Wilkie Collins – Beyazli Kadin

Hikâyeye, Clements Inn’den 1 , Resim Öğretmeni Walter Hartright başlıyor I Okuyacağınız, 2bir kadının sabırla nelere katlanabileceğinin ve bir adamın kararlılığının nelerin üstesinden gelebileceğinin hikâyesidir. Hukuk mekanizmasının, altının ışıltısından karanlığı aydınlatmak için yalnızca ufak bir yardım alarak, her şüpheli davanın aslını ortaya çıkaracağına ve her soruşturmayı yürüteceğine güvenilebilseydi, bu sayfaları dolduran olaylar bir mahkeme salonunda da kamunun dikkatinden paylarına düşeni pekâlâ alabilirlerdi. Ancak hukuk hâlâ, bazı kaçınılmaz durumlarda, kabarık cüzdanların peşinen uşağı olmakta, bu yüzden hikâye ilk kez burada anlatılacak. Olanlar, vaktiyle yargıca nasıl anlatılması gerektiyse şimdi okura öyle anlatılacak. Açıklamaların başından sonuna kayda değer hiçbir olay kulaktan dolma ifadelere dayandırılmayacak. Giriş niteliğindeki bu metnin yazarı, (adı Walter Hartright) kayda geçirilecek olayları, başkalarından daha yakın ilişkili olduğu durumlarda kendisi anlatacak. Yaşadıklarının yetersiz kaldığı noktalarda anlatıcı sıfatından geri çekilecek ve görevini, bıraktığı yerden, söz konusu olaylar hakkında kendi bilgilerine dayanarak tıpkı daha önce onun yaptığı gibi net ve kesin konuşabilecek başkaları devralacak. Böylece, yasaya aykırı davranışlar mahkeme salonunda nasıl birden fazla tanıktan dinlenirse, burada ortaya konan hikâye de birden fazla ağızdan anlatılacak; her iki durumda da amaç aynı: gerçeği daima en kestirme ve anlaşılır şekilde aktarabilmek ve olaylarla en yakından ilişkili iki insanın, art arda gelen her evrede kendi deneyimlerini harfiyen anlatmalarını sağlayarak birbirine bağlı bir dizi olayın gelişimini takip edebilmek. Önce gelin, Walter Hartright’ı, 28 yaşındaki resim öğretmenini dinleyelim. II Temmuzun son günüydü. Uzun sıcak yaz sona eriyordu ve Londra kaldırımlarını arşınlamaktan usanmış bizler, mısır tarlalarının üzerine bulutların düşüreceği gölgelerin ve deniz kıyısındaki güz esintilerinin hayalini kurmaya başlıyorduk. Benim zavallı halime gelince, sona ermekte olan yaz beni sağlığımdan, neşemden ve doğruyu söylemek gerekirse paramdan da etmişti. Geçtiğimiz yıl boyunca mesleğimden elde ettiğim kazancı her zamanki kadar idareli kullanamamıştım ve bu savurganlığım şimdi beni annemin Hampstead’deki yazlık eviyle şehirdeki kendi dairem arasında hesaplı bir sonbahar geçirmeye mahkûm ediyordu. O akşam, hatırlıyorum, hava durgun ve bulutluydu; Londra havası olabildiğince ağır, trafiğin uzak uğultusuysa olabildiğince hafifti, içimdeki küçücük hayat kıpırtısı ve çevremdeki şehrin nabzı gitgide yavaşlayarak, batan güneşle uyum içinde derinlerde kayboluyordu. Okumaktan çok üstünde hayallere daldığım kitabın başından kalktım ve banliyödeki akşam serinliğine kavuşmak için dairemden çıktım.


Akşamı, annemle ve kız kardeşimle geçirmeyi âdet edindiğim, haftanın o iki gecesinden biriydi. Bu yüzden adımlarımı kuzeye, Hampstead yönüne çevirdim. İleride anlatacağım olaylar burada babamın, şu anda yazdıklarımın yaşandığı dönemden birkaç yıl önce öldüğünü ve beş çocuklu bir aileden geriye sadece kız kardeşim Sarah’yla benim kaldığımızı belirtmemi gerektiriyor. Babam da benim gibi resim öğretmeniydi. Çabaları mesleğinde son derece başarılı olmasını sağlamış, eline bakanların geleceklerini temin etmek için duyduğu müşfik kaygılardan ötürü de evlendiği günden başlayarak gelirinin, çoğu insanın gerekli gördüğünden daha büyük bir bölümünü güvence olarak kenara koymuştu. Övgüye değer tutumluluğu ve özverisi sayesinde annem ve kız kardeşim onun ölümünden sonra da o hayattayken olduğu gibi kimseye muhtaç olmadan yaşamaya devam edebilmişlerdi. Onun sosyal ilişkilerini ben devralmıştım ve hayata atılırken beni bekleyen fırsatlardan dolayı ne kadar şükretsem yeriydi. Annemin evinin bahçe kapısına vardığımda sessiz alacakaranlığın ışıkları en yüksek tepelerin üzerinde hâlâ titreşiyordu; aşağıdaki Londra manzarası bu bulutlu gecenin gölgesinde kapkara bir uçuruma gömülmüştü. Çıngırağı çalar çalmaz evin kapısı hızla açıldı; karşıma uşak yerine saygıdeğer İtalyan dostum, Profesör Pesca çıktı ve neşeyle ileri atılarak beni, kulak tırmalayan, yabancı aksanlı bir İngiliz tezahüratıyla karşıladı. Profesör hem şahsından ötürü hem de –izin verin ekleyeyim– benim açımdan resmî bir takdimi hak ediyor. Rastlantılar, onu bu sayfaların yazılmasına neden olan tuhaf aile hikâyemizin başlangıç noktasına oturtuyor. İtalyan dostumla ilk karşılaşmalarım onun kendi dilini, benimse resim yapmayı öğrettiğim bazı muhteşem evlerde gerçekleşti. O zamanlar onun hayat hikâyesiyle ilgili tüm bildiklerim yalnızca bir zamanlar Paduva Üniversitesi’nde çalıştığı, İtalya’dan (istisnasız hiç kimseye anlatmadığı) siyasi nedenlerden dolayı ayrıldığı ve yıllardır Londra’da saygın bir dil öğretmeni olarak çalışıyor olduğundan ibaretti. Sanırım Pesca, bir teşhir salonu 3 dışında gördüğüm, cüce olmayan –zira baştan ayağa orantılı bir bedeni vardı– en ufak tefek insandı. Dış görünüşüyle nerede olsa dikkat çekmesinin ötesinde karakterinin zararsız tuhaflıkları da onu sokaktaki adamdan ayırıyordu.

Bir İngiliz’e benzemek için elinden geleni yaparak, ona bir sığınak ve geçim kapısı sağlamış olan ülkeye minnetini göstermek zorunda olduğunu düşünür gibiydi. Yanında daima şemsiye taşıyarak ve daima tozluk giyip beyaz şapka takarak toplumun gururunu okşamakla yetinmiyor, dış görünüşüyle olduğu kadar alışkanlık ve âdetleriyle de bir İngiliz’e benzemeye can atıyordu. Spora olan düşkünlüğümüzün biz İngilizleri başkalarından ayırdığını düşünen bu küçük adam, tıpkı milli tozluklarımıza ve milli beyaz şapkamıza alıştığı gibi irade gücüyle bütün milli sporlarımıza da alışabileceğine kesin olarak inanıyor, her fırsat bulduğunda yüreğinin tüm saflığıyla, bizim İngiliz oyunlarımızın ve hobilerimizin hepsine doğaçlama katılıyordu. Tilki avında ve kriket sahasında bacaklarını körü körüne tehlikeye attığını görmüştüm, kısa bir süre sonra da Brighton’da, denizde yine bir o kadar körü körüne hayatını tehlikeye attığını gördüm. Orada tesadüfen karşılaşmış, birlikte denize giriyorduk. Kendi milletime özgü bir spor yapıyor olsaydık elbette ki Pesca’ya göz kulak olurdum; ancak suda genellikle yabancılar da kendilerini pekâlâ İngilizler kadar idare edebildiklerinden yüzme sanatının da, Profesör’ün doğaçlama öğrenebileceğine inandığı erkekçe sporlardan biri olabileceği hiç aklıma gelmedi. Her ikimiz de kıyıdan ayrıldıktan kısa süre sonra arkadaşımın bana yetişmediğini görüp durdum ve onu aramak için arkama döndüm. Dehşet ve şaşkınlık içinde kıyıyla aramda tek gördüğüm, bir anlığına suyun üstünde çırpınan, sonra gözden kaybolan iki küçük beyaz kol oldu. Onu kurtarmak için suya daldığımda küçük adam dipte, çakıltaşlarıyla dolu bir çukurda, sessizce kıvrılmış yatıyor, daha önce hiç görmediğim kadar ufalmış görünüyordu. Onu kabine 4 çekerken geçen birkaç dakikada temiz hava onu canlandırdı ve kabinin basamaklarını benim yardımımla çıktı. Yaşam belirtilerinin kısmen yerine gelmesiyle birlikte yüzme konusundaki muhteşem yanılgısı da geri döndü. Dişlerinin birbirine vurması biraz geçip de konuşabildiği zaman boş boş gülümsedi ve bunların, herhalde kramp yüzünden başına gelmiş olduğunu söyledi. İyi kötü kendini toparlayıp sahile, yanıma geldiğinde sıcakkanlı Güneyli yapısı bir anda bütün yapay İngiliz sınırlarını yerle bir etti. Beni en coşkulu sevgi ifadelerine boğdu; abartılı İtalyan tarzıyla bundan böyle emrime amade olacağını ve bir fırsatını bulup o da bana ömrümün sonuna kadar hatırlayacağım bir hizmette bulunana kadar bir daha asla rahat edemeyeceğini açıkladı. Bu maceranın tamamını şakaya vurmakta direterek, Pesca’nın oluk oluk akan gözyaşlarını ve ardı arkası kesilmeyen vaatlerini dindirmek için elimden geleni yaptım; sonunda da tahmin etmiş olduğum gibi bana duyduğu kahredici borçluluk hissini hafifletmeyi başardım.

O zaman ya da daha sonraları, güzel tatilimiz bittikten sonra da, minnettar dostumun o çok arzuladığı bana hizmet etme fırsatının pek yakında çıkacağı, onun bu fırsatı ânında değerlendireceği, böyle yaparak da hayatıma bütünüyle farklı bir yön vereceği ve beni neredeyse kendimi tanıyamayacak kadar değiştireceği hiç aklıma gelmemişti. Ama öyle oldu işte. Eğer Profesör Pesca suyun altında, çakıldan yatağında yatarken onu kurtarmak için suya dalmış olmasaydım, büyük olasılıkla bu sayfalarda anlatılacak hikâyeyle hiçbir ilgim olmayacaktı; her an aklımda olan, tüm enerjimi emen ve şu anda hayatımın amacını belirleyen tek yol göstericim haline gelmiş olan o kadının belki de adını bile duymamış olacaktım. III Annemin evinin kapısında karşılaştığımızda Pesca’ nın yüzü ve tavırları olağandışı bir şey olduğunu anlamama fazlasıyla yetti. Buna rağmen ondan hemen bir açıklama beklemek boşunaydı. Beni iki eliyle tutmuş içeriye çekerken (âdetlerimi bildiğinden) o gece o eve benimle buluşmak için geldiğini ve bana verecek olağanüstü iyi bir haberi olduğunu kestirebiliyordum yalnızca. İkimiz de salona paldır küldür ve pek de akıllı uslu sayılmayacak bir şekilde daldık. Annem açık pencerenin önünde oturmuş gülüyor ve yelpazeleniyordu. Pesca’yı başka türlü severdi, onun en çılgınca tuhaflıklarını bile her zaman hoşgörüyle karşılardı. Mekânı Cennet olsun! Profesör’ün, oğluna derinden ve minnetle bağlı olduğunu anladığı ilk andan beri Pesca’ya yüreğini sınırsızca açmış, onun insanı şaşırtan tuhaflıklarını anlamaya bile çalışmadan doğal karşılamıştı. Tuhaf ama kız kardeşim Sarah genç olmasına rağmen daha katıydı. Pesca’nın pırıl pırıl kalbinin hakkını teslim ediyor, ama annemin yaptığı gibi benim hatırım için onu öyle kayıtsız şartsız da kabullenemiyordu. Görgü kurallarına sıkı sıkıya bağlı oluşu, Pesca’nın dış görünüşe karşı doğuştan duyduğu aşağılamayla sürekli çatışıyordu, annesinin bu tuhaf küçük yabancıya duyduğu yakınlığıysa her zaman çok da üstü kapalı olmadan yadırgıyordu. Yalnızca kız kardeşim değil, başkaları söz konusu olduğunda da, biz genç kuşağın bazı büyüklerimiz kadar içtenlikli ve art niyetsiz olmadığımızı gözlemlemişimdir. Keyif almayı bekleyen yaşlı insanların heyecanlandıklarına, yanaklarının kızardığına sık sık tanık olurum, oysa bu beklenti ciddi tavırlı torunlarının sakinliklerini hiç bozmaz.

Acaba bizler de bugün, büyüklerimizin gençliklerinde olduğu kadar has gençler miyiz? Eğitimde büyük ilerleme kaydedilirken belki de fazla uzun bir adım mı atılmıştı; günümüzde bizler çok iyi yetiştirilmiş, ancak bu dünyada zerre kadar değeri olmayan varlıklar mıydık? Bu sorulara kesin yanıtlar vermeye kalkışmadan, en azından şu kadarını söyleyebilirim; ne zaman annem ve kız kardeşimi Pesca’yla bir arada gördüysem, hep ikisinin arasında daha genç olanın annem olduğunu düşünmüşümdür. Örneğin bu kez de, salona çocukça yuvarlanarak girişimize annem içtenlikle gülerken Sarah, Profesör’ün beni kapıda karşılamak için telaşla hamle yaparken masadan düşürdüğü çay fincanının parçalarını topluyordu. “Biraz daha geciksen ne olacaktı bilmiyorum, Walter”, dedi annem, “Pesca sabırsızlıktan, ben de meraktan adeta deliye döndük. Profesör’ün müthiş bir haberi varmış, seninle ilgili olduğunu söylüyor ve arkadaşı Walter gelene kadar bize en ufak bir ipucu vermeyi bile insafsızca reddetti.” “Çok can sıkıcı, takım bozuldu,” diye kendi kendine homurdandı, aklı tamamen kırık fincanın parçalarında olan Sarah. Bunlar konuşulurken Pesca, çanak çömleğe vermiş olduğu onarılmaz zarardan habersiz, neşe ve telaş içinde, üçümüze de topluluk önünde konuşma yapan biri gibi karşıdan bakabilmek için geniş bir koltuğu odanın karşı ucuna çekiyordu. Sırtını bize çevirmiş olduğu koltuğa zıplayarak çıkıp dizlerinin üstüne oturdu ve o uyduruk kürsüden üç kişilik küçük topluluğuna heyecanla seslendi. “Şimdi, sevgili canlarım,” diye başladı Pesca (ne zaman “değerli dostlarım” demek istese “sevgili canlarım” derdi), “beni dinleyin. Vakit geldi, müjdemi veriyorum, sonunda anlatıyorum.” “Dikkat, dikkat!” dedi annem, şakaya ayak uydurarak. “Sıra en güzel koltuğun sırtını kırmasına geldi anne,” diye mırıldandı Sarah. Pesca değersiz şahsımdan hararetle bahsederek, “Geçmiş günlere dönüyorum ve Tanrı’nın yarattığı en asil varlığa sesleniyorum,” diye konuşmasına koltuğun üzerinden devam etti. “O, beni (kramp yüzünden) denizin dibinde ölü yatarken bulmuş, çekip suyun üstüne çıkarmıştı. Peki, kendime gelip giysilerime kavuşunca ne demiştim ben?” “Gerekenden çok daha fazlasını,” diye karşılık verdim olabildiğince kararlı bir tavırla, çünkü bu konuyla ilgili en ufacık cesaretlendirme bile istisnasız her defasında Profesör’ün sinirlerinin boşanmasına ve oluk oluk gözyaşı dökmesine sebep oluyordu. “Demiştim ki,” diye ısrarla devam etti Pesca, “hayatımın sonuna kadar sevgili arkadaşımın, Walter’ın emrindeyim, nitekim öyleyim.

Dedim ki, Walter için bir iyilik yapma fırsatını yakalayana kadar asla rahat etmeyeceğim, bu mutlu güne kadar da içim hiç rahat etmemişti. Şu anda,” diye en üst perdeden haykırdı bu küçük adam, “mutluluğum adeta ter gibi derimin her gözeneğinden fışkırıyor çünkü sonunda o fırsat elime geçti ve artık söylenecek tek söz kalıyor. O da: Tamam mıdır, tamamdır!” Burada, Pesca’nın giyim kuşamı, davranışları ve zevkleriyle olduğu kadar kullandığı dil açısından da tam bir İngiliz’e benzemekten gurur duyduğunu belirtmekte fayda var. En yaygın deyimlerden birkaçını kapar, onları aklına estikçe konuşmasının orasında burasında kullanır, seslerinin tadını çıkarırken anlamlarını bilmediği için onları kendince karışık kelime ve tekrarlara çevirir ve sanki hepsi tek bir uzun heceden oluşmuş gibi birbiri arkasına dizerdi. “Anavatanımın dilini öğrettiğim seçkin Londra evlerinden biri,” diyerek uzun zamandır ertelediği açıklamasına başladı Profesör, “hayli seçkin bir tanesi, Portland denen o büyük yerde. Hepiniz neresi olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Evet, evet, elbette. Bu seçkin evde, sevgili canlarım, seçkin bir aile yaşıyor. Sarışın ve şişman bir anne, sarışın ve şişman üç genç hanım, sarışın ve şişman iki genç bey ve hepsinden daha sarışın ve daha şişman bir de baba, yaman bir tüccar, altın içinde yüzüyor; bir zamanlar hoş bir adammış, ama kabak kafası ve gıdısıyla artık hoşluğu kalmamış. Şimdi dinleyin! Bu genç hanımlara ulu Dante’yi okutuyorum ve ah Tanrım,Tanrı acısın halime, ulu Dante’nin bu genç hanımların üçünün de aklını nasıl karıştırdığını anlatabilmem mümkün değil! Zararı yok, zamanı gelince anlarlar, ayrıca daha fazla ders benim işime gelir. Şimdi, dinleyin!. Bu genç hanımlara bugün her zamanki gibi Dante’yi okuttuğumu hayal edin. Dördümüz birden Dante’nin, Cehennem’ine inmişiz. Yedinci Dairede’yiz 5 ama bunun önemi yok; sarışın ve şişman bu genç hanımlara bütün daireler bir, yine de öğrencilerim Yedinci Daire’de takılıp kalıyorlar ve ben onları tekrar düze çıkarabilmek için okuyorum, anlatıyorum, anlamsız bir hevesle nefessiz kalıp kıpkırmızı kesiliyorum, o sırada dışarıdaki holde bir çizme sesi duyuluyor ve para babası, kabak kafalı ve gıdılı o yaman tüccar içeri giriyor. Ya! Sevgili canlarım, artık neredeyse asıl konuya geldim. Buraya kadar iyi dinlediniz mi? Yoksa içinizden, şansa bak, Pesca da amma uzattı bu gece mi diyorsunuz?” Hepimiz ilgiyle dinlediğimizi belirttik.

Profesör devam etti: “Para babası elinde bir mektup tutuyor, bizi Cehennem katında dünyevi konularla rahatsız ettiği için özür diledikten sonra üç genç hanıma dönüyor ve konuşmaya siz İngilizlerin her lafa başlarken mutlaka söylemesi gereken o kutsal sözle başlıyor, koca bir ‘Ah,’ ile. ‘Ah, canlarım,’ diyor yaman tüccar, ‘bu mektup, dostum Mr. Bilmemkimden geliyor,’ (ismini şu anda anımsayamıyorum ama önemi yok, sonra söylerim, evet, evet, tamamdır, tamam). Baba diyor ki, ‘Dostumdan bir mektup geldi, ona sayfiyedeki evine gidecek bir resim öğretmeni önermemi istiyor.’ İşe bak! Para babasının bunları söylediğini duyduğumda hani boyum yetecek olsa, kollarımı boynuna dolayıp onu göğsüme bastırarak minnetle uzun uzun sarılmam gerekirdi! Ama yalnızca oturduğum yerde zıpladım. Diken üstünde oturur gibiydim, konuşmak için yanıp tutuşuyordum, ama dilimi tutup, bıraktım baba devam etsin. ‘Belki sizler,’ diyor bu para babası, arkadaşının mektubunu elinde evirip çevirerek, ‘canlarım, belki sizler önerebileceğim bir resim öğretmeni biliyorsunuzdur.’ Üç hanım birbirlerine bakıyorlar, sonra da (olmazsa olmaz ‘Ah!’ ile başlayarak) ‘Ah, canım babacığım, bilmiyoruz! Ama Mr. Pesca burada…’ Adım geçince artık daha fazla dayanamıyorum, aklıma sizler geliyorsunuz, sevgili canlarım, koltuğumun altında diken bitmiş gibi ayağa fırlıyorum, yaman tüccara dönüyorum ve diyorum ki, (siz İngilizlerin deyimiyle), ‘Sayın Sir, istediğiniz adam elimde! Dünyanın en iyi ve en önde gelen resim öğretmenidir! Tavsiye mektubunu bu akşam yazın, kendisini de varıyla yokuyla (yine siz İngilizlerin deyimiyle, nasıl ama?) yarınki trenle yollayın!’ ‘Durun, durun,’ diyor baba, ‘bir İngiliz mi, yoksa bir yabancı mı?’ ‘Sapına kadar İngiliz,’ diye karşılık veriyorum. ‘Saygın biri mi?’ diye soruyor baba. ‘Sir,’ diyorum (bu son soru beni öfkeden çıldırtıyor, bu kadar içli dışlı olmak yeter), ‘Sir! Bu İngiliz’in damarlarında dâhi kanı akıyor, dahası da var, bu kan ondan önce de babasında akardı!’ ‘Onu boşverin,’ diyor medeniyetsiz para babası, ‘dehasını boşverin, Mr. Pesca. Beraberinde saygınlık yoksa biz bu ülkede deha istemiyoruz, saygınlık varsa işte o zaman memnun oluruz, hem de çok memnun oluruz. Arkadaşınız referans gösterebilir mi, tavsiye mektupları var mı?’ Kayıtsız bir el işaretiyle, ‘Mektuplar mı?’ diyorum. ‘Hah! Ne diyorsunuz! Olmaz mı! Bir yığın mektup, dosyalar dolusu referans, istediğiniz kadar.

’ ‘Bir iki tane yeter,’ diyor bu soğuk ve paralı adam. ‘Adı ve adresiyle birlikte bana yollasın onları. Ve durun, durun Mr. Pesca, arkadaşınıza gitmeden önce yanınıza bir not alsanız iyi olur.’ ‘Banknot mu!’ diyorum öfkeyle. ‘Benim muhteşem İngilizim hakkıyla kazanana dek banknot falan yok, izin verirseniz,’ ‘Banknot mu!’ diyor baba şaşkınlık içinde, ‘Banknottan söz eden kim? Koşulları sıralayan bir pusula demek istedim ben, kendisinden beklenenlerin listesi. Dersinize devam edin, Mr. Pesca, ben de arkadaşımın mektubundan gereken bilgileri size vereyim.’ Mal ve servet sahibi adam kâğıt kalem ve mürekkep başına oturuyor, ben de tekrar Dante’nin ‘Cehennem’ine iniyorum, üç genç hanım da peşimden geliyor. Pusula on dakika içinde hazır oluyor ve babanın çizmeleri dışarıdaki holde gıcırdayarak uzaklaşıyor. Şerefim üzerine yemin ederim, işte ondan sonrasını bilmiyorum! Sonunda istediğim fırsatı yakaladığım, sevgili dostuma minnet borcumu ödemek üzere olduğum düşüncesi beni sevinçten sarhoş etti. O Cehennem katından genç hanımlarımı ve kendimi nasıl çekip çıkardım, sonra diğer işlerimi nasıl hallettim, iki lokma akşam yemeği nasıl boğazımdan geçti hiç bilmiyorum. Elimde yaman tüccarın mektubuyla buradayım ya işte, bu bana yeter; bizzat karşınızdayım, heyecanlı ve çocuklar gibi şenim! Ha ha ha! Tamam, tamam; işte tamamdır!” Profesör, bu noktada koşulların yazılı olduğu pusulayı başının üstünde havada salladı ve uzun, akıcı öyküsünü kulak tırmalayan, yabancı aksanlı bir İngiliz tezahüratıyla bitirdi. Annem, kızarmış yanakları ve parlayan gözleriyle Pesca sözünü bitirir bitirmez ayağa fırladı. Küçük adamın ellerini sevgiyle yakaladı.

“Sevgili, güvenilir Pescam,” dedi, “Walter’ı gerçekten sevdiğinden hiç kuşku duymamıştım, ama şimdi buna her zamankinden de çok inandım!” “Hepimiz, Profesör Pesca’ya Walter adına minnettarız,” diye ekledi Sarah. Konuşurken, sıra ona gelince koltuğa yanaşmak niyetiyle yerinden kalkar gibi oldu, ama Pesca’nın kendinden geçercesine annemin ellerini öptüğünü görünce ciddileşti ve eski yerini aldı. Pesca’nın iyi niyetini minnetle karşılamış, duygulanmış olsam da önüme sunulan iş imkânı beni yeterince heyecanlandırmamıştı. Pesca annemin ellerini bıraktıktan sonra kendisine bana aracılık ettiği için içtenlikle teşekkür ettim ve saygıdeğer patronunun incelemem için hazırladığı pusulaya bakmak için izin istedim. Pesca, zafer kazanmış gibi abartılı bir el hareketiyle uzattığı kâğıdı bana verdi. “Oku!” dedi küçük adam kral edasıyla, “Seni temin ederim ki dostum, para babası söylenecek her şeyi fazlasıyla söylemiş zaten.” Pusula, ne olursa olsun, açık, anlaşılır ve ayrıntılıydı. Beni şu konularda aydınlatıyordu: Birincisi, Cumberland’deki Limmeridge Malikânesi’ nin sahibi Mr. Frederick Fairlie, dört aylığına adamakıllı yetenekli bir resim öğretmeni tutmak istiyordu. İkincisi, öğretmenden beklenecek hizmetler iki türden olacaktı. İki genç hanıma suluboya resim yapmayı öğretecek, boş zamanlarını da bütünüyle ihmal edilmiş durumdaki değerli bir resim koleksiyonun restorasyonu ve çerçevelenmesine ayıracaktı. Üçüncüsü, bu görevleri üstlenecek ve layıkıyla yerine getirecek kişiye ödenecek ücret haftada dört guinea 6 olacaktı, bu kişi Limmeridge Malikânesi’nde kalacak ve kendisine beyefendi muamelesi edilecekti. Dördüncü ve son olarak, kişilik özelliklerine ve yeteneklerine dair kusursuz referanslar gösteremeyecek birinin bu işe başvurmasına gerek yoktu. Tavsiye mektupları Mr. Fairlie’nin gerekli tüm düzenlemeleri yapmaya yetkili olan Londra’daki arkadaşına gönderilecekti.

Bu açıklamaları Pesca’nın Portland’daki işvereninin adı ve adresi takip ediyordu ve pusula bu şekilde sona eriyordu. Böyle bir iş teklifinin vaat ettikleri hiç kuşkusuz çok çekiciydi. İş hem kolay hem de zevkli görünüyordu; bana sonbaharda, yılın en boş olduğum zamanında teklif edilmişti ve kişisel meslek deneyimime dayanarak bunun şaşırtıcı derecede cömert bir teklif olduğunu söyleyebilirdim. Bunu biliyordum, teklif edilen işi alabilirsem kendimi çok şanslı saymam gerektiğini biliyordum, ama yine de pusulayı okur okumaz bu işe karışmak konusunda açıklayamayacağım bir isteksizlik duydum. Daha önce görevimle isteğimin bu kadar sancılı ve açıklanamaz bir çelişki içinde oluşuna hiç rastlamamıştım. “Ah, Walter, babanın hiç böyle bir şansı olmamıştı!” dedi annem, pusulayı okuyup bana geri verdikten sonra. “Ne kadar seçkin kişiler tanıyacaksın,” dedi Sarah, koltuğunda doğrularak, “hem de eşit tutulacağın koşullarda olması ne kadar sevindirici!” “Evet, evet, koşullar, her açıdan oldukça çekici,” diye yanıtladım sabırsızlıkla. “Ama tavsiye mektuplarımı yollamadan önce düşünmek için biraz zaman istiyorum.” “Düşünmek mi!” dedi annem hayretle. “Daha neler Walter, neyin var senin?” “Düşünmek mi!” diye tekrarladı kız kardeşim. “Bu koşullarda, ne beklenmedik bir söz!” “Düşünmek mi!” diye konuşmaya katıldı Profesör. “Neyi düşüneceksin? Bana şunu söyle: Sağlığından yakınıp durmuyor muydun, kendi deyiminle bir tutam sayfiye esintisinin özlemini çekmiyor muydun? İşte! Elinde tuttuğun kâğıt sana dört ay boyunca ciğerlerine aralıksız, dolu dolu sayfiye esintisi çekmeni öneriyor. Öyle değil mi? Ha? Ayrıca para istiyorsun. İşte! Haftada dört guinea az şey mi? Olur şey değil! Bana verseler ya, çizmelerim para babasının çizmeleri gibi, onlarla yürüyen adamın müthiş zenginliğini hissettirecek şekilde, şıkırdar! Haftada dört guinea, dahası iki genç hanımın arkadaşlığı, dahası yatağın, kahvaltın, akşam yemeğin, muhteşem İngiliz çayları, öğle yemekleri, köpüren biralar, hepsi bedava, amanın, Walter, sevgili dostum, –vay canına– ömrümde ilk kez sana hayret ediyorum!” Annemin tutumum karşısındaki gözle görülen şaşkınlığı da, Pesca’nın yeni işin bana sağlayacaklarını hararetle sayıp dökmesi de Limmeridge Malikânesi’ne gitmek için duyduğum mantıksız isteksizliği üstümden atmama yaramadı. Cumberland’e gitmemek için aklıma gelen her türlü ufak tefek itirazı sıraladıktan ve bu itirazların, beni bozguna uğratarak tek tek çözümlendiklerini duyduktan sonra ben, Mr.

Fairlie’nin genç kızlarına doğa manzaraları çizmeyi öğretirken Londra’daki öğrencilerime ne olacağını sorarak son bir engel ileri sürmeyi denedim. Bunun cevabı ortadaydı, öğrencilerimin çoğu sonbahar yolculuklarına çıkmış olacaklardı, evde kalan küçük bir kısmı ise daha önce benzer bir durumda öğrencilerini devraldığım bir meslektaşıma emanet edilebilirdi. Kız kardeşim bu beyefendinin içinde bulunduğumuz mevsim boyunca şehir dışına çıkmak istersem hizmetimde olduğunu özellikle belirttiğini hatırlattı, annem boş bir kaprisin çıkarlarımın ve sağlığımın önüne geçmesine izin vermememi önemle rica etti ve Pesca da yürek parçalayıcı bir tavırla hayatını kurtaran adama sunabildiği ilk hizmeti geri çevirerek kalbini kırmamam için yalvardı. Bu serzenişlerin altında yatan samimiyet ve sevgi, yapısında bir damlacık iyilik bulunan her insanı etkilerdi. Açıklanamaz huysuzluğumun önüne geçemesem de en azından ondan utanacak ve tartışmayı, uzatmadan, benden istenenlerin hepsini yapacağıma söz vererek tatlıya bağlayacak kadar erdem sahibiydim. Akşamın geri kalanı pek yakında iki genç hanımla Cumberland’de yaşayacağım hayata dair esprili tahminler yaparak oldukça neşeli geçti. Pesca, hayret verici bir şekilde boğazından geçtikten beş dakika sonra beynine ulaşan milli içkimiz grog’un 7 etkisiyle birbiri ardına konuşmalar yaparak annemin, kız kardeşimin, benim, Mr. Fairlie’nin ve iki genç hanımın sağlıklarına kadeh kaldırarak, hemen ardından da gülünç bir tavırla hepimiz adına teşekkürleri yine kendi dile getirerek tam bir İngiliz sayılması gerektiğini ileri sürdü. “Sana bir sır vereyim, Walter,” dedi küçük dostum birlikte eve yürürken, “ne kadar iyi bir konuşmacı olduğumu hatırladıkça çok heyecanlanıyorum. Tutkuyla yanıp tutuşuyorum. Bir gün, sizin yüce Parlamentonuza gireceğim. Hayattaki en büyük hayalim Saygıdeğer Parlamento Üyesi Pesca olabilmek!” Ertesi sabah, tavsiye mektuplarımı ve referanslarımı Profesör’ün Portland denen yerdeki patronuna gönderdim. Üç gün geçti ve için için sevinerek belgelerimin yeterince açık bulunmadığı sonucuna vardım. Ancak, dördüncü gün yanıt geldi. Yanıtta, Mr.

Fairlie’nin hizmetlerimi kabul ettiği haber veriliyor ve Cumberland’e gitmek üzere derhal yola çıkmam isteniyordu. Yolculuğumla ilgili gerekli tüm bilgiler özenli ve anlaşılır şekilde yazılmış; mektubun sonuna bir not olarak eklenmişti. Londra’dan ertesi gün erkenden ayrılmak üzere, hayli isteksizce, hazırlıklarımı yaptım. Akşama doğru, bir yemek davetine gitmekte olan Pesca, bana hoşça kal demek için uğradı. “Yokluğunda şunu düşünerek gözyaşlarıma engel olacağım,” dedi keyifle Profesör, “sana, kısmetine giden ilk kapıyı açan benim uğurlu elim oldu. Git, dostum! Tanrı aşkına, yağmur yağarken (siz İngilizlerin deyimiyle) küpünü doldurmaya bak. İki genç hanımdan biriyle evlen; Saygıdeğer Parlamento Üyesi Hartright ol ve merdivenin en üst basamağına vardığında tüm bunları en dipteki Pesca’nın yapmış olduğunu anımsa!” Küçük dostumun ayrılırken yaptığı bu şakaya onunla birlikte gülmeye çalıştım, ama içimden gelmiyordu. Pesca bu hoş veda sözlerini söylerken içimde bir şeylerin neredeyse canımı acıtacak kadar sarsıldığını hissettim. Tekrar yalnız kaldığımda, Hampstead’deki eve kadar yürüyüp annemle ve Sarah’yla vedalaşmak dışında yapmam gereken hiçbir şey kalmamıştı. IV Gün boyu bunaltıcı bir sıcak vardı, şimdi de gece boğucu ve nemliydi. Annem ve kız kardeşim son dakikada söyleyecek o kadar çok şey bulmuş, bir beş dakika daha kalmam için o kadar çok ısrar etmişlerdi ki uşak arkamdan bahçe kapısını kilitlediğinde neredeyse gece yarısı olmuştu. Londra’ya giden en kestirme yolda birkaç adım attıktan sonra durdum. Yıldızsız, lacivert gökyüzünde tabak gibi bir dolunay vardı ve fundalığın engebeli zemini bu esrarengiz ışıkta, altında uzanan büyük şehirden yüzlerce kilometre uzaktaymış gibi ıssız görünüyordu. Londra’nın sıcağına ve kasvetine gereğinden önce karışmak hiç içimden gelmedi. O sırada ruhumu ve bedenimi saran huzursuzlukla havasız dairemde yatarsam ağır ağır boğulacakmışım gibi geldi.

Eve, temiz havada gezine gezine, mümkün olan en dolambaçlı yoldan gitmeye karar verdim; ıssız fundalık boyunca kıvrılan beyaz patikaları izleyecek; Finchley Yolu’na çıkıp Londra’ya en ferah banliyöden yaklaşacak; böylece sabah serinliğinde Regent’s Park’ ın batısına dönmüş olacaktım. Manzaranın ilahî durgunluğunun tadını çıkararak ve dört yanımda, fundalığın engebeli zemini boyunca birbirini kovalayan yumuşak ışık oyunlarını hayranlıkla izleyerek ağır ağır aşağı iniyordum. Gece yürüyüşümün bu ilk ve en zevkli bölümü boyunca zihnim manzaranın uyandırdığı izlenimlere teslim olmuştu, pek bir şey düşünmüyordum, hatta farkında olduğum kadarıyla hiçbir şey düşündüğüm söylenemezdi. Ancak fundalıktan çıkıp görülecek şeylerin azaldığı yan yola saptığımda, işimde ve alışkanlıklarımda pek yakında meydana gelecek olan değişiklikler zihnimi gitgide daha fazla meşgul etmeye başladı. Yolun sonuna geldiğimde tamamen, Limmeridge Malikânesi, Mr. Fairlie ve pek yakında suluboya resim yapmayı öğreteceğim iki genç hanımla ilgili hayallere dalmıştım. Artık dört yolun kesiştiği o noktaya varmıştım; bulunduğum, Hampstead’e giden yol, Finchley’e ve Batı Karayolu’na giden yollar ve Londra’ya dönüş yolu. Hiç düşünmeden bu son yola girmiş, Cumberland’li genç hanımların neye benzediklerini düşünerek ıssız şosede ağır ağır yürüyordum; birden arkamdan omzuma bir elin hafifçe dokunmasıyla olduğum yerde kaldım. Bastonumu sıkı sıkı kavrayarak hemen arkama döndüm. Orada, geniş, parlak şosenin ortasında, adeta o anda yerden bitmiş ya da gökten düşmüş gibi, tepeden tırnağa beyazlar giymiş, tek başına bir kadın duruyordu; başını eğmiş ciddiyetle yüzümü inceliyor, eliyle de Londra’nın üstündeki kara buluta işaret ediyordu. Bu sıra dışı hayaletin gecenin o saatinde, o ıssız yerde karşıma böyle aniden çıkıvermesi beni o kadar şaşırtmıştı ki ne istediğini soramadım. İlk konuşan bu tuhaf kadın oldu: “Londra’ya giden yol bu mu?” O bana bu garip soruyu sorarken ben de inceden inceye onu süzüyordum. Saat bire geliyordu. Ay ışığında net olarak seçebildiklerim sivri çeneli, ince, solgun, genç bir yüz; hüzünlü bir dikkatle bakan, iri, ciddi, gözler; gergin, belirsiz dudaklar ve açık kestane rengi saçlardan ibaretti. Halinde tuhaf ve abartılı hiçbir şey yoktu: Sakin ve ölçülüydü, biraz hüzünlü biraz da kuşkuluydu; tam anlamıyla bir hanımefendi olduğu söylenemezdi ama alt tabakadan bir kadına da benzemiyordu.

Azıcık duymuş olduğum kadarıyla sesinin tuhaf bir dingin ve mekanik tınısı vardı; epey hızlı konuşuyordu. Elinde küçük bir çanta vardı; üstü başı, hepsi beyaz olan beresi, şalı ve elbisesi, tahminimce çok kaliteli ya da pahalı malzemeden değildi. İnce yapılıydı, boyu ortalamanın epey üzerindeydi. Loş ışıkta ve karşılaştığımız olağanüstü şaşırtıcı koşullarda onunla ilgili seçebildiklerim bunlardan ibaretti. Nasıl bir kadın olduğuna, gece yarısından bir saat sonra şosede tek başına ne yaptığına dair hiçbir fikrim yoktu. Emin olduğum tek şey, saat kuşku uyandıracak kadar geç, bulunduğumuz yer kuşku uyandıracak kadar ıssız olsa da dünyanın en kaba saba adamının bile onun konuşmasına yanlış bir anlam yükleyemeyeceğiydi. Hiçbir sabırsızlık belirtisi göstermeden, daha da alçak sesle ve çabucak, “Duydunuz mu beni? Londra’ya giden yol bu mu diye sordum,” dedi. “Evet,” diye yanıt verdim. “Bu yol St. John’s Wood’a, Regent’s Park’a çıkar. Size daha önce yanıt veremediğim için kusuruma bakmayın. Yola aniden çıkışınız beni hayli şaşırttı, şimdi bile, bunu hâlâ anlayamıyorum.” “Kötü bir şey yapmış olduğumdan kuşkulanmıyorsunuz, değil mi? Hiçbir şey yapmadım ben. Başıma bir iş geldi; bu geç saatte burada yalnız olmam büyük talihsizlik. Neden kötü bir şey yaptığımdan kuşkulanıyorsunuz?” Bunları gereksiz bir içtenlik ve gerginlikle söyleyip benden birkaç adım uzaklaştı.

Onu rahatlatmak için elimden geleni yaptım. “Rica ederim, sakın sizden kuşkulandığımı düşünmeyin,” dedim, “ya da size elimden gelen yardımı etmekten başka bir niyetim olduğunu. Aniden ortaya çıkıvermeniz beni şaşırttı, çünkü sizi görmemden hemen önce yol bana boş görünmüştü.” Beyazlı Kadın dönüp Londra ve Hampstead’e giden yolların kesiştiği yeri gösterdi, çalılıklardaki bir aralığı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir