Bir kelebek bulutu gökyüzüne yükseldi, hafif bir yaz rüzgârı bulutu gök boyunca yaydı ve parıl parıl yüz bin genç yüz onları izlemek için havaya çevrildi. O geniş alanın en önünde bir kız oturuyordu, on gündür izlemekte olduğu kız. Avını inceleyen bir avcı gibi artık kızın her hareketini, yüzünün mimiklerini, bir şey dikkatini çektiğinde başını kaldırmasını, bir şey dinlemek için hafifçe yana eğişini, ya da sabırsızlık veya sıkıntıyla hızla sallamasını ezbere biliyordu artık. Şimdi bu görkemli kelebek bulutuna bakarken başını kaldırışında yepyeni bir şey vardı. Bu kadar uzaktan bile o parlak dişlerinin ışıltısını, dudakların pespembe bir ‘OOO’ ile aralandığını seçebiliyordu. Kızın önündeki yüksek sahnede beyaz satenler içinde biri bir kutu daha kaldırdı, gülerek sallayıp yepyeni bir kanat çırpıntısı boşalttı. Sapsarı ve bembeyaz kelebekler göğe yükselirken kalabalıktan yeniden ‘ooo’ sesleri yükseldi. Kelebeklerden biri dengesini kaybetti ve yere doğru daldı, yakalamak için yüzlerce elin uzanmış olmasına rağmen kelebek döndü döndü, kızın havaya çevrilmiş yüzüne kondu. Kalabalığın giderek artan gürültüsüne rağmen kızın mutlu kahkahasını duymuş ve o da onunla birlikte gülmüştü. Kız yavaşça uzanıp alnındaki kelebeği aldı ve avucu içinde incitmeden tutarak bir an yüzüne yaklaştırdı, adamın artık çok iyi tanıdığı o çivit mavisi gözleriyle dikkatle inceledi. Yüzü birden özlemle dolmuştu, sanki kelebeğe bir şeyler söylüyormuş gibi dudakları kıpırdıyordu. Kızın kederli ifadesi uçup gidiyor gibiydi, o sevimli dudaklar bir kez daha gülümsemeyle aralandı, birden ayak parmakları üstünde doğrulup ellerini başının üstüne kaldırdı. Kelebek bir an duraksadı, kızın açılmış parmaklarının ucuna yürüdü, kanatlarını hafifçe oynatmaya başladı. Adam kızın sesini duydu o anda. «Uç! Benim için uç!» Kızın çevresindekiler de onun bu çağrısını tekrarladılar. «Uç! Barış için uç!» Kız bir an için bütün dikkatleri üzerinde toplamıştı. Bütün gözler sahnenin ortasındaki o tek kişiye değil de, ona çevrilmişti şimdi. Kız uzun boylu, ince vücutluydu, güneşten yanmış çıplak kol ve bacaklarının sağlıklı cildi parlaktı. Günün modasına uygun olarak eteği öyle kısaydı ki, havaya doğru uzanırken kenarı kalkıyor ve o küçücük kalçalarının kıvrımları ortaya çıkıyordu. O duruşuyla kuşağının simgesiydi sanki çılgın, özgür, başıboş. Şimdi kızı seyreden herkesin onunla ruh birliği içinde olduğunu hissediyordu. Sahnedeki adam bile onu daha iyi görebilmek için öne eğilmişti, sanki arı sokmuş gibi şişkin dudakları bir gülümsemeyle aralanırken o da, «Barış!» diye bağırıyordu. Ve sesi sahnenin iki yanında yükselen büyük hoparlörlerle bin kere daha kuvvetleniyordu. Kelebek kızın elinden havalandı, kız parmaklarını dudağına götürerek arkasından bir öpücük gönderdi, kelebek dönüp duran diğerlerinin oluşturduğu bulut arasında kayboldu. Kız çimenlerin üstüne oturdu, çevresindekiler uzanıp ona dokundular, yakınındakilerle de kucaklaştı. Sahnedeki Mick Jagger kollarını iki yana açıp kalabalığı sessiz olmaya çağırdı. İstediği sessizlik olunca da mikrofona eğilip konuşmaya başladı. Amplifikatörlerin etkisiyle sesi öylesine kötü, konuşması o kadar anlaşılmazdı ki, adam onun birkaç gün önce çılgın bir hafta sonu partisinde orkestrasının yüzme havuzunda boğulan bir üyesinin anısına bir şeyler söylediğini güçlükle anladı. Söylentilere göre müzisyen suya düşmeden önce uyuşturucuyla kendinden geçmiş bir haldeydi. Ancak kahramanca bir ölümdü bu; çünkü uyuşturucu çağı, doğum kontrol hapı çağı, özgürlük ve barış, aşırılık çağıydı bu. Jagger’in kısa konuşması sona ermişti. Aslında konuşma öyle kısaydı ki, topluluğun neşeli havasını dağıtamamıştı. Elektrikli gitarlar bir hava tutturdu, Jagger de tüm varlığıyla ‘Honky Tonk Women’e başladı. Bir iki saniye sonra yüz bin yürek kendisininkiyle çarpıyor, yüz bin genç vücut sallanıyor, iki yüz bin kol rüzgârdaki başaklar gibi sallanıyordu. Şiddetli bir topçu ateşi kadar acımasız olan müzik insanın kulaklarını sağırlaştırıyor, kafatasını delip geçiyor, beynini paramparça ediyordu. Kalabalık bir anda tek bir organizmaya dönüşmüş, açıkça cinsel olan bir tutkuyla kendinden geçmişti; üreme durumundaki bir amip gibi dalgalanıyor, bir toz ve ter kokusu, fiziksel olarak uyarılmış genç bedenlerin baş döndürücü kokusu yükseliyordu. Adam kalabalığın ortasında yapayalnızdı, üzerinden akıp giden gürültü patırtı hiç etkilemiyordu onu. Kızı gözetliyor, istediği anın gelmesini bekliyordu. Kız çevresinde kendisine yapışıkmış gibi duran gövdelere uygun bir ahenkle sallanıyorsa da, onu apayrı kılan kendi ne özgü bir zarafeti vardı. Başının üstünde topladığı saçları güneşte parıldıyor; dumanlı halkalar şeklinde dökülen kapkara saçları uzun boynunun ve sapında bir lale gibi duran başının zarifliğini daha da vurguluyordu. Sahnenin hemen altında ayrıcalıklı bir avuç azınlık için alçak bir çitle küçük bir yer ayrılmıştı. Çıplak ayaklı ama yere kadar uzanan kaftan gibi elbisesiyle Marianne Faithfull diğer müzisyen karıları ve sevgilileriyle orada oturuyordu. Kadının güzelliği bu dünyanın dışındaydı. Gözleri bir körün gözleri gibi hayalci ve görmez gibiydi. Hareketleri uykudaymış gibi ağır. Ayakları dibinde çocuklar dolaşıyordu. Bu özel yerdeki insanlar Cehennem Melekleri tarafından korunmaktaydılar. Siyah Alman Wehrmacht miğferleri, boyunlarında zincirleri ve Nazi demir haçları, gümüş rengi madenler kakılmış siyah deri yeleklerinden görünen kıllı göğüsleri, çelik nalçalı motosiklet çizmeleri, dövmeli kollarıyla Melekler yüreklere korku saran bir görünüşteydiler. Bellerinde copları, parmaklarında sivri uçlu muştaları vardı. Bir olay çıkacağını umarak küstah bakışlarla kalabalığı seyrediyorlardı. Müzik büyük bir gürültüyle devam etti, bir saat, sonra bir saat daha, insanların kokusu bir hayvan kafesi kokuşuydu artık, erkekler gibi kadınlar da, müziğin bir dakikasını bile kaçırmamak için oturdukları yerlere işemişlerdi. Adam bu sefillikten, bu kendini bırakmışlıktan, bu bayağılıktan iğreniyordu. İnandığı her şeye hakaretti bu. Gözleri hassaslaşmış kaşınıyor, başı ağrıyordu. Gitme zamanı gelmişti artık. Bir gün daha boşuna, gelmeyen bir fırsatı bekleyerek geçmişti. Ancak kendisi yırtıcı bir hayvanın sabrına sahip bir avcıydı. Başka günler de olacaktı, acelesi yoktu. Amacını gerçekleştireceği an doğru an olmalıydı. Sıkışık kalabalık arasında durduğu alçak tepeden kendine omuzlarıyla yol açarak inmeye başladı. Öylesine kendilerinden geçmişlerdi ki, onu ne görüyorlar, ne de aralarından geçerken çarptığını hissediyorlardı. Adam arkasına baktı, kızın yanındaki oğlanla konuştuğunu, gülümsediğini, onun sorusuna karşılık başını sallayıp ayağa kalktığını görünce birden gözleri kısıldı. Kız da kalabalık arasında ilerlemeye başladı, oturanların üstünden atlıyor, dengesini kaybettiğinde birinin omzuna dayanıyor, yoluna devam ederken gülerek özür diliyordu. Adam yönünü değiştirerek kızın önünü kesecek biçimde yürüdü. Avcı güdüsüyle beklediği anın geldiğini anlamıştı. Sahnenin arkasında her biri iki katlı otobüs kadar olan televizyon arabaları aralarında geçecek bir karış yer bile bırakmadan sıra sıra park etmişlerdi. Kız alçak parmaklığın çevresini dolaşarak kalabalığın baskısından kurtulmaya çalıştı, ancak orada da sıkışıp kalmıştı, umutsuz bakışlarla çevresine bakmıyordu. Birden parmaklığa doğru yürüdü, bir sıçrayışta atlayıp televizyon araçlarının arasındaki daracık aralığa doğru koştu. Cehennem Meleklerinden biri kızın yasak bölgeye girdiğini görmüştü. Seslenip arkasından koştu, kızın kaybolduğu aralığa ancak yan yan girebilmişti. Adam onun yüzündeki çirkin sırıtmayı görmüştü. Adamın kızın parmaklığı aştığı yere varması hemen hemen iki dakika sürdü. Birisi kendisini durdurmak için uzandı, ama o uzanan eli itip parmaklığı aştı ve park etmiş iki kamyonun arasına girdi. Onun da omuzları sığmadığından yan yan yürüyordu. Sürücü kapısının yanına geldiğinde ilerden boğuk itiraz sesleri yükseldiğini duydu. Bu sesle biraz daha hızlandı ve kamyonun motorunun yanına geldiğinde bir an durup hemen önünde neler olduğuna baktı. Cehennem Meleği kızı yakalamış, kamyonun önüne yaslamıştı. Kolunun birini arkasında bükmüş ve neredeyse omzuna gelecek kadar kıvırmıştı. Kızın yüzü gence dönüktü ama o, koca karnıyla kızı geriye doğru bastırıyordu. Yüzünü uzatmış, ağzını ağzına yapıştırmaya çalışıyordu. Kızın sırtı yay gibi gerilmişti, gencin ağzından kaçınmak için başını iki yana kaçırıyordu. Genç gülüyordu, ağzı ardına kadar açıktı, dilini kızın ağzına sokmaya çalışıyordu. Sağ eliyle mini eteğini beline kadar kaldırmış motosiklet yağıyla kapkara olmuş kıllı parmaklarını dantelli külotunun lastiğine geçirmişti. Kız serbest eliyle ona vurmaya, yüzünü tırmalamaya çalışıyordu, ancak parmakları yüzüne kadar uzanamıyor, yumrukları kalın deri ceketle korunan omuzları etkilemiyordu bile. Cehennem Meleği boğuk sesle gülüyordu, kızın külotu birden yırtıldı ve kumaş parçası kalçaları ve dümdüz baldırlarından aşağı çekildi. Olayı seyreden adam bir adım öne çıktı ve Meleğin omzuna dokundu. Genç aniden dondu, başını çevirdi. Gözleri donuklaşmış gibiydi. Ancak bir anda kendine geldi, kızı iterek yere devirdi. Sonra da belinde asılı copa uzandı. Adam yine uzandı, elini gencin kulağı altına, çelik miğferin hemen altına bastırdı. İki parmağıyla bastırmıştı, Melek donup kaldı yine, kaskatı kesildi. Boğazından boğuk bir çığlık koptu, tepeden tırnağa kadar titredi ve sarası tutmuş biri gibi yere devrildi, düştüğü yerde kasıldı kaldı. Adam onun üzerinden atlayıp kızı yerden kaldırdı. «Arkadaşları gelmeden yürü haydi,» dedi. Kızın elinden tutup yürümeye başladı. Kız da bir çocuk kadar güvenle onun ardından yürüdü. Park etmiş kamyonların ötesinde çalılıklar arasında bir sürü daracık patika vardı. Bunlardan birinde koşarlarken kız soluksuz bir sesle, «Onu öldürdünüz mü?» diye sordu. «Hayır.» Adam geri bakmamıştı bile. «Beş dakikaya kalmaz ayağa kalkar.» «Ama bir dokunuşta yere serdiniz. Nasıl yaptınız bunu? Doğru dürüst dokunmamıştınız bile.» Adam karşılık vermedi, ancak yolun bir sonraki dönemecinde durup kıza döndü. Kız konuşmadan başını salladı. Adam hâlâ elini tutarak baktı kıza. Onun yirmi dört yaşın da olduğunu biliyordu. Az önce vahşi bir şekilde ırzına geçilmek üzereydi, ama koyu mavi gözlerinin bakışları gölgesizdi. Ne paniğe kapılmış, ne de ağlamıştı, o pembe dudakları titremiyordu bile, avucu içindeki eli sıcak ve sertti. Kız hakkındaki psikiyatr raporu en azından bu bakımdan doğruydu: kendine güvenli ve sağlamdı, daha şimdiden saldırının etkisinden sıyrılmıştı bile. O anda kızın yanaklarının ve uzun boynunun kızardığını gördü, soluklan da hızlanmıştı. Yeni bir güçlü duygunun etkisine girmişti. «Adın ne senin?» diye sordu kız. Bakışlarında adamın çok iyi bildiği o yoğunluk vardı şimdi. «Ramon.» «Ramon.» diye tekrarladı kız sesin zevkini çıkararak. Tanrım, ne kadar yakışıklı bir erkekti bu böyle. «Ramon ne?» «Söylesem İnanmazsın,» Adamın İngilizcesi kusursuzdu. Yabancı olmalıydı, ancak sesi de yüzüne uygundu, güzel, tok ve ciddi. «Bir dene bakalım.» Kız kendi sesindeki boğukluğu hissediyordu. «Ramon de Santiago y Machado.» Sanki bir melodiymiş gibi söylemişti bunu, kulağa müthiş romantik geliyordu. Kızın o güne kadar duyduğu en güzel addı, o yüz ve sese harika uyuyordu. Kız hâlâ kendisine bakarken adam, «Gitmeliyiz,» dedi. «Koşamam. Ne olur koşturma beni.» «Koşmazsan bir motosikletin didonunda maskot olabilirsin ama» Kız güldü, sonra gülmesini önlemek için alt dudağını ısırdı. «Yapma!» dedi. «Güldürme beni. Tuvalete gitmek ihtiyacındayım. Daha fazla dayanamayacağım.» «Demek Yakışıklı Prens sana âşık olduğu sırada oraya gidiyordun.» «Beni güldürme dedim sana.» Kız güçlükle bastırdı kahkahasını. Adam kıza acıdı. «Parkın kapısında bir tuvalet var. Oraya kadar gidebilir misin?» «Bir seçenek de çalılığın arkası öyleyse.» «Yoo, teşekkür ederim. Günde bir gösteri yeter.» «Gidelim o halde.» Adam kızın koluna girdi. Ramon arkasına baktı, «Delikanlının ateşi biraz sönmüş sanırım. Ortalarda görünmüyor.» «Yazık. O numaralarını bir daha görmek isterdim. Ne kadar kaldı?» «İşte burada.» Kapıya varmışlardı, kız adamın kolundan çıkıp yol kenarındaki alçak binaya doğru yürüdü; ama kapıda bir an duraksadı. «Adım, Isabella, Isabella Courtney, arkadaşlarım bana Bella derler.» Sonra koşarak girdi içeri. «Biliyorum,» diye mırıldandı adam. Kız tuvalette bile müziği duyabiliyordu, sonra da alçaktan geçen bir helikopterin gürültüsü duyuldu, ama önemsizdi bu. Ramon’u düşünüyordu. Elini yıkarken aynadaki görüntüsüne baktı. Saçları berbattı, elinden geldiğince düzeltti. Ramon’un saçları gür, kapkara ve kıvırcıktı. Uzundu ama çok uzun değil. Dudaklarını silip yeniden boyadı sonra. Ramon’un dudakları dolgun ve yumuşaktı ama erkeksi ve güçlü tadı, nasıldı acaba? Rujunu çantasına koydu, aynaya yaklaşıp gözlerine baktı. Damlaya hiç gerek yoktu. Gözünün beyazı sağlıklı bir bebeğinkiler kadar tertemizdi. En güzel yanının gözleri olduğunu bilirdi. O Courtney mavisi. Ramon’un gözleri ise yeşildi. İlk dikkat ettiği şey gözleri olmuştu. O inanılmayacak kadar yeşil, güzel ama bir sıfat arıyordu güzel ama öldürücü gözler. Cehennem Meleğini yere yıkan o gösteriye hiç gerek yoktu. Adamın gözlerine baktığı anda onun tehlikeli biri olduğunu anlamıştı. Çok zevkli bir korku ve beklenti duygusuyla ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Belki de sonunda bulmuştu aradığını. Bunun yanında bütün diğerleri soluklaşmışlardı sanki. Belki de o kadar uzun süredir aradığı buydu. «Ramon de Santiago y Machado.» Adın lezzetini ağzında duyuyor, dudaklarının sözcükleri hecelemesini aynada seyrediyordu. Sivri topuklu ayakkabıları üzerinde kalçalarını iki yana sallayarak, kısacık eteğinin altından dantelleri görünerek yürüdü ve dışarı çıktığı anda donup kaldı. Adam gitmişti. Isabella’nın soluğu kesildi birden, sanki bir taş yutmuş gibi midesi kasıldı. Gözlerine inanamayarak çevresine bakındı. «Ramon,» diye mırıldanarak yola koştu. Konser yerinden o yana, az sonra başlayacak insan seline kapılmak istemeyen yüzlerce kişi geliyordu ama Ramon aralarında değildi. «Ramon,» diyerek kapıya yöneldi bu kere. Sağına soluna baktı. İnanamıyordu. Adam kendisini orada bırakıp gitmişti. Isabella yaşamı boyunca böyle bir şeyle karşılaşmış değildi. Kendisi onu istediğini belli etmişti bunu daha açıkça gösteremezdi ve buna rağmen adam çekip gitmişti. Isabella şimdi şiddetli bir öfke duymaya başlamıştı. Hiç kimse Isabella Courtney’e böyle davranamazdı. Küçük düşürülmüştü, hakarete uğramıştı. «Lanet olsun!» diye söylendi. Öfkesi sadece birkaç saniye sürmüştü ama. Kendini kaybolmuş hissediyordu artık. Tümüyle yabancı olduğu bir duyguydu bu. «Öyle bırakıp gidemez,» diye yüksek sesle söylenirken sesindeki şımarık çocuk tonunu farketti. Öfkesini bastırmaya çalışarak bir daha söyledi aynı şeyi. Arkasından kahkahalar yükseliyordu. Dönüp bakınca bir grup Cehennem Meleğinin gelmekte olduğunu gördü. Burada daha fazla kalamazdı. Konser sona ermiş, kalabalık dağılıyordu. Duyduğu o helikopter Mike Jagger ile Rolling Stones grubunu almaya gelmiş olmalıydı. Artık arkadaşlarım da bulamazdı bu kalabalıkta. Çevresine son bir kere daha baktı. O kabarık kıvırcık saçlı baştan eser yoktu. Başını geri atıp çenesini kaldırdı. «O serseriye ihtiyacım mı var sanki?» diye söylenerek sokağa çıktı. Arkasından ıslıklar yükseliyor, «Sol, sağ, sol yuvarla yavrum yuvarla!» diye bağırıyordu, Cehennem Meleklerinden biri. Isabella yüksek topuklarının kalçalarını salladığını biliyordu. Ayakkabılarını çıkartıp çıplak ayakla koşmaya başladı. Arabasını Strand’da elçilik otoparkında bıraktığı için Lancaster Gate istasyonundan metroya binmek zorundaydı. Arabası yepyeni bir Mini Cooper’di, 1969’un en yeni modeli. Babası doğum gününde vermişti. Arabanın motoru güçlendirilmiş, Rolls Royce gibi beyaz deri döşenmiş, babasının yeni Aston Martin’i gibi kapısına altın yaldızla adının başharfleri yazılmıştı. Bütün sosyete Mini kullanıyordu şimdi; bir cumartesi gecesi Annabel’in kapısı önünde Rolls ve Bentley’lerden çok Mini’ye rastlanıyordu artık. Bella ayakkabılarını arka koltuğa atıp motora ibre kırmızıyı gösterene kadar gaz verdi; lastikleri otoparkın zemininde kapkara izler bırakan araba birden uçar gibi fırladı. Dikiz aynasından izlere bakarken derin bir zevk duyuyordu. Diplomatik plakasıyla trafik polislerinden kurtularak hızla sürüyordu arabayı. Aslında bu plakayı kullanmaya hakkı yoktu ama babası bir yolunu bulup uydurmuştu. Bella Chelsea’deki elçilik evine vardığında kendi hız rekorunu bile kırmıştı. Babasının resmi Daimler’i kapının önündeydi, sürücüsü Klonkie onu görünce gülerek selamladı. Babası hizmetkârlarının çoğunu Cape Town’dan getirmişti. Bella öfkesini bastırarak Klonkie’ye sevimli bir gülümsemeyle bakıp anahtarları verdi. «Arabamı garaja götür, olmaz mı, Klonkie.» Babası hizmetkârlara davranışı konusunda çok sertti. Kızgınlığını onlardan çıkarması yasaktı. «Onlar da ailemizin bir parçası,» derdi babası. Gerçekten de çoğu daha kendisi doğmadan önce Umut Burnundaki aile evi olan Weltevreden’de çalışmaktaydılar. Babası birinci kattaki bahçeye bakan çalışma odasındaydı. Ceketini ve kravatını çıkarmıştı, masasının üstü resmi belgelerle doluydu; ancak kızını görünce kalemini bırakıp koltuğunu çevirdi. Birden yüzü aydınlanmıştı. Bella babasının kucağına oturdu. «Dünyanın en yakışıklı erkeği sensin,» diye mırıldandı. «Senin değerlendirmeni ölçmek benim harcım değil,» diyerek güldü Shasa Courtney. «Ama bu da nereden çıktı şimdi diye sorabilir miyim?» «Erkekler ya domuzun tekidirler ya da can sıkıcı yaratıklar. Senin dışındakiler tabii.» «Ha! Roger seni böyle öfkelendirecek ne yaptı acaba? Oysa bana pek sünepe değilse bile epey zararsız biri olarak görünmüştü.» Roger, Bella’yı konsere götüren gençti. Bella onu sahnenin önündeki kalabalığın arasında bıraktığını hatırladı. «Erkeklerle ilişkimi kestim artık,» dedi. «Bundan sonra bir manastıra kapanabilirim.» «Bu işi yarma kadar erteleyemez misin? Bu akşamki yemekte bir ev sahibesine ihtiyacım var ve kimin nereye oturacağı bile kararlaştırılmadı henüz.» «Hepsini konsere gitmeden yaptım ben.» «Ya menü? » «Onu da aşçıyla geçen cuma günü kararlaştırmıştık. Paniğe kapılmana hiç gerek yok, baba. En sevdiğin yemekler. Coquilles Si Jacques ve Camdeboo kuzusu,» Shasa’nın sofrasında sadece Karoo’daki çiftliğinde yetişmiş kuzu eti bulunurdu. Çöl bitkilere, ete kendine özgü bir baharatla tat verirdi. Elçilikteki bütün etler Rodezya’daki çiftliklerinden, şaraplar son yirmi yıldır Shasa’nın Alman şarap uzmanının büyük bir ustalık ve fedakârlıkla çalıştığı Weltevreden bağlarından gelirdi. Bu mallar Umut Burnundan Londra’ya Courtney denizcilik hattının haftada bir kalkan frigorifik bir gemisiyle taşınırdı. «… ayrıca smokin ceketini bu sabah temizleyiciden aldım, Budds’da üç gömlek ve bir düzine yeni göz bandı yaptırttım.» Bella hâlâ kucağında oturduğu babasının gözündeki bandı düzeltti. Shasa İkinci Dünya Savaşında Habeşistan’da İtalyanlara karşı çarpışırken bir gözünü kaybetmişti. Siyah ipekli kumaştan bant kendisine yakışıklı bir korsan havası veriyordu. Shasa mutlulukla gülümsedi. Bella’yı Londra’ya yanına aldığında kız yirmi bir yaşını henüz doldurmuştu. Bu kadar genç birine elçiliğin ev sahibeliğini yüklemeden önce çok düşünmüştü. Ama üzülmesine hiç gerek yoktu. Ne de olsa kızı babaannesi yetiştirmişti. Ayrıca aşçıyı, uşağı ve elçilik kadrosunun yarısını memleketinden getirttiği için zaten çok iyi yetişmiş bir kadroyla işe başlamıştı. Isabella üç yıl içinde diplomatik çevrelerde büyük bir ün yapmıştı, ülkeleri Güney Afrika ile ilişkileri kesmiş olan elçilikler dışında herkes onun davetlerine seve seve katılmaktaydılar. «Yemekten sonra yarım saat İsrailli dostunla atom bombasının nasıl yapılacağını konuşurken senin ortadan kaybolmanı belli etmememi de ister misin?» «Bella!» Shasa’nın kaşları çatıldı. «Bu tür sözlerden hoşlanmadığımı bilirsin.» «Şaka yaptım, baba. Bizi duyacak kimse yok burada.» «Şaka da olsa, ikimizin arasında da olsa böyle konuşmanı istemiyorum, Bella.» Shasa sertçe salladı başını. Kızının sözleri gerçeğe çok yaklaşmıştı. İsrail askeri ataşesiyle neredeyse bir yıldır görüşmekteydiler ve konu şaka aşamasını çoktan aşmıştı. Bella babasını öptü, adamın ifadesi yumuşadı. «Ben gidip bir banyo yapayım bari.» Babasının kucağından kalktı, «Davet sekiz buçukta. Sekizi on geçe gelir kravatını bağlarım.» Isabella bir gün bu işi beceremediğine karar verene kadar Shasa papyon kravatını kırk yıl kendisi bağlamıştı. Shasa’nın bakışları kızın eteğine takıldı. «Eteğin biraz daha kısalırsa göbeğin ortaya çıkacak artık, küçük hanım.» «Bu eski kafalılığı bırakmalısın artık, baba. Yirminci yüzyılın en canlı babasına hiç yakışmıyor bu tutumun.» Kız kapıya giderken bile bile kalçalarım salladı, Shasa kapı kapanırken içini çekti. «Fitili çok kısa bir dinamit lokumu,» diye söylendi. «Belki de evimize dönmemiz bir bakıma çok yerinde olacak.» Shasa’nın elçilik dönemi eylülde sona eriyordu. Isabella yine babaannesi Centaine Courtney-Malcomess’in sıkı disiplini altına girecekti. Shasa kendisinin disiplin konusundaki çabalarının pek başarılı olmadığını biliyordu, bu sorumluluğu devredince ger çekten rahat bir soluk alacaktı.
Wilbur Smith – Tuzak
PDF Kitap İndir |