım; ne bileyim, belki bir kafatası, bir çömlek, ya da ufak, altın bir süs eşyası, işte onun gibi bir şey… Herhalde şu perdeye yansıyan kurşunili, beyazlı, siyahlı gerçeküstü bir tabloyu andıran çizgileri hiç mi hiç beklemiyordum…” Louren’in heyecandan kısılmış sesi, bana beklediğim ipucunu vermekte gecikmedi: «Eylülün dördünde, saat altıyı kırk yedi geçe, otuz altı binde, 35 milimetrelik bir Layka makineyle çekilmiş.» Demek, bir hafta önce… Uçaktan çekilmiş bir fotoğraftı bu. Neden sonra gözlerim de, beynim de fotoğrafla uyum sağlayabildi ve yüreğim heyecanla çarpmaya başladı, bu arada Louren anlatıyordu: «Coğrafi durumu saptamak için, benim madenlerin uçaktan fotoğrafını çektiriyorum. Bu da bölgenin yüz binlerce fotoğrafından sadece bir tanesi ve herhalde çeken, neyi çektiğinin farkında bile olmamıştır. Ama inceleyenlerin dikkatini çekmiş, bana verdiler. Bak, görüyorsun, değil mi? Ben? Sağda, üstte…» Cevap vermek üzere ağzımı açtığım zaman, sesim boğazıma tıkandı, kaldı, hafifçe öksürür gibi yaptım. Tir tir titrediğimi fark edince de çok şaşırdım. Louren konuşuyordu: «Klasik bir örnek! Akropolü, çifte duvarı ve fallus biçimli kuleleriyle.» Gerçi biraz abartıyordu, çizgiler belli belirsizdi, iyi seçilmiyordu, hatta yer yer tamamen siliniyordu, ama genel görünüşüyle, söylediklerine yine de uyuyordu. «Kuzey, kuzey neresi?» diye sordum. «Resmin üst kesimi, doğruymuş, Ben. Kuzeye bakıyor işte. Acaba kuleler de güneşe yönelik olabilir mi?» Bir şey demedim. Kafam durmadan çalışıyordu şimdi, ömrümde hiçbir şey bu denli kolay olmamıştı, o halde bu işin içinde bir iş vardı, bir çapanoğlu çıkacaktı. «Toprak katmanlarıdır bunlar.


Belki de granit ile kireçtaşı karışımı olabilir. Böyle, birtakım şekiller meydana getirmiştir,» diyebildim. Louren bağırarak sözümü kesti: «Yok, canım!» Sonra yerinden fırladı, masanın üzerinden kaptığı bir kâğıt keseciğinin ucunu, perdeye yaklaştırıp ana duvarlar olarak tanımladığı çizgilerin üzerinde yürüttü: «Söylesene bana, hiç böylesine düzenli jeolojik çizgiler gördün mü sen?» Ama ben kabullenmek istemiyordum bir türlü, boş umutlara kapılıp da sonra yine düş kırıklığına düşmeyi hiç istemiyordum. «Neden olmasın?» Dayanamadı güldü: «Biliyordum zaten, kolay kolay teslim olmayacağını, direteceğini biliyordum. Hiç kuşkusuz Afrika’nın en karamsar kişisi sensin!» «Ama herhangi bir şey olabilir bu, Lo. Bir ışık oyunu, ne bileyim, bir gölge oyunu, her şey olabilir. Kul yapısı olduğunu kabullensek bile, yine de herhangi bir bahçe veya tarla olabilir…» «Ne? En yakın su kaynağından yüzlerce mil ötede bir bahçe, bir tarla, öyle mi? Bırak bunları Ben. Sen de benim kadar biliyorsun ki bu…» Birden fırlayıp koluna yapıştım: «Söyleme… Ne olursun, söyleme… Uğursuzluk getirirsin.» Heyecanlandığım zaman hep böyle kekelerim, ama artık aldırış etmez oldum. Louren güldü, ama böyle hızla fırlayıp koluna yapışmam da onu ürkütmüştü, her zaman ürkütürdü zaten. Usulca elimi kolundan çektim: «Bağışla, canını mı yaktım yoksa?» «Hayır,» dedi, ama kolunu ovuşturuyordu. Gitti, göstericinin ışığını söndürdü, sonra tavandaki lambayı yaktı. Gözlerimiz kamaşmıştı. Gülümsedi: «Seni küçük Yahudi seni! Beni aldatmazsın, heyecandan yerinde duramıyorsun, görüyorum işte…» «Nerede buldun onu, Lou? Nerede?» «Önce kabul et bakalım… Diz çök de yalvar, ömründe bir tek kez…» «Pekâlâ, ilk bakışta gerçekten de ilgi çekici görünüyor…» O altın saçlı kafasını geriye attı, bir kahkaha koyverdi: «Hah şöyle, yola gel bakalım. Hadi, bir daha…» «Yani, galiba, onu bulmuşsun…» Onu yıllardır böyle görmemiştim.

O ciddi işadamı maskesini sıyırıp atmış, Sturvesant imparatorluğunun tüm kaygılarından sıyrılmış gibiydi. Yalvardım: «Ne olur, söyle hadi. Nerede buldun onu?» Birden ciddileşti. «Gel,» dedi. Duvara dayalı uzun bir masanın başına gittik. Yeşil çuha üzerine bir harita yayılmış, dört köşesinden iğnelenmişti. Yüksek bir masaydı, hemen bir iskemleye tırmandım, masanın üzerine eğildim, şimdi yanı başımda ayakta duran Louren ile hemen hemen aynı hizadaydık. «Bak işte, Güney Afrika, 5 numaralı harita. Botswana ve Batı Rodezya.» Haritayı dikkatle inceliyor, bir işaret, ne bileyim, kurşunkalemle çizilmiş bir çarpı işareti veya bir daire arıyordum. «Nerede? Hani, nerede, göster?.» «Biliyorsun, burada, yirmi beş bin hektarlık bir bölgede maden arama imtiyazına sahibim…» «Aman Lo, bırak bunları. Bana hisse senedi satacak değilsin nasıl olsa… Nerede, sen onu söyle?» «Şuraya, jet uçağının inebileceği bir yer hazırladık. Henüz tamamlanmadı.» «Ama altın madenlerinden bu kadar güneyde olamaz ki!.

» «Değil. İyi bak bakalım…» Anlaşılan bana eziyet etmekten mutluluk duyuyordu. Parmağını harita üzerinde gezdirdi, derken birden durdu, yüreğim de birlikte, duracak gibi olmuştu. Enlem tam uyuyordu, yıllar boyu binbir zahmetle toplayabildiğim ipuçlarının tümü de bu bölgeyi gösteriyordu zaten. «İşte burada,» dedi. «Maun’un iki yüz on iki mil güneydoğusunda, Wanki doğal parkının elli altı mil güneybatısında, alçak tepelerin girintisine sokulmuş, kayaların, çalıların arasında yitip gitmiş.» «Ne zaman yola çıkabiliriz?» diye sordum. «Vay canına be! Demek gerçekten inanıyorsun ha!» «Başka biri bizden önce davranabilir.» «Bin yıldır orada durup duruyor, bir hafta daha…» «Ne? Bir hafta daha mı? Olamaz…» «Benim, daha önce buradan ayrılmam olanaksız. Cuma günü Anglo – Sturvesant Şirketinin yıllık Genel Kurulu var, Cumartesi ise Zürih’de bulunmam gerekiyor, ama salt senin hatırın için kısa kesmeye çalışacağım…» «Kısa kesme, iptal et. O parlak, genç yardımcılarından birini gönderiver, bitsin gitsin.» «İyi ama evlât, biri sana yirmi beş milyon borç verdiği zaman gidip çeki kendi elinle alman nezaket gereğidir, birini göndermek olur mu hiç?» «Ama Lo, bu sadece para işi değil ki… Çok önemli bu…» Bir an Louren, o soluk mazi gözleriyle, içimi okumak istermişçesine beni süzdü, sonra başını salladı: «Demek senin için yirmi beş milyon sadece para işi oluyor, öyle mi? Ama galiba haklısın. Yine de üzgünüm Ben. Ancak Salı günü. Evet, güneş doğar doğmaz uçarız, sana söz veriyorum.

Önce havadan inceler, sonra Maun’a ineriz. Peter Larkin’i tanıyorsun, değil mi?» «Evet, çok iyi tanırım.» Peter, Maun’da safari düzenlerdi. Onunla iki kez Kalahari’ye gitmiştik. «İyi. Onunla anlaştım. Bizimle gelecek. Fazla yüklenmeyeceğiz, hızlı gitmek için. Bir cip, iki de üçer tonluk kamyonet, o kadar. Ancak beş gün kalabilirim ki bu da çok kısa bir süre. Ama helikopter kiralarım, gelir beni alır, siz de keyfinizce araştırır, kazarsınız.» Louren bir yandan konuşurken, koluma girip beni projeksiyon odasından dışarıya, koridora çıkarmıştı. Yüksek pencerelerden içeriye dolan güneş galeriyi süsleyen tabloları, heykelleri aydınlatıyordu. Burada Güney Afrika’nın en önde gelen sanatçıların yaşayan ve ölmüş, uluslararası çapta öteki sanatçılarla pek güzel bir kaynaşma içindeydi. Louren Sturvesant da, ataları da, paralarını akıllıca harcamışlardı.

Şu anda, şu heyecanımın arasında bile, gözlerim bir Renoir tablosundaki çıplak kadının teninin sıcak rengine takılmadan edemiyordu. Louren ayak seslerini boğan değerli Doğu halılarının üzerinde geniş adımlarla ilerliyor, ben de adımlarımı ona uydurmaya çabalıyordum. Benim bacaklarım da onunkiler kadar uzun, onunkiler kadar güçlüdür. «Eğer ikimizin de umduğu şeyi bulursan, sana izin, dilediğin gibi genişlet çalışmaları. Sürekli bir kamp yerleştir, hava köprüsü kur, dilediğin yardımcıları seç al, istediğin donanımı getirt.» Usulca: «Tanrım, ne olursun, umduğum gibi çıksın,» demişim. Merdiven başına gelince durduk, gizli bir iş kotarıyormuşuz gibi birbirimize baktık, sırıttım. Sordum: «Bunun neye patlayabileceğini biliyorsun, değil mi? Belki de beş, altı yıl kazmak zorunda kalırız!» «Umarım…» «Birkaç yüz bin harcayabilirim.» «Sadece para işi, ne olacak? Bir dostum böyle demişti.» Yine bir kahkaha koyverdi. Merdivenleri paldır küldür, itişe kakışa indik. «Pazartesi akşamı saat yedi buçukta dönerim. Beni havaalanında karşıla. Zürih’ten Alitalia uçağıyla geleceğim. Bu arada sen de kendi hazırlıklarını yaparsın.

» «O fotoğrafın bir kopyasını isterim.» «Enstitüye bir tane gönderdim, büyütülmüşünü. Önünde bir hafta var, dilediğince, bol bol incele dur artık. Vay canına be! Geç kaldım.»” Tam Hilary Sturvesant içeri girerken kapıya yöneldi. Kadın kısacık, beyaz bir tenis elbisesi giymişti ve bacakları upuzun, insanın yüreğini burkacak güzellikteydi. «Gidiyor musun, sevgilim?» «Bağışla Hill. Yemeğe kalamayacağımı sana söylemeyi unutmuşum, ama Ben’i alıkoyacak biri gerek.» «Ona gösterdin mi?» Döndü, bana doğru yürüdü, eğilip çok doğal bir şey yapıyormuşçasına ve hiç tiksinmeden dudaklarımdan öptü, geri çekilip gülümseyerek ta gözlerimin içine baktı, dimdik. Bunu ne zaman yapsa, ona yüz yıl köle olacağımı düşünürüm. «Ne diyorsun ha, Ben? Olabilir mi?» Ama ben daha ağzımı açmaya zaman bulamadan Louren geldi, kolunu onun beline doladı, birlikte bana gülümsediler. «Aklı başından gitti. Ağzı köpürüyor, yerinde duramıyor. Hemen şimdi, şu dakikada çöle atılmaya, yollara düşmeye kalkışıyor.» Sonra Hilary’ye sarılarak uzun uzun öptü.

Bir süre sanki benim varlığımı unutmuş gibi, öyle kucaklaştılar. Bu ikisi benim için kadın ve erkek güzelliğinin doruğudur. İkisi de uzun boylu, sağlam yapılı, yakışıklıdır. Hilary kocasından on iki yaş gençtir, onun dördüncü eşi ve yedi çocuğundan sadece en küçüğünün anasıdır. Otuzuna merdiven dayamış olmakla birlikte, yaşından olgun ve alımlı durur. «Ben’i öğle yemeğine alıkoyuver sevgilim, karnını doyur. Ben geç döneceğim.» Louren karısının kollarından güçlükle sıyrılabildi. Hilary: «Seni özleyeceğim,» dedi. «Ben de seni canım. Pazartesiye görüşürüz Ben. Özellikle ihtiyaç duyacağımız bir şey aklına gelecek olursa Larkin’e tel çekersin. Hadi hoşça kal, ortak.» Ve çıktı gitti. Hilary beni elimden tutarak dışarıya, taş döşeli, geniş avluya çıkardı.

Beş hektar genişliğinde çim alan ve göz alıcı çiçek tarhları, ta aşağıya, dereye ve yapay göle kadar iniyordu. Tenis( kortlarının ikisinde de oynayanlar vardı ve küçücük, yarı çıplak bir kalabalık, yüzme havuzunda bata çıka oynaşıyordu. Üniformalı iki uşak, uzun bahçe masasına soğuk bir büfe hazırlamaktaydılar ve tenis kılığında yarım düzine kadar genç kadının barın önündeki şezlonglara uzanmış olduğunu görünce yüreğim sıkıntıyla burkuldu. Yüzleri yorgunluktan kızarmış, tertemiz elbiseleri terden buruşmuş, upuzun bardaklardaki buzlu meyve sularını yudumluyorlardı. Hilary: «Gel,» diyerek beni onlara doğru sürükledi. İyice kasıldım, boyumu birazcık olsun uzun göstermeye çabalayarak bayanlara yaklaştım. «Kızlar, işte size bir kavalye. Size Doktor Benjamin Kazin’i tanıştırayım. Kendisi Afrika Antropoloji ve Tarihöncesi Enstitüsünün Müdürüdür.» Sonra bayanları teker teker bana tanıştırdı, ben de her birini ayrı ayrı selamladım. Göz alıcı özelliklerimi, yani gözlerimle sesimi elimden geldiğince iyi kullanmaya çabalıyordum. Bu, onlar için de, benim için de çok güç bir tanışma töreniydi aslında. Öyle ya, ev sahibeniz, öğle yemeğinden önce içkinizi yudumlarken birdenbire karşınıza bir kamburla çıkıverirse, şaşırmaz da ne yaparsınız? Neyse ki çocuklar imdadıma koştular. Bobby beni görür görmez avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: «Ben Amca! Ben Amca!» Sonra buz gibi, ıslak kollarını boynuma dolarken sırılsıklam mayosunu yeni elbiseme yapıştırdı, beni sürükledi,- kardeşlerinin, arkadaşlarının oluşturduğu sürüye soktu. Çocuklar arasında daima daha rahat ederim, ya farkına varmamış görünürler, ya da uluorta soruverirler: «Niçin böyle iki büklüm yürüyorsunuz?» Ama bu kez benden bekleneni veremedim onlara, aklım başka yerdeydi; çok geçmeden çekip gittiler, yalnız Bobby kaldı, çünkü o, her zaman bana sadıktır.

Sonra Hilary üvey kızının yerini aldı ve genç anneler topluluğuna geri dönmek zorunda kaldım, bu kez onlar üzerinde daha iyi bir etki bıraktığımı sanıyorum. İlk sıkılganlığımı atlattıktan sonra, güzel kadınlara hiç dayanamam. Enstitüye gitmek üzere oradan ayrıldığımda saat üçü bulmuştu. Biraz da çakırkeyiftim, çünkü Bobby Sturvesant viskiyi de bardağa Coca Cola doldurur gibi dolduruyordu.” Zarfı masamın üzerinde buldum, üzerinde «Özel ve çok Gizlidir» yazıyordu, köşesine de iğneyle bir not tutturulmuştu. «Öğleyin geldi. İlginç görünüyor. Sal.» Zarfı inceledim, neyse, açılmamıştı. Demek ki Sally kendini tutmayı başarmıştı, çünkü hastalık derecesinde meraklıdır ve buna, ‘Bilimsel araştırma merakı,’ der. Hiç kuşkum yok, beş dakikaya kadar damlayacaktı. Onun için hemen çekmecemdeki naneli çikletlerden bir tane ağzıma attım, viski kokusunu duymasın diye. Sonra zarfı açıp pırıl pırıl, büyütülmüş fotoğrafı çıkardım, masa lambasını yaktım. Büyütecimi elime aldım. Sonra odamın duvarlarına bir göz gezdirdim.

Raflar, ta yerden tavana kadar değil de benim omuz hizama kadar kitap doludur. Bunlar hep, mesleğimle ilgili kitaplardır, kahverengi ve yeşil deri kaplı, altın yaldızlı kitaplar. Odam büyüktür, onun için binlerce kitap vardır burada. Kitapların üzerindeki raflarda ise; sıra sıra, insandan önceki yaratıkların alçıdan büstleri dizilmiştir. Yalnızca baş ve omuzları. Neandertal insanının çeşitli evreleri, sonra Kromanyon, homo sapiens sapiens tüm görkemi ve rezilliğiyle yer alır. Masamın sağındaki raflarda ise, Afrika’da rastlanan tipik etnik örneklerin büstleri dizilmiştir: Hamitler, Araplar, Pigmeler, Negrovidler, Boskoplar, Buşimanlar, Grikalar, Hotantolar ve tüm ötekiler. Onlara dedim ki: «Baylar, sanıyorum çok ilgi çekici bir iz üzerindeyiz.» Heyecanlı veya sarhoş olduğum zaman onlarla böyle yüksek sesle konuşurum ben. Bu kez her ikisinden de biraz vardı üzerimde. O anda Sally’nin sesiyle yerimden sıçradım: «Kiminle konuşuyorsun böyle?» Oysaki pekâlâ biliyordu. Ellerini beyaz önlüğünün ceplerine daldırmış, sırtını kapıya vermiş, öyle duruyordu. Simsiyah saçlarını geriye doğru iyice gerip bir kurdeleyle bağlamış, fırlak alnı, iri, yeşil gözlen, çıkık elmacık kemikleriyle şaşırtıcı bir güzellikteydi. Sımsıkı blucininin içinden, kaslı bacakları belli olan, upuzun boylu bir kız işte. Ne diye hep uzun boylu kızlardan hoşlanırım sanki? Usulca masama yaklaşırken sordu: «Yemek iyi geçti mi bari?» İnadıma, fotoğrafın üzerine zarfı kapatırken karşılık verdim: «Nefisti doğrusu.

Sövüş hindi, Istakoz salatası, tütsülenmiş alabalık, mantarlı ördek kızartması.» ‘ «Seni hain seni!» diye mırıldandı. Midesine çok düşkündür. Fotoğrafı örttüğüm de gözünden kaçmamıştı. Benimle böyle konuşmana izin vermem, ama ona engel olmak da elimden gelmez. Beş adım ötemde durdu, havayı kokladı: «Amanın, nane kokulu malt viskisi içmişsin ha? Ağzım sulandı!» Kızardım, elimde değil bu da, tıpkı kekelemem gibi. Sally ise bir kahkaha attı, geldi, masamın köşesine tünedi. Artık zarfı açık seçik süzüyordu: «Hadi Ben, nazlanma. Geldiğinden beri merakımdan çatlıyorum. Subuharına tutup açacaktım, ama ne yazık ki elektrik ocağı bozulmuş.» Doktor Sally Benator iki yıldır benim yardımcımdır, ben de tam iki yıldır kendisine abayı yakmış bulunmaktayım. Biraz yana – çekilerek masamın başında ona da yer açarken zarfı kaldırdım: «Pekâlâ, şuna bir göz atalım hele,» dedim. Yanıma iyice sokuldu, kolunun üst kesimi omzuma değdi, sanki tüm gövdem elektriklendi. İki yılda Sally de çocuklar gibi kamburumu fark etmez olmuştu. Rahat ve doğal davranıyordu, ben de programını yapmıştım, iki yıla kalmayacak, ilişkimiz daha da olgunlaşacaktı.

Onu ürkütmemek için yavaş, çok yavaş adımlarla ilerlemeliydim. Ama iki yıl içinde ona kendimi hem sevgili, hem de koca olarak benimsetecektim. İş iki yıl daha sabretmeye kalıyordu ki bu da hiç kolay değildi. Masamın üzerine eğildi, büyüteçten baktı, uzun süre hiç kıpırdamadı, sesi de çıkmadı. Sonunda başını kaldırdığı zaman yeşil gözleri parlıyordu. «Ben, ah Ben, senin hesabına öyle seviniyorum ki!» «Dur bakalım, çayı görmeden paçaları sıvama hemen. Belki de başka bir şeydir!» «Hayır, boşuna küçümsemeye uğraşma. Ta kendisi Ben, sonunda… Öyle uzun zamandır çalıştın, öylesine yürekten inandın ki… Korkma artık. Rahatça kabullen.» Kitap raflarına gitti, K harfine baktı, orada yazarın adını taşıyan bir düzine kadar cilt vardır: «Benjamin Kazin». Bir tanesini çekip aldı, açtı. Yüksek sesle okudu: «Ofir, yazan Dr. Benjamin Kazin. Orta Afrika tarihöncesi altın işçiliği üzerine, özellikle Zimbabwe kentini ve Kalahari’deki eski, yitik Sitenin efsanesini ele alan bir kişisel araştırma.» Sonra gülümseyerek yaklaştı: «Okumuş muydun bunu? Çok ilgi çekicidir.

» «Evet Sail, bir olasılık var, bunu kabul ediyorum, ama sadece bir olasılık…»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir