Wilbur Smith – Vahsi Adalet

Seychelle Adaları Cumhuriyeti’nin Mahe Adası’ndaki Victoria Havaalanı’ndan kalkacak olan British Airways uçağına binecek yalnızca on beş yolcu vardı. Ülkeden çıkış işlemlerini bitirmek için kuyruğa giren yolcular iki grup oluşturmuşlardı. Hepsi de güneşten bronzlaşmış gençlerdi, üzerlerinde bu tatil cennetinde geçirdikleri günlerin rahatlığı ve umursamazlığı vardı. Ancak içlerinde bir kız yalnızca varlığının kusursuzluğuyla bile arkadaşlarını gölgede bırakıyordu. Bir kaplanın kıvraklığıyla oradan oraya giderken iri ve sivri memeleri ince pamuklu tişörtünü gererek savruluyor, daracık ve yuvarlak kalçaları, rengi atmış kısa blucinin arkasını daha da zorluyordu. Tişörtünün göğsünde ‘BEN BİR AŞK DELİSİYİM’ yazıyordu iri harflerle, altında da bir deniz cevizinin kaba hatlarla çizilmiş müstehcen biçimi vardı. Kız, yeşil renkli Birleşik Devletler pasaportunu Seychelli, esmer gümrük memuruna uzatırken yüzünü geniş bir gülümseme aydınlattı. Ancak ardından gelen erkek arkadaşına döndüğünde, akıcı bir Almancayla konuşmuştu. Pasaportunu alıp diğerlerinin arkasından bekleme salonuna doğru yürüdü. Silah arama bölümündeki iki polise de aynı gülümsemeyle yaklaşırken omzundaki örgü çantayı sallayarak, “Bunu da arayacak mısınız?” diye sordu. Hep birlikte güldüler. Filede her biri bir insan kafasının iki katı büyüklüğünde iki tane deniz cevizi vardı. Bunlar adanın en çok tutulan hatıra eşyalarıydı. Kızın üç arkadaşında da benzer fileler içinde aynı cevizlerden vardı. Polis filelere bakmayıp madeni detektörünü yolcuların el çantaları üzerinden geçirdi.


Detektör çantanın birinin üzerinde bir bip sesi çıkarmaya başlayınca, yüzü kızaran delikanlı çantadan küçük bir Japon fotoğraf makinesi çıkardı. Yeniden gülüştüler. Polis memuru grubu çıkış salonuna uğurladı. Salon Maurituis’ta uçağa binmiş olan transit yolcularıyla iyice doluydu; geniş pencerelerden yakıt ikmali yapılan dev Boeing 747’in ışıldakların altında parıl parıl beklediği görülüyordu. Salonda oturacak boş yer olmadığından, dört kişilik grup tavanda dönen geniş kanatlı yelpazelerden birinin altında durdular. Gece çok sıcak ve rutubetliydi. Kapalı odanın içindeki sigara dumanı ve sıcak vücutlardan yükselen koku havayı katlanılmaz derecede bozmuştu. İki erkek arkadaşından beş altı santim ve kız arkadaşından da bir baş uzun olan sarışın kız yüksek sesle konuştuğundan, salonda bekleyen yüzlerce transit yolcusunun dikkatleri bir anda üzerlerine çevrilmişti. Salona girdikten sonra grubun içinde bir değişiklik olmuştu, sanki güç bir engeli aşmışlar gibi rahatlama, kahkahalarında ateşli bir heyecan vardı şimdi. Hareketsiz duramaz gibiydiler; sürekli olarak ağırlıklarını bir ayaklarından diğerine aktarıyorlar, elleriyle ya saçlarını ya da üst başlarını düzeltiyorlardı. Dört arkadaşın çok sıkı bir grup oluşturduklarının açıkça belli olmasına karşın, transit yolcularından biri karısını bırakıp oturduğu yerden kalktı. Gruba yaklaşırken, “İngilizce bilir misiniz?” diye sordu. Kır saçlı, koyu renk çerçeveli gözlüklü, servet ve başarının verdiği rahatlığa sahip elli, elli beş yaşlarında bir adamdı bu. Grup istemeye istemeye açıldı, yanıt veren uzun boylu sarışın kız oldu. “Elbette, ben de Amerikalıyım.

” “Sahi mi?” Adam sırıttı. “Vay canına!” Saklamaya gerek duymadığı bir hayranlıkla bakıyordu kıza. “Şunların ne olduğunu merak etmiştim de…” Eliyle kızın ayakları dibindeki fileyi gösterdi. “Deniz cevizi, “ dedi kız. “Böyle bir şeyden söz edildiğini duymuştum, ama hiç görmemiştim şimdiye kadar.” “Aşk cevizi de derler, “ diye kız açıklamasını sürdürdü. Çantadan meyvelerden birini çıkardı. “Nedeni de ilk bakışta anlaşılır zaten.” Cevizin iki yarısı bir insan kalçasından fark edilmeyecek biçimde birleşikti. “Kıçı,” dedi kız Çin porseleni kadar bembeyaz dişlerini göstererek. “Bu da önü.” Cevizi çevirip adama bir kadının cinsel organı gibi tümsekli ve hafif tüylü meyveyi uzattı. Adamla dalga geçtiği belliydi. Bir yandan da duruşunu değiştirip kalçalarını hafifçe ileri uzatınca, adam elinde olmadan gergin blucinin altında belli olan Venüs tepesine baktı. Pantolonun kumaşı kızın bacak arasına iyice girmişti.

Adamın yüzü kızardı, birden soluğu kesilir gibi oldu. “Erkek meyve ise kol kadar kalın ve uzundur.” Kız masmavi gözlerini irileştirerek adamın yüzüne baktı. O ana kadar yerinde oturan karısı da şimdi dişisel bir içgüdüyle kalkmış yanlarına yaklaşıyordu. Kocasından çok genç ve hamileydi. “Seychelliler dolunayda erkek bitkinin köklerini topraktan çekip dişiyle çiftleşmeye gittiğini söylerler…” Sarışının yanındaki ufak tefek, kara saçlı kız, “Kol kadar uzun ve kalın ha! Vay canına!” diye gülümsedi. O da alaya başlamıştı. İki kız adamın pantolonuna indirdiler bakışlarını. Adam huzursuzca kıpırdandı. Yanındaki iki genç de onun bu haline gülümsediler. O sırada karısı gelip kocasının kolunu çekiştirmeye başlamıştı. Kadının üst dudağında saydam çıbanlar gibi iri ter damlaları vardı. “Harry, kendimi iyi hissetmiyorum, “ diye mızmızlandı. Adam rahatlamış ama bütün havası ve kendine güveni sarsılmış bir halde, “Gitmem gerek, “ diye mırıldandı. Karısının koluna girdi, uzaklaştılar.

Kara saçlı kız Almanca, “Tanıdın mı onu?” diye hâlâ gülümseyerek ama çok hafif bir sesle sordu arkadaşına. Sarışın da aynı dilde, “Harold McKevitt, “ dedi. “Forth Worth’lu beyin cerrahı. Cumartesi günü kapanış toplantısında bir bildiri okudu. Büyük balık, hem de çok büyük…” Bir kedi gibi pembe dilini dudakları üzerinde gezdirdi. O pazartesi gecesi Çıkış Salonu’nda bulunan dört yüz bin yolcunun 360’ını çeşitli ülkelerden gelen cerrahlar ve eşleri oluşturuyordu. Tıp dünyasının en ünlü adları arasında Avrupa, Amerika, Japonya, Asya ve Güney Amerika’dan gelenlerin bulunduğu bu topluluk, Mahe Adası’nın beş yüz mil güneyindeki Mauritius Adası’nda yirmi dört saat önce sona eren kongreden dönmekteydiler. Kongre’nin bitiminden sonraki ilk uçuştu bu. “British Airways, Nairobi ve Londra’ya BEA 070 numaralı uçuş için transit yolcularının çıkış kapısına gelmelerini rica eder.” Çıkış kapısına doğru dalgalandı kalabalık. “Victoria Kontrol, burası Speedbird Sıfır Yedi Sıfır. Kalkış izni istiyorum.” “Sıfır Yedi Sıfır kalkış izni verilmiştir. Sıfır Bir pistine doğru hareket edebilirsiniz.” “Nairobi’ye uçuş planımızı bildirin.

Uçak tam dolu. Yolcu sayısı 401.” “Anlaşıldı, Speedbird. Uçuş planınız bildirilecek.” Dev uçak henüz burnunu havaya dikmiş tırmanıyor, emniyet kemerleri ve sigara içilmemesi konusundaki uyarı ışıklan yanıyordu. Sarışın kızla arkadaşı en ön sırada, mutfak bölümüyle pilot bölmesini ayıran duvarın önündeki koltuklarda yan yana oturuyorlardı. Genç çiftin oturduğu bu 1a ve 1b koltukları daha aylarca öncesinden ayrılmıştı. Sarışın kız arkadaşına başıyla işaret verince, genç adam kızı yan tarafta oturan yolculardan gizlemek için öne eğildi. Sarışın kız fileden bir deniz cevizi çıkarıp kucağına yerleştirdi. Ceviz doğal ayrılma yerinden kesilmiş, sütü ve beyaz eti boşaltıldıktan sonra yine eski durumuna gelecek biçimde dikkatle yapıştırılmıştı. Bu işlemin yapıldığı ancak çok dikkatli bir incelemeyle anlaşılabilirdi. Kız aralığa madeni bir araç sokup çevirdi, cevizin iki parçası Paskalya yumurtası gibi iki yana açıldı. Kabukların oluşturduğu yuvalar plastik köpükle örtülüydü, içinde her biri bir beyzbol topu boyunda yumurtayı andıran gri renkli iki nesne vardı. Bunlar Doğu Alman yapımı ve Varşova Paktı içinde MKIV (C) kod adıyla anılan el bombalarıydı. Bombaların dış yüzeyi elektronik maden detektörlerinin denetiminden geçmek için zırhlı plastikle kaplıydı.

El bombalarının çevresindeki sarı çizgi şarapnel etkisi olmadığını, yüksek derece patlama niteliği olduğunu belirtiyordu. Sarışın kız el bombasını sol eline alıp emniyet kemerini açtı ve sakin bir tavırla yerinden kalktı. Perdeyi açıp mutfak bölümüne geçerken diğer yolcular onunla ilgilenmediler bile. Ancak hâlâ emniyet kemerleri bağlı olan kabin memuruyla iki hostes, bölmelerine giren kızı görünce çok şaşırmışlardı. “Özür dilerim, hanımefendi, ama pilot emniyet kemeri ışıklarını söndürene kadar yerinizden kalkmamanızı rica edeceğim.” Sarışın kız elini kaldırıp adama parlak gri yumurtayı gösterdi. “Bu bir tank mürettebatını öldürmek için geliştirilmiş özel el bombasıdır. Bu uçağın pilot bölmesini bir kesekâğıdı gibi parçalar ve elli metre çevresindeki insanları sarsıntı etkisiyle öldürür.” Karşısındakilerin yüzlerinde korkunun kötülük dolu bir çiçek gibi açtığını gördü. “Elimden bıraktıktan üç saniye sonra patlamak üzere ayarlanmıştır.” Sarışın kızın gözleri heyecandan parıldıyor, soluğu kesik kesik çıkıyordu. Kabin memuruna işaret etti. “Sen beni pilot bölmesine götür. Sizler de yerlerinizden kıpırdamayın. Konuşmayın ve hareket etmeyin.

” Uçuş ekibi, araç gereç ve elektronik aygıtlarla zaten çok dar olan pilot bölmesine girince, üç adam şaşkınlıkla arkalarına döndüler. Sarışın kız elindekini kaldırıp gösterdi. Pilotlar durumu bir anda kavradılar. “Uçağın komutasını ben ele alıyorum, “ dedi sarışın kız. Sonra uçuş mühendisine döndü. “Telsizleri kapat!” Mühendis kaptan pilota baktı, adamın başını eğdiğini görünce, telsizleri sırayla kapatmaya başladı: Yüksek frekans, çok yüksek frekans… “Uydu aktarmasını, “ dedi kız. Uçuş mühendisi kızın bilgisine şaşıp yüzüne baktı. “Böceğe dokunayım deme!” Mühendis gözlerini kırpıştırdı. Kimse, ama şirketin dışında kimse sağ dizinin dibindeki düğmenin varlığını bilemezdi. Buna basıldığı anda uçağın pilot bölümündeki bütün konuşmalar Londra’da Heathrow Kontrol Merkezi’nde banda alınırdı. Uçuş mühendisi elini çekti. “Böcek devresinin sigortasını çıkar.” Kız mühendisin başının üstündeki kutuyu işaret etmişti. Mühendis bir daha baktı kaptan pilota. Ancak kızın sesi akrep kuyruğu gibi yakıcıydı.

“Ne dersem onu yap.” Mühendis sigortayı çıkarınca kız biraz rahatladı. “Uçuş planını oku, “ diye emretti. “Nairobi’ye kadar radar kontrolündeyiz, on üç bin metre yükseğe çıkmak için iznimiz var.” “’Operasyon normal’ kaç dakika sonra?” ‘Operasyon normal’ uçuş planının uygulandığını belirtmek için Nairobi Kontrol Merkezi’ne verilen rapordu. “On bir dakika otuz beş saniye sonra.” Uçuş mühendisi çıkık alınlı, kara saçlı, yakışıklı bir gençti. Kız Boeing’in pilotuna döndü, bakışlarıyla birbirlerini ölçtüler. Kaptan pilotun kır saçları oldukça kısa kesilmişti. İriyarı, kalın boyunlu, bir çiftçi ya da kasap gibi etli ve kırmızı yüzlü bir adamdı. Ancak bakışları sabit, davranışı sakin ve inatçıydı. Kız onun bir an bile gözden uzak tutulmayacak biri olduğunu anlamıştı. “Kendimi bu operasyona adadığımı bilmenizi isterim, “ dedi. “Davam için yaşamımı feda etmekten kaçınmam.” Koyu mavi gözlerinde korkudan eser yoktu.

Erkeğin bakışlarında ilk kez kendine karşı bir saygı okuyordu şimdi. İyi bir işaretti bu, planı zaten bu davranışlar hesaba katılarak hazırlanmıştı. “Buna eminim, “ diye kaptan pilot başını salladı. “Sizin bu uçaktaki 417 kişiye karşı bir göreviniz var, “ diye kız sözünü sürdürdü. “Benim emirlerimi tam olarak yerine getirdiğiniz takdirde güvenlik içinde olacaklardır. Buna söz veriyorum.” “Pekâlâ.” “Yeni rotamız şu olacak.” Kız pilota küçük beyaz bir kart uzattı. “Rüzgâr tahminiyle varış saatini öğrenmek istiyorum. İlk ‘operasyon normal’ raporundan sonra bu rotayı izleyeceksiniz…” Kız dönüp uçuş mühendisine baktı. “Dokuz dakika elli sekiz saniye, “ dedi mühendis. “Ondan sonraki dönüşünüz çok hafif ve dengeli olacak. Yolcuların şampanyalarının dökülmesini istemeyiz, değil mi?” Pilot bölmesine girdiği birkaç dakika içinde kaptanla garip bir ilişki kurmuştu. Elde olmadan duyulan bir saygı, açık bir düşmanlık ve cinsel bilinçlilik.

Kız vücudunu ortaya çıkaracak biçimde özenle giyinmişti. Heyecandan sertleşen ve kararan meme uçları ince pamuklu tişörtünü patlatacak kadar germişti, kadın kokusu daracık bölmeyi dolduruyordu. Birkaç dakika süreyle hiçbiri konuşmadı. “Rapora otuz saniye var, “ dedi uçuş mühendisi. “Pekâlâ. HF’yi aç raporu ver.” “Nairobi Kontrol, burası Speedbird Sıfır Yedi Sıfır.” “Operasyon normal.” “Anlaşıldı, Sıfır Yedi Sıfır. Kırk dakika sonra yeni raporunu bekliyoruz.” “Sıfır Yedi Sıfır, anlaşıldı tamam.” Sarışın kız derin bir soluk aldı. “Şimdi telsizi kapat.” Sonra kaptana döndü. “Otomatik pilotu kapatın ve yönetimi ele alın.

Mümkün olduğu kadar yumuşak.” Dönüş pilotun tüm ustalığını yansıtmıştı. 76 derecelik dönüşü iki dakikada tamamlamış, uçakta en küçük bir sarsıntı bile hissedilmemişti. Kız ilk kez gülümsedi. Bembeyaz dişleri güneş ışığı gibi aydınlatmıştı bölmeyi. “Çok İyi, “ dedi kaptan pilotun yüzüne bakarak. “Adın ne senin?” “Cyril.” “Bana İngrid diyebilirsin.” Peter Stride’ın getirildiği bu yeni görevde, atış alanında tabanca ve otomatik silahlarla bir saatlik eğitim zorunluluğu dışında hiçbir belirli program yoktu. Thor komutanlığında teknisyenlerin bile günlük atışlardan kaçınmaları olanaksızdı. Peter’in gününün geri kalan bölümü yoğun bir çalışmayla dolmuştu. Komutanlık uçağına yeni takılan elektronik araç gereçler konusunda yarım gün süren bir brifinge katılmış, ardından Herkül nakliye uçağında atlama eğitimi için bekleyen vurucu güç bela yetişebilmişti. Peter ilk on kişilik grupla atladı. İki yüz metreden atlıyorlar, paraşütleri yere inmeden ancak birkaç saniye önce açılıyordu. Ne var ki ters yönden esen rüzgâr bu yükseklikte bile grubu dağıtacak kadar güçlüydü.

İlk atlayış Peter’i tatmin etmemişti. Uçaktan atlamalarıyla Salisbury ovasının askeri bölgelerinden birinin ortasında tek başına duran terk edilmiş binaya girmeleri ancak iki dakika elli sekiz saniye sürmüştü. “İçerde rehine olsaydı, bu süre ile ancak kanlarını yerden silmeye yetişebilirdik, “ dedi Peter asık bir yüzle. “Bir daha deneyeceğiz!” Bu kez süreyi bir dakika elli saniye kadar kısaltmışlar, binanın çevresine tam olarak grup halinde inmişler ve Colin Noble’ın 2 numaralı vurucu gücünü on saniye geride bırakmışlardı. Peter zaferlerini kutlamak için adamlarını tam teçhizatlı olarak uçuş pistine kadar beş mil koşturmuştu. Herkül kendilerini üsse geri götürmek için bekliyordu. Thor komutanlığının ana pist arkasındaki güvenlik bölümüne geldiklerinde hava kararmıştı. Peter günün değerlendirmesini Colin Noble’a bırakmıştı. Şoförün Melissa Jane’ı Doğu Croydon İstasyonu’ndan alacağına göre kız üs kapısından ancak yarım mil uzaklıkta olan yeni köy evinde kendisini bekliyor olmalıydı. Peter kızını altı haftadır görmemişti. Thor komutanlığına getirildiğinden beri bir günlük tatil bile almadığından şimdi hafif bir suçluluk hissetmiyor değildi. Bu yüzden değerlendirmeden sonra komutayı Colin Noble’a bırakırken birkaç dakika oyalandı. “Hafta sonu nereye gidiyorsun?” diye sordu Colin. “Yarın gece bir pop konserine götürüyor… Yaşayan Ölüler…” Peter kıs kıs güldü. “Ölüleri dinleyene kadar yaşamış sayılmazmışım.

” “Melissa Jane’e sevgilerimi ilet ve kendisini benim tarafımdan öp.” Peter bu yeni elde ettiği yalnızlığa çok değer verirdi. Yetişkin yaşamının çoğunu subay mahfellerinde, sürekli olarak başka insanlarla çevrili geçirmişti. Ancak bu komutanlık kendisine kaçma fırsatını tanımıştı. Köy evi üsten dört buçuk dakikalık uzaklıkta olmasına karşın bir adaydı sanki. Peter’i çok şaşırtan bir kirası olan ev döşeliydi. Sakin bir sokakta, güllerden bir çitin ardındaki bahçenin gerisinde duran ev, birkaç hafta içinde yuvası oluvermişti. Hatta en sonunda yirmi yıl boyunca biriktirilen ve böyle bir fırsat için saklanan kitaplarını bile sandıklarından çıkarabilmişti. Küçük ön odadaki masasının üstünde ya da yatağının çevresindeki masaların üzerine yayılmış duran kitapları henüz okumaya pek fırsat bulamadıysa da, orada olmaları bile huzur verici bir şeydi. Yeni görevi gerçekten güçtü. Melissa Jane arabanın sesini duymuş olmalıydı. Rover yola girdiğinde Peter kızını farların ışığında, kapının önünde gördü. Onun ne kadar güzel olduğunu unutmuştu. Birden kalbi sıkışır gibi oldu. Peter arabadan çıkınca kız iki koluyla sımsıkı sarıldı babasına.

Peter de sımsıkı tuttu kızı, bir süre ikisi de konuşmadılar. İncecik ve sıcak, yaşam ve canlılık doluydu kızın vücudu. Peter kızın çenesini kaldırıp yüzüne baktı. İri menekşe gözleri mutlu gözyaşlarıyla doluydu. Daha şimdiden o eski İngiliz porseleni güzelliğine sahipti, Melissa Jane ergenlik çağının sivilce ve acılarından uzak kalacaktı. Peter kızını alnından öptü. “Üşüteceksin kız.” “Ah, baba, amma da geri kafalısın.” Kız gözyaşları arasında gülümsedi, parmakları ucunda yükselip babasını öptü. O gece Croydon’da bir İtalyan lokantasında yemek yediler. Konuşan genellikle Melissa Jane oldu. Peter gözlerini kızından ayırmıyor, onun tazeliğinden ve gençliğinden zevk alıyordu. Bedenen böyle gelişmesine, balıkçı kazağının altındaki göğüslerinin tomurcuk dönemini çoktan geride bırakmış olmasına karşın daha on dört yaşına yeni bastığına inanmak güçtü. Melissa Jane on yaş daha büyük biri gibi davranıyordu. Yalnız ara sıra ağzından kaçırdığı gençlik argosu kendisini ele veriyordu.

Eve dönünce şöminenin başına oturup önlerindeki haftayı titizlikle planladılar. İlişkilerinin genellikle ‘Anne’ konusunda çevrelenen tabularından dikkatle kaçınıyorlardı. Yatma zamanı gelince kız babasının kucağına oturup parmağının ucunu adamın yüzünde gezdirdi. “Bana kimi hatırlatıyorsun, biliyor musun?” “Kimi?” “Gary Cooper’i… ama çok daha genç bir Gary Cooper.” “Elbette. İyi ama sen Gary Cooper’in adını nerden duydun?” “Geçen hafta televizyonda pazar sinemasında High Noon vardı.” Melissa Jane babasını bir kez daha öptü. Dudakları şeker tadındaydı, saçları hoş kokuyordu. “Sen kaç yaşındasın, baba?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir