1860 Afrika, şafaktaki güneşin ışığında, altın sarısı renkte, pusuya yatmış bir aslan gibi ufukta, alçak, sinmiş, belirdi. Robyn Ballantyne küpeşteye dayanmış, seyrediyordu. Daha şafak sökmeden bir saat öncesinden beri buradaydı, karanın gözükmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Kaptan Mungo St. John’u da kamarasından dışarıya uğratan, direkteki gözcünün değil, onun çığlığı olmuştu zaten. Bir anda güverte, doluverdi, her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bir şeyler söylüyordu. Mungo St. John, birkaç saniye, karayı gözden geçirdi, sonra döndü, geminin dört bir yanında çın çın öten sesiyle komut vermeye başladı. Tıpkı bir gökgürültüsü gibi. İki haftadır şiddetli rüzgârlar ve bulutlu bir gökyüzü, onlara güneş yüzü de, ay yüzü de göstermemiş, bu yüzden mevki tayini yapamamışlardı. Tahmine göre geminin karadan yüz mil kadar açıkta, şu tehlikeli kıyılardan iyice uzaklarda olması gerekiyordu. Kaptan uykudan yeni kalkmıştı, karmakarışık saçları rüzgârda uçuşuyordu. Güneş yanığı teni altın benekli, sarıgözleri, pek yaraşıyordu. Bu kargaşa ve telâş içerisinde bile Robyn, bir kez daha, şu adamın yüreğini altüst eden, onu hem iten, hem de karşı konulmaz bir güçle kendine çeken varlığını hissetti. Kaptanın beyaz keten gömleği pantolonunun beline rasgele sokuşturulmuştu. Düğmeleri açık. Göğsü, yağlanmış gibi parlıyordu. Genç kız birden, yolculuğun daha başlangıcındaki o sabahı anımsayıverdi. Yüzü kızardı. 35’inci kuzey enleminin hemen altında, Atlas Okyanusunun mavi sularına henüz girmişlerdi. O sabah güvertede geminin tulumbasının çalıştığını duyunca kamarasında, günlüğünü yazmakta olduğu uydurma masasının başından kalkmış, omuzlarına bir şal attığı gibi, pırıl pırıl güneşe, yukarıya çıkmış, güverteye adımını atar atmaz da olduğu yerde donup kalmıştı. İki gemici tulumbayı var güçleriyle çalıştırırken Mungo St. John da çırılçıplak, oluk oluk akan deniz suyunun altında dikilmiş, yüzünü, kollarını suya kaldırmıştı. Genç kız gözlerini bir türlü ondan ayıramıyordu, iki gemici başlarını çevirmiş, onu görünce de arsız arsız sırıtmışlardı. Elbette çıplak erkek vücudunu ilk görüşü değildi bu, anatomi masasına yatırılmış, karnı yarılıp iç organları dışarı uğratılmış cesetlere de, hastane yatağında inleyerek kendini oradan oraya atan hastalara da alışıktı ama böylesini, böylesine sağlıklı, canlı, dipdiri etkileyici olanını ilk kez görüyordu. Geniş omuzları, daracık beli, güçlü bacakları, güneş yanığı teniyle gerçekten de çok yakışıklıydı. Elinde olmadan bir çığlık atınca kaptan da duymuş, dönüp bakmış, ama örtünmeye filân çalışmamış, sadece o tembel, kışkırtıcı gülüşüyle gülmüştü. O kadar. Sonra da: «Günaydın Doktor Ballantyne» diye mırıldanmıştı. «Yoksa bilimsel bir incelemenize mi konu olmaktayım?» Genç kız ancak o anda, etkisine kapıldığı o büyüden kendini sıyırabilmiş, telâşla küçük kamarasına kapağı atmıştı. Yirmi üç yıldır yapageldiği gibi de diz çökmüş, günahlarını bağışlaması için Tanrıya dua etmişti. O günden beri geçen otuz sekiz gün boyunca hep o sarı benekli gözlerden ve o tembel, kışkırtıcı gülüşten uzak durmaya çabalamış, bu yüzden ekvatorun dayanılmaz sıcağında bile, yemeklerini kamarasında yer olmuştu. Ancak ağır hava koşullarının kaptanı köprüsünde alıkoyacağını bildiği zamanlar geminin küçük salonuna, ağabeyiyle ötekilerin yanına, yemeğe çıkıyordu. Şimdi de gemisini şu düşman, tehlikeli kıyılardan uzaklaştırmasını seyrederken yüreği bir tuhaf oldu. Hemen gözlerini karaya çevirdi. Birdenbire o ilk anıları silinivermiş ve içini öylesine bir dehşet duygusu kaplamıştı ki, ister istemez doğduğu toprakların insanı böylesine karşı konulmaz bir güçle kendisine çağırması onu şaşırtmıştı. Anasının eteklerine yapışmış, dört yaşında küçücük bir kızken böyle bir geminin güvertesinde durup kıtanın güney ucuna bekçilik eden yassı dağın uzaklaşmasını, ağır ağır ufka gömülmesini seyrettiği günden beri on dokuz yılın geçtiğine inanmak gerçekten hiç de kolay değildi. Şu topraklardan aklında kalmış olan en açık seçik anılarından birisiydi bu. Bir misyoner karısının giydiği o kalın, kaba kumaşı hâlâ ellerinin altında hissediyor, anasının hıçkırıklarını duyuyor gibiydi. O çocuk aklıyla, hayatının altüst olduğunu anlıyordu ama neden? Bildiği bir tek şey vardı; o güne değin küçük varlığının güneşi olan o uzun boylu adam, yoktu artık. Annesi fısıldamıştı: «Ağlama yavrucuğum, yakında babana kavuşacağız. Ağlama sen.» Ama bu sözler, küçük kızı büsbütün kuşkulandırmaktan başka bir işe yaramamış ve daha o yaşında bile çok onurlu olduğu için, hıçkırıklarını duyurmamak için başını anasının eteklerine gömmüştü. Her zamanki gibi de avuntuyu, üç yaş büyüğü, yedi yaşında bir erkek olan ağabeyi Morris’te bulmuştu. Ağabeyi de onun gibi, Afrika’da, ta uzaklarda, vahşi bir ırmak olan Zuga ırmağının kıyısında doğmuştu. Bu yüzden bir adı da Zuga’ydı, Morris Zuga Ballantyne. Ama Robyn, en çok Zuga adını severdi, bu ad ona hep Afrika’yı hatırlattığı için belki de. Döndü baktı. İşte ağabeyi de oradaydı. Eliyle karayı göstererek kaptana hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Tıpkı babasına benzerdi. Kemikli, ucu aşağıya kıvrık burnu ve kararlı ama belki de biraz haşin ağız çizgileriyle güçlü bir ifadesi vardı. Dürbünü gözüne kaldırıp alçak kıyı çizgisini dikkatle gözden geçirdi. Sonra gene yanında duran kaptana döndü. Bu ikisi arasında hiç umulmadık bir ilişki, bir tür saygıya dayalı dostluk kurulmuştu. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bu dostluktan asıl yararlanan Zuga oluyordu. Zaten her zaman böyleydi, karşısına çıkan fırsatlardan yararlanmasını çok iyi bilirdi. Mungo St. John’un bilgisinden, deneyiminden de olabildiğince yararlanmaya bakmıştı. Bristol limanından ayrıldıklarından beri, bunca yıldır şu vahşi kıtanın kıyılarına sayısız sefer yapmış olan şu kaptanın hemen hemen bütün bildiklerini öğrenmiş, öğrendiklerini deri defterine yazmayı da unutmamıştı. Ne olur ne olmaz, bir gün gelir, gerekir diye düşünüyordu. Buna ek olarak kaptan ona, bir de güneşe bakarak yön bulmasını, rota tayinini öğretmişti. Kimi zaman da şu tekdüze yolculuk boyunca biraz oyalanmak amacıyla, birbirleriyle silâh atma yarışı yaparlar, bir gemicinin havaya fırlattığı boş şişeye ateş ederlerdi. Mungo St. John’un bir çift nefis düello tabancası vardı. Böyle günlerde özenle kamarasından getirtir, kadife kutudan çıkartıp dikkatle doldururlardı. Sonra, şişeler havada paramparça olup cam kırıkları elmas gibi pırıl pırıl çevreye saçıldıkça kahkahayla gülerlerdi. Kimi zaman da Zuga yeni Sharps marka tüfeğini çıkartırdı. Bu tüfek ona, «Ballantyne Afrika Seferini destekleyenler tarafından armağan edilmişti. Çok iyi bir silâhtı. Ta 800 metre kadar inanılmaz bir uzaklığa hiç şaşmadan ateş edebiliyordu. Bin metreden bir bizonu öldürebilirdi. Ama bu talimlerde de Zuga yenik düşüyordu, Mungo St. John keskin bir nişancıydı. Anlaşılan şu Amerikalılar silâh yapımında olduğu kadar atışta da ustaydılar. Kaptan Amerikalıydı çünkü. Robyn gözlerini iki erkekten gene karaya çevirdi ve onun soğuk, yeşil denizde giderek alçaldığını görünce üzülür gibi oldu. Nedense bir an önce doğduğu topraklara ayak basmaya can atıyordu. Buradan ayrıldığından beri geçen bunca yılı sanki salt şu dakikanın hazırlığıyla geçirmişti. Bu arada birçok engeli aşmak zorunda kalmıştı. Kadın olduğu için önündeki bu engeller daha da büyüyordu. Umutsuzluğa kapılıp vazgeçmemek için çok çabalamış, bu çabası başkalarınca açgözlülük ve boş gurur olarak da yorumlanmıştı. Dayısı bile onun bu cesaretini kırmaya çalışmamış mıydı? «Kitaplara bu kadar dalman ancak zararına olur, canım. Bir kadına göre değil bunlar. Mutfakta annene yardım etsen, dikiş dikmeyi, örgü öğrenmeyi öğrensen çok daha iyi edersin.» dememiş miydi? «Ama zaten öğrendim, William Dayı, ikisini de biliyorum.» William Dayı, annesinin en büyük ağabeyiydi. Üçü, o vahşi ülkeden hemen hemen beş parasız döndüklerinde, onları kanadı altına almıştı. Çünkü tüm gelirleri Londra Misyonerler Derneği’nin babasına bağlamış olduğu yılda 50 İngiliz lirası maaştan ibarettir. William Moffat da pek zengin sayılmazdı, kendi halinde bir hekimdi ve omuzlarına birdenbire çöküveren şu aile yükünün altından pek kalkabilecek durumda da değildi. Gerçi yıllar sonra, para gelmişti. Hem de çok para. Kimilerine göre üç bin İngiliz lirası kadar… Bu, Robyn’in babasının yazdığı kitapların geliriydi ama William Dayı, bu paraya el koymuş ve yokluk günlerinde aileyi bununla geçindirmişti. Sonra ne yapmış; ne etmiş, binbir güçlükle, hatta varını yoğunu satarak, tefecilere başvurarak Zuga’ya, Madras Yerli Piyade Birliğinin 13. Alayındaki o görevi satın alabilmişti. Gerçi bu, pek gözde bir alay değildi. Hatta tam ordu bile sayılmazdı, Doğu Hindistan Kumpanyasının sınır alayıydı ama William’ın bir araya getirebildiği para da ancak bu kadarına yetmişti işte, öte yandan, Robyn’e tüm bildiklerini öğreten de ‘William Dayı’ olmuştu denebilir. Ne yazık ki 1854 yılında tüm İngiltere’de kız öğrenci alan tek bir tıp okulu yoktu. Gene dayısının yardımıyla, Londra’nın doğusundaki bir hastaneye girebilmişti sonunda. Uzun boylu, küçük göğüslüydü. Sesi de epeyce kalın çıkıyordu. Saçlarını kısacık kesip bir de pantolon giymesini öğrenince, erkek sanmışlardı onu. Ve ancak yirmi bir yaşına gelip doktor çıktığında kız olduğunu anlamışlardı. Hemen Kraliyet Koleji’ne başvurarak unvanını geri aldırmaya kalkışmışlar, bu, tüm İngiltere’de bir skandal olmuştu, üstelik onun, ünlü Afrika gezgini, misyoner, tıp adamı Doktor Fuller Ballantyne’in kızı olması, bu skandalı büsbütün alevlendirmeye yetmişti. Sonunda unvanını geri aldırmak isteyen hastane yöneticileri çaresiz, boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Bu kavgada Robyn ile dayısına, Standard gazetesinin sahibi ve Başyazarı Oliver Wicks de büyük destek olmuş, İngiliz hekimlerinin sırasında ne karanlık işlere bulaştıklarını ortaya dökecekmiş gibi yapmış, genç kızı da alabildiğine övmüştü. Gene de, doktor unvanını alması bile onu Afrika’ya ancak bir adımcık daha yaklaştırmış sayılırdı. Londra Misyonerler Derneği’nin saygıdeğer yöneticileri, bir kadının hizmet önerisi karşısında ne yapacaklarını şaşırmıştı. Misyonerlerin karıları başka şeydi. Hatta onlar, misyonerlere o yarı çıplakların arasında bir tür namus bekçiliği yapıyor, kocalarını olur olmaz günahlar işlemekten alıkoymakta işe bile yarıyorlardı ama bir kadın misyoner. Bu, bambaşka bir şeydi. Üstelik Doktor Robyn Ballantyne’in misyoner olarak gönderilmesini güçleştiren bir konu daha vardı. Kendisi, altı yıl önce, Afrika’nın içerilerinde ortadan kaybolmadan, Demekten istifa etmiş olan Fuller Ballantyne’in kızıydı. Bu istifasıyla da dernek yöneticilerinin gözünden düşmüş oluyordu çünkü tanrısız putperestleri hak yoluna getirmekten çok, Afrika’nın içerilerini keşfetmekle ve servetini genişletmekle ilgilendiğini böylece açığa vurmuş bulunuyordu. Gerçekten de, onların bildiği kadarıyla Ballantyne, Afrika’da binlerce mil yol teptiği halde Hristiyanlığı sadece bir kişiye kabul ettirebilmişti: Silâhını taşıyan yerliye. Hazreti İsa’nın bir temsilcisi olmaktan çok, Afrika’da köle ticaretine karşı çıkan bir haçlı neferi gibi davranmıştı genellikle. Koloberg üssü, büyük Kalahari Çölünün güney ucunda, vahşi doğanın ortasında bir küçük vahaydı sanki. Yerden güçlü bir su kaynağı fışkırıyordu ve bu üs, Derneğe çok pahalıya mal olarak kurulmuştu. Fuller burasını kölelerin sığınağı haline getirince, önüne geçilmesi olanaksız şey, patlak verdi. Misyon üssünün güney komşuları olan bağımsız küçük cumhuriyetlerin kurucusu Trek Boer’ler, üsse sığınan kölelerin ilk sahipleriydi. Kendi deyimleriyle bir ‘Komando’ eylemine giriştiler. Şafak sökmeden bir saat önce yüz kadar atlı, Koloberg üssünü bastı. El dokuması kaba kumaştan giysiler içinde, güneş yanığı, sakallı, vahşi suratlı adamlardı. Fuller Ballantyne’in misyon üssünü ateşe verdiler. Ortalık şafak sökmeden önce, gündüz gibi aydınlandı. Sonra ele geçirdikleri kölelerini, üstte çalışanlarla birlikte, bağlayıp, güneye doğru götürdüler. Fuller Ballantyne, küçük ailesi ve alevlerden kurtarabildikleri tek tük eşyasıyla, ortada kalakalmıştı. Bu olay, Fuller Ballantyne’in zenci ticaretine karşı duyduğu kini büsbütün körükledi, öteden beri araya geldiği bahaneyi böylece bulmuştu. O güne değin kuzeye, o uçsuz bucaksız, geniş topraklara yönelmekten kendisini alıkoyan bağları, sorumlulukları üzerinden attı. Karısıyla iki küçük çocuğunu, onların iyiliği için İngiltere’ye gönderirken ellerine de bir mektup tutuşturdu. Mektup, Londra Misyonerler Derneği yöneticilerine yazılmıştı ve Tanrının, dileğini Fuller Ballantyne’a açıkladığından söz ediyordu. Tanrı onun kuzeye çıkmasını, varlığını Afrika’ya duyurmasını, yalnızca küçük bir üsse bağlı kalmayıp tüm Afrika’da dolaşmasını istemişti. Üssün yok edilmesi gerçi Derneğin epeyce canını sıkmıştı ama tüm dünyanın koskocaman bir çöl olarak bildiği bir yere keşif gezisi düzenlemenin yükleyeceği masraf bu can sıkıntısını büsbütün arttırdı, öyle ya, oraları, ta Akdeniz’e kadar dört bin mil kuzeye uzanan, ıssız, susuz bir çöldü, o kadar. Hemen Fuller Ballantyne’e bir mektup yazdılar. Gerçi mektubu nereye göndereceklerini pek bilemiyorlardı ama sorumluluğu üzerlerinden atmaya da kararlıydılar. Ona, bu kuraldışı davranışlarından ötürü, yılda 50 İngiliz lirası tutarındaki maaşından öte tek kuruş bile vermeyeceklerini açık seçik anlattılar. Ama bu mektubu boşuna yazmışlar, boşuna öfkelenmişlerdi. Nasıl olsa mektup Fuller Ballantyne’ı bulamayacak o, bir avuç taşıyıcı, bir de Hıristiyanlığı kabul ettirdiği tüfek taşıyıcısıyla bir Colt tabanca, bir tüfek, iki kutu ilâç, defterleri ve yön bulma araçlarını da yanına alarak kayıplara karışacaktı. Sekiz yıl sonra, Zambezi Irmağının aşağılarında, ırmağın ağzına yakın Portekiz üssünün oralarda ortaya çıktı. Burada yerleşenler 200 yıldır, ırmak boyunca 100 mil yukarı gidememişti. Fuller Ballantyne İngiltere’ye döndü. «Kara Afrika’nın En Koyusunda Bir Misyoner» adındaki kitabı son derece geniş yankılar yarattı, işte size Transversa’yı gerçekleştirmiş, yani Afrika’nın batı kıyısından doğu kıyısına geçebilmiş, çölden başka bir şey olmadığı sanılan yerlerde büyük ırmaklar, göller, serin, hoş kokulu otlaklar, sürü sürü av hayvanları ve garip insanlar bulmuş bir adam! Ama en çok da köle tacirlerinin kıtayı nasıl altüst ettiklerine tanık olmuş ve yazdıklarını, İngilizlerin yüreğinde, Wilberworce’un tutuşturmuş bulunduğu köle düşmanlığı ateşini büsbütün alevlendirmeye yetmişti, İngiliz Hükümeti, Fuller Ballantyne’in Zambezi ırmağını Afrika’nın zengin iç kesimlerine ulaşan geniş bir yol olarak tanımlamasını gözönünde tutarak Fuller Ballantyne’ı Kraliçenin Konsolosu olarak görevlendirmiş ve geniş bir sefer hazırlamakta ona gereken olanakları sağlamıştı, öte yandan Londra Misyonerler Derneği de bu eski üyenin kazandığı ünden etkilenmiş, ona yeniden kucağını açmış, binlerce İngiliz lirası harcayarak Ballantyne’in Afrika’nın içerilerinde misyon üssü olmak üzere seçtiği yerlerde üsler kurmuş, oralara kalabalık misyoner grupları göndermişti. Gerçi Fuller İngiltere’ye kitabını yazmak için dönmüştü ama ailesi onu hemen hemen hiç göremedi denebilir. Çünkü William Dayının çalışma odasına kapanıp kitabını yazmaya dalmadığı zamanlar, dışarıdaki işleriyle uğraşıyor, Dışişleri Bakanlığı’yla Misyonerler Derneği arasında mekik dokuyordu. Bu kaynaklardan, Afrika’ya dönmek için ihtiyacı olan parayı sağlayınca da bu kez İngiltere içinde dolaşmaya çıkıyor. Kâh Oxford Üniversitesi’nde konferans, kâh Canterbury katedralinin kürsüsünde vaaz veriyordu. Sonra birdenbire, karısını da aldı, çekip gitti. Robyn’in gözünde babası, Tanrıdan farksızdı, Tanrı kadar güçlü, Tanrı kadar hakbilir. Tanrıya da, babasına da körü körüne itaat eder, hayranlık duyardı. Yıllar sonra, Ballantyne’in Afrika’da misyon üssü olarak seçtiği yerlerin birer ölüm tuzağından farksız olduğu anlaşılınca, nasılsa canını kurtarabilmiş misyoner arkadaşları, karılarını, çocuklarını hastalığa, açlığa, vahşi hayvan ve insanlara kurban verip Afrika topraklarına gömdükten sonra, anavatana dönünce Fuller Ballantyne’in yıldızı da sönmeye yüz tuttu. Zambezi Irmağından içerilere doğru düzenlenen sefer başarısızlığa uğramış, üç yüz metreden inen çağlayanların yarattığı engeli aşamamıştı. Demek ki Ballantyne, Zambezi Irmağının ta kaynağından denize inilebileceğini söylerken yanılmıştı. Peki, neden öteki iddialarında da yanılmış olmasın? Böylece İngiliz Dışişleri Bakanlığı, her zamanki pintiliğiyle, başarısızlıkla sonuçlanan sefer için döktüğü paralara acıyarak konsolos unvanını geri aldı Ballantyne’den. Londra Misyonerler Derneği de ona gene uzun bir mektup döşenip bundan sonraki faaliyetlerinin sadece putataparlara Tanrıyı öğretmekten ibaret kalmasını isteyince Ballantyne onlara istifa mektubunu gönderdi. Derneği yılda 50 İngiliz lirası maaş ödemekten de kurtarmış oluyordu böylelikle. Ayni zamanda çocuklarına da bir mektup gönderip yılmamalarını, güçlü olmalarını istemiş ve yayınevine de hazırladığı kitabın müsveddelerini yollamıştı. Sonra öteki kitaplarından artakalan birkaç kuruşu topladığı gibi Afrika’nın içerilerine dalmış gitmişti. Tam sekiz yıl önce. O zamandan beri de hiçbir haber çıkmamıştı. Şimdi işte bu adamın kızı çıkıyor, Derneğe başvurup misyoner olarak görevlendirilmesini istiyordu. Ne cüret! Bu defa da Robyn’in yardımına koşan William dayısı oldu. Onunla birlikte dernek yönetim kuruluna çıkarak kızın savunmasını yaptı. Annesinin babası Robert Moffat’ın da Afrika’da çok başarılı bir misyoner olduğunu, on binlerce putatapara Hıristiyanlığı kabul ettirdiğini filân hatırlattı, üstelik Robyn de başarılı, genç bir hekimdi ve Afrika dillerinden birkaçını da annesinden öğrenmiş, çok iyi biliyordu. Dedesinin sayesinde birçok kabilenin genç kızı hemen kabulleneceklerine, çok iyi karşılayacaklarına hiç kuşku yoktu. Yöneticiler, dayının bu uzun savunmasını sessizce dinlediler. Sonra Robyn’in başvurusuna olumlu cevap verdiler. Ne var ki onu Afrika’ya gönderecek yerde, İngiltere’nin kuzey kesimine, endüstri kentlerindeki yoksul halkın arasına gönderdiler. Her ikisine de Afrika yolunu açmayı başaran, ağabeyi Zuga oldu. Hindistan’dan izinli döndüğünde, savaş alanında binbaşılık rütbesi kazanmış, çok başarılı, sözü geçer, yiğit bir askerdi. Ama tüm bunlara karşın o da kızkardeşi gibi, halinden hiç de hoşnut değildi, ikisi de babalarına çekmişti. Disipline, otoriteye pek gelmiyor, yalnız, başlarına buyruk yaşamayı yeğliyorlardı. Bu yüzden Zuga Hindistan’da epey düşman edindiğini de bilmiyor değildi. İki kardeş sanki hiç ayrılmamışlar gibi, büyük bir içtenlikle karşılaşmışlar, birbirlerine içlerini dökmekte gecikmemişlerdi. Robyn diyordu ki: «Zuga, dinle beni, Afrika’ya mutlaka dönmek zorundayım. Oraya gidemezsem ölürüm, çok iyi biliyorum, ölürüm işte. Burada kuruyup ölür giderim.» «Peki, ama kardeşim, «Çünkü benim vatanım orası, Orada doğdum. Alın yazım orada yazılacak. Sonra babam da oralarda, bir yerlerde de ondan.» «Ben de orada doğdum ama alınyazımın nerede yazılacağını bilemiyorum. Gene de Afrika’ya dönüp avlanmak hoşuma giderdi. Babama gelince, bence babam kendisinden başka kimseyi düşünmemiş, kimseyle ilgilenmemiştir. Hâlâ onu nasıl seviyorsun, aklım almıyor bir türlü » «Ama babam başkalarından farklıdır, Zuga, onu başkalarını koyduğun teraziye koyup tartamazsın, unutma. Sonra ben onu seviyorum. Tanrıdan sonra en çok sevdiğim o işte.» «Unutma, annemi de babam öldürdü. Onu en berbat mevsimde oralara, Zambezi’ye götürdü ve tıpkı kafasına bir kurşun sıkmışçasına, ölümüne neden oldu, öldürdü.» Robyn bu söze verecek karşılık bulamadı, sadece: «Zaten o hiçbir zaman bir baba veya bir koca değil, ileriyi gören bir önder, meşaleyi taşıyan bir kahramandı… Kitaplarını okudum, bütün mektuplarını okudum, hepsini, anneme yazdıklarını da, bizlere yazdıklarını da ve yerimin orası olduğunu biliyorum. Afrika’da, babamın yanında olmam gerek.» Zuga bir süre düşündü, sonra, «Her zaman zayıf yanımı bulmayı çok iyi bilirsin sen,» deyiverdi. «Haberin var mı, Oranj ırmağında altın bulmuşlar. Bak, seninle ikimiz birbirimizden hem çok farklıyız, hem de çok benzeşiyoruz. Gırtlağıma kadar borç içindeyim, kardeşim.» Genç kız donmuş kalmıştı. Ta çocukluğundan beri borçtan çok korkardı. «Ne kadar?» diye sordu alçak sesle. Zuga omuz silkti: «İki yüz İngiliz lirası.» «Ama bu çok para Zuga: Kumarda mı yoksa?» Robyn kumardan da çok korkardı. Ağabeyi oralı değilmiş gibi göründü: «Doğrusunu söylemek gerekirse, evet.» Robyn, ağabeyini belki ilk kez, dikkatle süzdü. Yirmi altı yaşında olmasına karşın en az on yaş büyük duruyordu. Dört yılını Afgan sınırında, çeşitli sıkıntılar, yokluklar içinde geçirmiş, amansız çarpışmalara katılmış, hepsinden de yüz akıyla çıkmıştı. Bu kadar kısa zamanda binbaşı olması bunun bir kanıtıydı. «Peki, nasıl ödeyeceksin?» «Zengin birini bulup evlenebilirim veya elmas madeni bulurum. Şey, geçen gün Harris’in kitabını okuyordum da, hatırladım. Biz Koloberg’de otururken büyük bir av partisi düzenlenmişti. Sen hatırlamazsın. Çok küçüktün. Bir gece bir aslan gelmişti. Kamp ateşinin aydınlığında onu açık seçik görebilmiştim. Harris’in kitabı da Limpopo’ya kadar nasıl avlandığını anlatıyor. Oradan öteye kimse gidememiş, tabii babamdan başka. Herhalde aslan avı, yabani kaz avından veya sülün avından çok daha heyecanlı olmalı. Harris’in kitabından en az beş bin İngiliz lirası kazandığını biliyor muydun? Bak kardeşim, sen Afrika’ya, duygusal nedenlerle gitmek istiyorsun. Ben ise belki çok daha iyi nedenlerle, kan dökmek için, para kazanmak için gitmeyi isterim. Sana bir öneride bulunacağım. Ballantyne Keşif Gezisine ne dersin?» Genç kız ağabeyinin şaka yaptığını sanmıştı, güldü; «Elbette varım ama nasıl, Zuga, nasıl gideceğiz?» «Neydi senin o gazeteci tanıdığın adı? Hani hep bizi destekleyen?» «Wicks, Oliver Wicks ama o bize neden yardım etsin ki?» «Merak etme, nasıl olsa bir yolunu bulur, onu kandırırım ben.» Robyn ağabeyini ancak altı hafta sonra görebildi. Zuga hemen müjdeyi verdi: «Kardeşim, gidiyoruz, gerçekten de gidiyoruz. İlk işim Londra Misyonerler Derneği’nin yönetim kuruluna çıkmak oldu; onlardan bize fayda gelmez, öyle sanıyorum ki babam Afrika’nın derinliklerinde kaybolup gitmiş. Hiçbirinin umrumda bile değil. Oradan umudumu kesince bu kez Dışişleri Bakanlığının kapısını çaldım. Beni çok iyi karşıladılar, mali yardımda bulunamazlarmış çünkü babamın Zambezi fiyaskosunu unutmamışlar ama bana Kap Valisi’nden Amiraline kadar pek çok kimseye yazılmış, bir düzine mektup verdiler. Sonra senin o gazeteci dostuna gittim. Olağanüstü bir adam. Cin gibi akıllı. Ona Afrika’ya, babamı aramaya gideceğimizi söyleyince yerinden fırladı. Çocuk gibi sevinçle el çırptı. Açık söylemek gerekirse, hiç utanmadan, sıkılmadan senin adını kullandım işte. Oltaya hemen takıldı. Tutacağımız günlük notların tüm yayın haklarını satın alıyor. İki kitabında.» «Neymiş o iki kitap bakayım?» «Senin ve benim yazacağımız kitaplar işte.» «Ben de kitap mı yazacağım yani?» «Elbette. Keşif gezisini kadın gözüyle anlatacaksın. Senin adına sözleşmeyi imzaladım bile ben. Küçük Wicks’den beş yüz kopartınca bu kez de soluğu Köle Ticaretini Engelleme Derneği’nde aldım. Orada hiç zorlukla karşılaşmadım. Kıtanın içinde, Yengeç Dönencesinin kuzeyinde, köle ticareti konusunda bir rapor hazırlayacağız. Karşılığında onlardan da 500 İngiliz lirası kopardım. Oradan Londra’daki Afrika Tacirleri Birliği’nin kapısını çaldım. Son yüzyıldır bu tacirler ticareti hep batı kıyısında sürdüre gelmişler. Ben onlara, doğu kıyısını da gözden geçirmenin gerekliliğine inandırınca, beni Birliğin temsilciliğine atadılar. Palmiye yağı, kauçuk, bakır ve fildişi pazarını incelemem karşılığında üçüncü 500 İngiliz lirasıyla bir de Sharps marka tüfeği de onlardan koparmış oldum, üstelik anavatana da şanımıza uygun bir biçimde dönüyoruz. Bir Amerikan ticaret gemisinde yerlerimizi ayırttım. Altı hafta sonra Bristol’den yola çıkıyoruz, hedefimiz Ümit Burnu ve sonra Mozambik’te Quelimane. Benim alaydan iki yıl izin aldım. Sen de Londra Misyonerler Derneği’nden izin alırsın, olur biter.» Bundan sonra her şey bir düş gibi, çarçabuk olup bitivermişti gerçekten. Misyonerler Derneği yöneticileri Robyn’e izin süresince maaş vermeye devam edeceklerini ve eğer orada, Afrika’da başarılı olursa sonradan onu kara kıtada sürekli bir göreve atayacaklarını söylediler. Robyn bu kadarını ummuyordu. Çok sevindi. Hemen yol hazırlıklarına girişti. Yapılacak öyle çok iş vardı ki ancak altı haftada toparlanabildiler. Sonunda her şey tamamlandı, gemiye yüklendi. Zuga gerçekten de iyi bir seçim yapmıştı, Huron göründüğü kadar sağlam ve hızlı bir gemiydi. Mungo St. John da doğrusu işini iyi bilen bir kaptandı. Şimdi de basbas bağırıyordu İşte: «Tayfabaşı, çabuk bana direkteki gözcünün adını ver! Yirmi dakika daha dalga geçseydi kendimizi kumsalda bulacaktık, baksana! Onun derisini bir güzel yüzeyim de görsün, görevini yerine getirmemek ne demekmiş!..» Robyn bu sözleri duyunca dehşetle ürperdi çünkü yolculuk boyunca tam üç gemicinin acımasızca kırbaçlandığına tanık olmuştu, nelerle karşılaşacağını biliyordu, önce ağabeyine yalvardı. Adamcağızın kırbaçlanmasına engel olmak istedi ama tam bir asker olan Zuga, oralı bile değildi. Gözcünün bu cezayı hakkettiği kanısındaydı. Bunun üzerine genç kız, gözleri ateş saçarak kaptana yaklaştı. Bağırdı: «Geçen hafta kırbaçlattığınız adam ömür boyu sakat kalabilir, biliyorsunuz. Bunu bir daha yapmanıza asla izin veremem!» «Yaa, öyle mi. Doktor Ballantyne? Unutmayın, bu gemide yalnız ve yalnız benim dediğim olur. Ama eğer yüreğiniz kaldırmıyorsa, kırbaçlama cezasında hazır bulunmaktan sizi bağışlayabilirim. Ne de olsa, kadın olduğunuzu unutmamalıyız, değil mi?» Kaptan açık açık onunla alay ediyordu işte. Robyn öfkesini yenmeye çalıştı. Belki şimdilik adamın fazla üzerine gitmemek daha iyi olurdu Daha sonra bir çaresini bulurdu elbet. Geminin burnuna doğru yürüdü, rüzgâr topuzunu çözmüş, annesine benzeyen, o sık, ipek gibi, yer yer kestane parıltılı siyah saçlarını dağıtmış, savuruyordu. Karşısındaki, soluk kesici güzellikteki manzarayı görmeden bakarken, birden öteki gemi beliriverdi. Grandi direğiyle mizana direği arasında yükselen incecik, kara dumanı seçilecek kadar yakındaydı. Siyaha boyanmış, çepeçevre bir de kırmızıçizgi çekilmişi! İki yanında beşer top bulunuyordu. Yelkenleri de Huron’unkiler gibi pırıl pırıl beyaz değildi. Dumandan yer yer kirlenmiş, pis bir kurşuni renk almıştı. Mungo St. John hemen dürbününü gemiye yöneltti. Belli ki istim üzerinde değildi, sadece yelkenle gidiyordu. Alçak sesle tayfabaşına seslendi: «Tippu, bu gemiyi hiç görmüş müydün daha önce?» Tayfabaşı, yarı arap, yarı Afrikalı, çam yarması gibi, bir devdi. Kafası iyice kazınmış, teni balrengi, her yanı da yara bere iziyle kaplıydı. Kaptanın yanına yaklaştı: «Onu son sekiz yıl kadar önce Table Körfezi’nde görmüştüm, adı Kara Şaka,» dedi. O sırada gambotun ana direğine flaması çekildi. Pırıl pırıl beyazı ve göz alıcı kırmızısıyla dünyaya meydan okuyordu sanki. Bu bayrağa yeryüzünde kafa tutabilecek yalnız bir ulus vardı. Huron bu bakımdan bağışıklı sayılırdı. Yıldızlı, çizgili Amerikan bayrağını çekmesiyle, Kraliyet Donanması’nın bu beklenmedik temsilcisini yola getirebilirdi. Ama kaptan, düşünüyordu: Mayıs 1860’da Baltimore limanından yelken açmadan altı gün önce Abraham Lincoln Birleşik Amerika başkanlığına aday olmuştu. Eğer seçildiyse herhalde ilk işi, Büyük Britanya’ya o zamana dek Amerikan cumhurbaşkanlarının tanımaya yanaşmadığı bir hakkı vermek olacak, Kraliyet donanmasının Amerikan gemilerinde arama yapma hakkını onlara verecekti. Bu yüzden, sancağını çekmemeyi, İngiliz gemisinden kaçmayı uygun gördü. Tüm yelkenler fora edildi. ‘Gemi, okyanusun iri dalgaları üzerinde, uçarcasına yol almaya başladı. Gambot da tüm yelkenlerini fora etmişti ama sanki yerinden hiç kıpırdamamış gibiydi. Derken topunu ateşledi. Ama Huron, atış mesafesinden çıkmıştı. «Kaptan, mürettebatınızın da yolcularınızın da canını tehlikeye atmaktasınız.» Bu ses üzerine St. John döndü. Yanıbaşında duran uzun boylu kadına bir göz attı. «Bu bir İngiliz savaş gemisi, efendim. Biz de suçluymuşuz gibi davranıyoruz. Bakın topu kurusıkı ateşlemiyorlar, isabet alabilirsiniz. Bayrağınızı çekin, yeter.» «Galiba kızkardeşim haklı, Kaptan St. John. Ben de bu davranışınıza anlam veremedim.» «Burası Afrika kıyısı’, Binbaşı Ballantyne. Burada hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Burada yabancı, silahlı bir gemiyi olduğu gibi kabullenmek ancak delilik sayılabilir. Şimdi lütfen siz de, doktor hanım da beni bağışlarsanız, işime bakmak zorundayım.» Birkaç adım yürüdü, kuşağındaki anahtarlığı çıkartıp Tippu’ya fırlattı. «Silah sandığını aç, tayfabaşı, kendine ve yardımcına ikişer tabanca al. Karşı koymaya kalkışırsa gözünün yaşına bakmadan vurursun.» Tayfaların birden korkuya kapıldıklarını sezmişti çünkü. Böylesine hızlı giden bir gemide hiç bulunmamıştı çoğu. Kolayca yelkenleri kısmaya kalkışabilirlerdi. O anda Huron, yemyeşil, gürleyen bir duvar gibi üzerlerine gelen bir okyanus dalgasına omuz vermişti, dalga, gabya çubuğuna tırmanmış gemicilerden birini gafil avladı. Kaptığı gibi ta aşağıya, güverteye savurdu, iki arkadaşı ona ulaşmak, kurtarmak isterken, bu kez güverteyi süpüren ikinci bir dalga, zavallıyı çekti götürdü. Kaptan, Robyn’in dehşet dolu bakışlarını görmemezlikten gelerek, sanki hiçbir şey olmamış gibi komut yağdırıp duruyordu, İngiliz savaş gemisi epey gerilerde kalmıştı. Birden Mungo St. John dürbününe sarıldı. Homurdandı: «Duman, demek sonunda kazanlarını ateşledi. Ama bizi yakalayamayacak. İskele alabanda!»
Wilbur Smith – Sahin
PDF Kitap İndir |