Wilhelm Genazino – Mutsuzluk Zamanlarinda Mutluluk

Bizim evin yakınındaki tek açık hava kafesi her zamanki gibi tıklım tıklım dolu. Zar zor boş bir masa buluyorum. Güneşin feri kaçmış, vakit akşamüstü. Dokuz saatlik bir mesaiden sonra günün ilk güzelliği gibi geliyor kafe bana. Etrafımdaki çoğu insanın da bitkin olduğu her hallerinden belli. Yorgunluktan tükenmiş, sandalyelerine yığılıp kalmış insanları pek bir güzel bulurum. Cılız güneşin altındaki insanlar, ba şarı ve rekabete dayalı toplumumuzun, mesai sonrası nihayet seyre sunulmuş yaldızlı kenarları gibiler. Bir tek, solumdaki masada oturan genç çiftte yorgunluktan eser yok; bu ikisi, uzun bardaklardaki koyu yeşil bir sıvıyı kamışla emiyor. Bense suskunum, içimde sözcükler arıyorum. İnsanlar tüm yorgunluklarına rağmen birbirleriyle konuşuyorlar. Şimdi yersiz bir merhamete kapılmam üzüyor beni. Genç garsonlara acıyorum mesela. Üniforma benzeri giysilerinin arkasında neleri sipariş verebileceğiniz yazıyor: Latte macchiato, cafe con leche, tonic, bitter lemon, espresso lungo vesaire. Bir capuccino söylüyorum. Meydanda paytak paytak yürüyen iki ördeği seyrediyorum bir süre.


Beton karolar arasında buldukları solgun kısa otları büyük bir hızla gagalıyorlar. Yarım düzine Rusya Almanı bir oto mattan Snickers ve Smarties alıyor. Paketler otomatın altındaki hazneye düştükçe, Rusya Almanları bir kahkaha patlatıyor ve Rusça-Almanca karışımı dillerini konuşuyorlar. Yanımdaki iki plastik poşetin üstündeki tüketim sloganlarından utanç duyuyorum. Sol tarafımdaki genç çift kamışlarına şimdi öyle bir asılıyorlar ki yanlarına gidip şöyle demek geçiyor aklımdan: Bu hörültüyü derhal keserseniz, size beş avro veririm. Yorgunluğumun nahoş tarafı, aşırı duyarlılık. Ama genç çifte gerçekten böyle bir teklifte bulunacak kadar delirmedim henüz. Aksine, onlar adına mahcup olduğumu hissetmek beni daha da utangaçlaştırıyor. Plastik poşetlerimi, üstlerindeki yazıları kimsenin okuyamayacağı şekilde masanın altına itiyorum. İçinde bulunduğumuz koşullara maalesef hiç güvenmiyorum. Kendi geleceklerinin neye benzeyeceğini daha şimdiden hissetsinler diye bitkinliğimi göstermek istiyorum genç çifte. Bu his genel bir his haline gelebilseydi, daha hoş bir dünyada yaşardık. Sağ tarafımdaki masada oturan birinin söylediğini duyduğum cümleyi ben söylemiş olmak isterdim: Her zamanki gibi, beni benden başka umursamayan yok. Genç bir garson önüme cappuccino’yu bıraktıktan sonra yazılı sırtını bana dönüyor. En aşina olduğum huzursuzluğa kapılıveriyorum: Hayatım bu şekilde devam edemez.

Ne grotesktir ki halimizden memnunum aslında, yani oturduğum daireden, gelirimden, evlilik benzeri ilişkimden, yani hayat arkadaşım Traudelden. Yine de benim izlenimim, ortada katlanılmaz bir durum olduğu: Hayatım. Hayatımın seyrini tamamen değiştirme arzusu son iki ayda iyice arttı. Değişiklik yapma arzusunun üzerimde yarattığı baskı adeta elimi kolumu bağlıyor çünkü nasıl ve ne türlü bir değişiklik yapabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Tam öyle de değil aslında. Zaman zaman içimde çakıveren ufacık bir umut ışığı geride bir tür pırıltı bırakıyor. Traudel şiddetle karşı çıkıyor benim bu değişiklik yapma arzuma. Yaşadığım hayattan ve kendimden hoşnut olmam için bir sürü neden olduğunu söyleyip duruyor. Senin durumundaki bir insanın böyle saçma sapan şeyler düşünmesi affedilemez bir şey diyor. Genellikle ona hak veriyor, bir süre sesimi kesi yorum. Kafeye bir trompetçi geliyor, plastik poşetini bir direğe asıyor ve insanların önünde durup çalmaya başlıyor. Beni şa şırtan, trompetçinin, bir, trompete pek hâkim olmadığını, iki, derdinin trompet çalmak değil dilenmek olduğunu bu kadar çabuk açık etmesi. Trompeti bir iki üflüyor, sonra masa masa dolaşıp kafenin müşterilerine elindeki kâğıt bardağı uzatıyor. İnsanların trompetçiye, acınası performansına rağmen, bol bahşiş vermesine hayret ediyorum. Onlara gerçeğin kasvetini anlatma dürtüsüne kapılsam da son kertede susuyorum.

Ama sonra, her şeyin ne kadar acınası olduğunu, herkesin zaten bildiğini fark ediyorum. Ardından diğerlerinin mahrem bilgilerini kasten mi gizledikleri yoksa bunları bambaşka nedenlerden ötürü mü anlatmadıkları meselesine kafa yoruyorum. En sonunda da uluorta yaşanan zavallılıklarla nasıl bu kadar iyi baş edebildiğimizi soruyorum kendime. Trompetçiyi kınayarak izlediğim halde, ben bile 50 sent atıyorum bardağa. Adam teşekkür edip önümde hafifçe eğiliyor. Az sonra, hayatın tuhaflı ğı karşısında bir dilsizlik musallat oluyor içime. Artık tek duyduğum şey, umarsız ruhumun yakınmaları. Mütemadiyen gerçekliğe mecburen abone olmak değil, inceliğine yaraşan bir şeyler yaşamak istiyor ruhum. Ruhumu yatıştırıyor, ikame de neyimler yaşamak için etrafıma bakmıyorum. Ama gerçeklik pek cimri, ruhumun arzusunu geri çeviriyor. Trompetçi plas tik poşetinin yanına dönüyor, trompetini poşete tıkıyor ve az ilerideki büfeye gidiyor. Büfede, karton bardağın içindekileri sol eline boşaltıp küçük bir şişe konyak satın alıyor. Dilenme nin böyle sonuçlanmasına şiddetle ama boş yere isyan eden ruhum bir an çok zorlanıyor. Beton karolara tesadüfen gözüm ilişince, yerde birkaç kanatlı karınca görüyorum. Kanatları olsa da havalanamıyor karıncalar.

Kanatları, o minicik gövde leri için fazla uzun ve ağır muhtemelen. Bu manzarayla ruhumu teselli etmeyi başarıyorum. Şu küçük varlıklara bak, diyorum ruhuma, trompet çalmıyorlar, dilenmiyorlar, büfede konyak içtikleri bile yok. İşe yaramaz kanatlarını her yere taşıyıp durdukları halde hiç yakınmıyorlar! Hesabı ödeyip eve gideceğim. Bu kadar çok insanın gelip geçmesine, kalkıp gitmesine ya da gelip oturmasına zor katlanıyorum zaten. Garson ıslak bir fişi fincanımın altına ittiriyor. Fincanımı kaldırırken fış fincanın altına yapışıyor. O sırada, bu civarda sık sık gördüğüm o zavallı deli kadının çıkageldiğini görüyorum. Kadın bir süre kafenin önünde volta atıyor. Giysileri delik deşik, saçı keçe gibi: sokakta yatıp kalkıyor her halde. Kaskatı adımlarından bile belli ağır bir rahatsızlığının olduğu. Kadını izlemek hoşuma gidiyor, voltasını atarken kendime yakın hissediyorum onu. Kadın altı yedi kere gidip geldikten sonra birdenbire dönüyor, yumruğunu tehditkâr bir biçimde sallayıp sağa sola küfürler savuruyor. Ağır, vurgulu bir konuşması var ama konuşmaktan ziyade sesler çıkarıyor. Daha birkaç ay öncesine kadar anlaşılır sözcükler haykırabiliyordu bu kadın.

Bir keresinde, bütün çocuk doktorlarının, kentteki bütün çocuk doktorlarının çok yakında elektrikli testerelerle teker teker paramparça edilecekleri tehdidini savurduğunu anımsıyorum. Tek bir kişinin çılgınlığının canlandırıcı, mucizevi bir tarafı var. Kafenin pek çok müşterisi kendi eksikliklerinin derinliklerinden izliyor ruh hastası kadını. Kadının deliliği yarı ölü insanlara nüfuz ediyor ve onların zavallılığını ortadan kaldırıyor. Biçare kadın bende de bir dönüşüm yaratıyor. Bitkinlik duygusundan bu kadar çabuk sıyrılacağımı hiç düşünmezdim. Cappuccino’mun parasını ödüyorum, poşetlerimi masamın altından çıkarıp tüyüyorum. Kafeden eve kadar aşağı yukarı yirmi dakika yürümem gerekiyor. Ellerinde bira şişeleriyle böğüren bir grup adam geçiyor yanımdan. Bir bahçe çitinin direğine takılmış çocuk eldiveni kimseyi duygulandırmıyor. Rüzgâr dalların uçlarını evlerin duvarlarına doğru eğerken hafif bir hışırtı duyuluyor. Toz etrafa çökmekle kalmıyor, yaşlı ve kekremsi de kokuyor. Park etmiş bir arabanın tavanının üstünde kenarın dan ısırılmış bir kek görüyorum. Yırtık ambalajı akşam güneşinde hafifçe parlayan kekin park edilmiş arabanın sahibine ait olduğunu sanmıyorum. Öyle olsaydı, arabada oturup rahatça yerdi kekini.

Birinin keki yolda yürürken yediği sırada aniden bir aksilikle karşılaştığını tahmin ediyorum. Bu kişi elindeki keki önüne gelen ilk arabanın tavanına bırakıp tüymek zorunda kaldığına göre, önemli bir terslik çıkmış olmalı. Bu nedenle, kek yiyicisinin kekine geri döneceğini düşünüyorum. Bir yere saklanmıştır ve geri dönmek için fırsat kolluyordur. O güzelim yarım keki bir arabanın tavanına öylece bırakıp gitmeye gönlü elvermez. Şimdi de adamın keki muhtemelen çaldığını ama sonra takip edildiğini ve keki mideye indirirken suçüstü yakalanmaktan kurtulduğunu geçiriyorum aklımdan. Alçak bir çöp kutusunun kenarına oturup park edilmiş bir kamyonetin arkasına saklanıyor ve kek yiyicisinin geri dönmesini bekliyorum. Şunu da belirtmem gerekir ki, mistik olaylarla ilgili hiçbir deneyimim yok. Ama gözlemcilik hayatım boyunca tespit edebildiğim kadarıyla, beni hem büyüleyen hem de teselli eden ve yatıştıran, yarı yarıya dünya dışı hadiseler var. Fazla beklememe gerek kalmadan gerçekleşiyor kurgusal ümidim. Karşı kaldırımdan geçen heyecanlı bir delikanlı arabanın tavanında duran keki alıp yemeye başlıyor. Keki, tam da hırsızlıktan yakalanmaktan kurtulduğu yerde yemek belli ki çok hoşuna gidiyor. Keki nasıl da dişlediğine bakılırsa, bu keki daima, hele hele de kaçma ve suçlanma anlarında kendi malı olarak gördüğü kesin. Gözlemlerim bana beklediğim mutluluğu bahşediyor. Hatta adamın yanına gidip ona şöyle demek istiyorum: Sizin kekiniz ve benim mutluluğum ayrılmaz bir bütün.

Ama adam bunu anlamazdı, tam tersine, belki de kendini yine takip altında hissederdi. Ben adamı gözlemlerken, bir kadın manavın da beni gözlemlediği gözümden kaçmıyor ve bu durum mutluluğumu karmaşıklaştırdığı gibi daha da artırıyor. Kadın manav arkamdaki dökük dükkânında işini yaparken, benim burada sadece kek yiyicisini gözlemlediğimin farkında değil muhtemelen. Benim bir şeyler çalmayı ya da başka bir küçük suç işlemeyi planladığımı sandığını hissediyorum. Olayların böyle üst üste gelmesinden belli bir heyecan duyuyorum. Ben bir kek hırsızını gözlemlerken, biri de benim meyve çalmayı planladığımdan kuşkulanıyor; dolayısıyla, bilinmeyen olaylar arasında bağlantı kuran ve bana anlatılmaz bir paye veren veya yücelten veyahut başka bir gerçekliğe götüren bir bakış zincirinin mucidi olarak görebilirim kendimi şu an. Bir dakika boyunca yaşadığım coşkuyu kelimelere dökmem mümkün değil. Keşke Traudel de yanımda olsaydı. O zaman bu imgeleri ona da göstererek bu başka gerçekliğe onu da katabilir, beni tanımanın insanı zenginleştirdiği fikrine kapılmasını sağlar dım. Oysa bu coşkumu ona daha sonra anlattığımda imgeler soluklaşmış ve canlılıklarını yitirmiş olacaklar. Traudel ’in en sevdiği cümlelerinden biri şu: İki kişiyken yalnız olmak istemiyorum. Bu sözler, haftada hiç olmazsa bir kere benim tara fımdan canlandırılma talebini ifade ediyor. Bu cümle söylendiği zaman ben genellikle susuyorum, Traudel de suskunluğumu zaman zaman suçumu kabullenmem olarak yorumluyor. O zaman da yine susuyorum çünkü her insanın kendi içinde yalnız olduğunu, ayrıca bu yalnızlığın kötü bir şey olmadığını söyleyemiyorum. Kendi içlerinde yalnız olduklarını şiddetle inkâr eden bir sürü insan olduğunu biliyorum, onlardan biri de Traudel.

Kek yiyicisi ayaküstü yediği keki bitiriyor, ben kamyonetin arkasındaki yerimden ayrılıyorum, kadın manav dükkânında gözden kayboluyor. Yeniden gerçekliğe dönüyorum, yani bakış zinciri icat etmenin nasıl bir faaliyet olarak görülebileceğine kafa patlatıyorum. Bir filozof muyum ben yoksa bir estet mi, sessiz sedasız bir iletişimci miyim yoksa kavramsal sanatçı mı? Ve bu eylemlerden birini, beni az çok geçindirecek ve anlamlı bir hayatı yaşadığımdan nihayet emin olmamı sağlayacak bir mesleğe dönüştürmeyi nasıl başarabilirim? Mutsuzluğumun özü de bu soruda yatıyor bir anlamda. Yolu daha fazla uzatmadan hızlı adımlarla eve doğru yürüyorum. 41 yaşındayım, adım Gerhard Warlich ve büyük bir çamaşırhanede organizasyon müdürü olarak çalışıyorum. Görevim, bir yandan iş hacmini artırmak, yıkama tesislerini ve çalışanların mesai saatlerini düzenlemek, diğer yandan işletmemizin taşıtları ile dağıtım şoförlerinin mesai saatlerini tüm kapasitemizin etkin bir biçimde kullanılacağı şekilde koordine ederek müşterilerimizin olabildiğince memnun edilmesini ya da memnuniyetlerinin devamını sağlamak. Oteller, restoranlar, hastaneler, doktor muayenehaneleri ve kirli çamaşır üretimi yüksek kamusal kurumlar için çalışıyoruz. Bu işletmede tam on dört yıl önce, 27 yaşındayken, dağıtım şoförü olarak işe başladım. Felsefe öğrenimimi yeni tamamlamıştım ve eğitim düzeyime uygun bir işi ne üniversitede ne de üniversite dışında bulabilmiştim; ama para kazanmam gerekiyordu, hem de bir an önce; çünkü sekiz yıl boyunca aldığım öğrenim kredisini eğitimimi tamamlar tamamlamaz geri ödemeye mecburdum. Bu durumda ne tür bir iş yaptığım pek de umurumda değildi. Bugün müdürü olduğum işletmede tabiri caizse zoraki bir neşeyle şoför olarak işe başladım. O zamanlar beni işe alan adam çamaşırhanenin sahibiydi ve ne üniversitelerde yaşanan krizden ne de eğitim sayesinde kariyer yapmanın artık boş bir hayal olduğundan haberdardı. İyi de siz doktora yapmış birisiniz, diye hayretler içinde kalmış, beni fazla kalifiye bulduğu için işe almak istememişti. Tabii ki fazla kalifiyeyim bu iş için, demiştim; ama bu benim beceriksiz olduğum anlamına gelmez. İşinde devamlı yükselmiş olan ve yükselmeye de devam eden adamın sonunda aklı buna yatmıştı.

Bir deneyelim bakalım, demişti. Pişman da olmadı nitekim. Mükemmel bir dağıtım şoförü olmakla kalmadım. Çok geçmeden dağıtım şoförleriyle ilgili etkili birkaç rasyonelleştirme önerisinde de bulununca, çamaşırhanenin sahibi, Heidegger üzerine doktora yapmış birinin kendi işletmesinde bile işe yaradığını şaşkınlıkla tespit etmişti. Bu nedenle, işe girdikten bir sene sonra, önce dağıtım planlama (işletmede kısaca “Planlama” denir) şefi, sonra da tüm çamaşırhanenin ve sevkiyatla ilgili bütün işlerin müdürü oldum, hâlâ da öyleyim. Traudel ve ben yedi kiracılı sakin bir apartmanın üç buçuk odalı bir dairesinde oturuyoruz. Apartmanın merdivenlerine ayak basar basmaz, en üst kattaki kiracıların leş gibi kokan spor ayakkabılarının kokusu burnuma vuruyor yine. Muhtemelen üniversite öğrencisi olan bu dört genç, ucuz spor ayakkabılarını akşamüzerleri daire kapısının önüne koyuyor, saatlerce giyilmiş lastiğin ayak teriyle birleşince katlanılmaz bir koku yaptığının ve bu kokunun zemin kata kadar indiğinin farkında bile değiller herhalde. En üst katın kiracılarından bu alışkanlıklarını değiştirmelerini rica etmeme engel olan tek şey, beni kapıcı zannetmelerinden korkmam. Aşağı yukarı on yıldır yaşadığımız daireye girdiğimde saat 17.00ye gelmek üzere. Traudel benden önce de başka bir adamla, bir banka memuruyla, oturuyordu burada. O zamanlar Traudel de banka memuruydu, halen de öyle. Onunla tanıştığımda, stajını yeni tamamlamıştı ve şehir merkezindeki küçük bir şubede çalışıyordu. Birkaç sene sonra banka ona bir teklifte bulundu: İsterse şube müdürü olabilirdi ama ancak taşrada çalışmayı kabul ederse.

Traudel biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. O yüzden her gün arabayla seksen kilometre yol yapıp Hingen adındaki sıkıcı bir kasabaya gidiyor ve akşam yine eve dönüyor. Şehir merkezinde çalıştığım için, arabayı onun kullanmasını, benimse iş yerime yürüyerek gidip gelmemi kararlaştırdık. İlk başta hiç işime gelmedi bu; ama şimdi başka türlüsünü düşünemiyorum bile. Yürümek beni dinlendiriyor, hatta sükûnet ve huzurla dolduruyor içimi. Uzun zaman önce kurulmuş bir avuntu vahası gibi karşılıyor ev beni. Bu vakitte hep klasik müzik konseri yayını yapan radyoyu açıyorum. Gömleğimi ve pantolonumu çıkarıp kanepeye uzanıyorum ve Traudel ’in bir Noel’de bana hediye ettiği kaşmir battaniyeyi üstüme örtüyorum. Daimi huzuru bulmuş bir adamın yüz ifadesiyle kanepede yatıp biraz kestirmem Traudel ’in hoşuna gidecektir. Traudel ’in, sekiz saatlik bir mesaiden ve hemen hemen bir saat süren araba yolculuğundan sonra alışverişle, ev işleri ve akşam yemeğiyle ilgilenecek gücü nereden bulduğu bir muamma benim için. Fakat Traudel ’in her şeye el atma dürtüsü o kadar kuvvetli ki, zaman zaman ben de bunun kurbanı oluyorum. Birlikte yaşamaya karar verdiğimizde, Traudel ’in eski eşyalarımın hemen hemen hiçbirini ortak evimize koymak istemeyişi bugün bile hâlâ rahatsız eder beni. Ne yaptı etti, yalnızca hurdacıya telefon açmamı değil, yıllarca içinde yaşadığım mobilyalarımın tamamının iki adam tarafından büyük bir kamyona yüklenmesine, sonra da bir atık yakma tesisinde yok edilmesine seyirci kalmamı da başardı. Özellikle de böyle anlarda, mobilyalarımın yok edildiğini anımsadığımda, kek yiyicisi ve manav bakış zincirini icat ettiğime şükrediyorum. Benim için bu bakış zinciri, birinci gerçekliğin ardında benim de dahil olduğum ikinci ve üçüncü bir gerçekliğin olduğuna ve eğer şansım yaver giderse, bir gün bunu mesleğim haline getireceğime işaret ediyor.

Maalesef bu nun henüz çok uzağındayım. Şimdiye kadar ancak Neredeyse-Sanatçı olabildim; kolaj yapıyorum, resim çiziyorum, film çekiyorum, nonsens tarzı şiirler yazıyorum ama hiçbirini layığıyla yapmıyorum; demek istediğim, tutkuyla, yani umarsızca yapmıyorum ve kendime (şimdi de olduğu gibi) iki üç haftada bir benim gerçek yeteneğimin ne olduğunu sormak zorunda kalıyorum. Tam zamanında ölememiş bir yaban arısının ağır ağır uçarak duvarlara çarpmasını seyrediyorum. Yaban arısının sendeleyerek uçmasının benim geleceğimin habercisi olduğuna hemen inanıyorum tabii. İkindi vaktinde park etmiş bir kamyonetin arkasında durup kek yiyicisinin dönmesini beklemek, sonra da onunla ve manav kadınla anlamlı bakışmalar kurgulamaktan nasıl bir meslek çıkar ki? Yanıtsız kaldığım bu anların utancının gelip geçici olmasını umut ediyorum. Radyoda bariton Heinrich Schlusnus, Brahms’ın bir şarkısını seslendiriyor. Schlusnus ismi iç dünyama harikulade bir biçimde nüfuz ediyor ve bir an, beni tüm endişelerden kurtarıyor. Yaklaşık dört dakika, yani şarkı sürdüğü sürece, Heinrich Schlusnus isminin bende uyandırdığı duyguların tadını çıkarabilirim artık, üstelik de bundan herhangi bir sonuç beklemeden. Şarkı bittikten sonra spiker, kalın sesli ciddi bir kadın, yeniden söz alıyor; kadının adı sahiden de Astrid Redlich. Astrid Redlich, Heinrich Schlusnus’u uğurluyor! Bu gizli komedi ve hayatın evrensel uyumu karşısında sevinçten haykırasım geliyor. Gerçekte, kanepede yatıyor, parçalanmaya yüz tutmuş fanilama bakıyorum. Jilet gibi gömleğimin altına iyice eprimiş bir fanila giymek hoşuma gidiyor. Hayatta er ya da geç yaşanan ıstırapların bir simgesi fanila. Ayrıca (aslında) benim sanatçılık geleceğime işaret ediyor. Bir giysi sanatçısı olmayı (böyle bir şey varsa eğer), hatta bir çürüme sanatçısı olmayı çok isterdim.

Çözünüp ayrışmaya başlamış giysiler giymeyi seviyorum. Giysilerin epriyip yıpranması sayesinde kişi (hızlıca ve kabaca düşünürsek) kendi yok oluşuna da aşina olur, giderek epriyen giysileriyle üstünde taşıdığı yok oluşu, adım adım hayatına girer. İnsanların eskimiş giys ilerini atmaya bu kadar hevesli olması, lime lime olmuş giysilerin işaret ettiği o süreçleri inkâr etmelerinin bir göstergesi bana göre.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir