William Golding – Gecis Ayinleri

Saygıdeğer Vaftiz Babacığım, Sizin için tutmaya başladığım günlüğe bu sözlerle başlıyorum, daha uygun bir başlangıç olabilir miydi! Pekâlâ. Yer: Nihayet geminin güvertesi. Yıl: Zaten biliyorsunuz. Tarih mi? Kuşkusuz, önemli olan şu ki bugün dünyanın öbür ucuna yapacağım yolculuğun ilk günü; bunu belirtmek için sayfanın başına biraz önce “bir” rakamını koydum. Ne de olsa şimdi yazacaklarım, birinci günümüzde neler olduğuyla ilgili. İngiltere’nin güneyinden Avustralya’ya uzanan yolculuğumuz boyunca dört mevsimi de yaşayacağımızdan, hangi ayda ya da haftanın hangi gününde olduğumuzun pek bir anlamı yok. Bu sabah evden ayrılmadan önce küçük kardeşlerimi görmeye gittim, yaşlı Dobbie’yi canından bezdirmişler vallahi! Genç Lionel, Aborjin savaş dansını yapacağım diye ortalığı birbirine kattı. Genç Percy sırtüstü uzanıp midesini ovuştururken bir yandan da beni yemiş olmasının karnını ne denli ağrıttığım göstermek için acayip iniltiler çıkarıyordu! Birer tokatta ikisini de yola getirip adam gibi üzülmelerini sağladıktan sonra, beni beklemekte olan annemin ve babamın yanına indim. Annemin döktüğü bir iki damla gözyaşının ardından çıkıp gittim mi? Ah, ne gezer! Onun halini görür görmez göğsümde pek de erkekçe sayılmayacak bir sıcaklık peyda oldu. Babam bile… Sanıyorum biz ailecek, Fielding 1 ve Smollett’ın 2 neşeli tarzından çok, duygusal Goldsmith 3 ve Richardson’ın 4 tarzını benimsemişiz. Benim için okunan duaları bir duysalar, lort cenaplarının dahi koltukları kabarırdı; o kadar üzülüyorlardı ki, sanki majestelerinin kolonilerinden birinin valisine idari işlerde yardım etmeye giden genç bir beyefendi değil, zincire vurulmuş ölüme giden bir mahkûmdum. Ebeveynlerimin hislerini böyle açıkça göstermeleri ve tabii benim de karşılık vermem, kendimi çok daha iyi hissetmemi sağladı. Vaftiz oğlunuz gerçekten çok sağlam bir adamdır. O coşkuyla kulübeleri geçerken, değirmenin oradan dönerken, adeta ayaklarım yerden kesilmişti! Her neyse, konuya dönelim: Artık güvertedeyim. Gençliğinde İngiltere’nin en heybetli ahşap kalelerinden biri olan geminin, kavisli ve katran kaplı karnına tırmandım.


Basık bir kapıdan geçerek bir güvertenin karanlığına girdim ve daha ilk soluk alışımda öğürdüm. Aman Tanrım, o ne iğrenç kokuydu öyle! İçerideki yapay alacakaranlıkta telaşlı bir koşuşturmadır gidiyordu. Uşağım olduğunu söyleyen bir adam önüme düşüp geminin gövdesine bitişik bir tür kümese götürdü ve burasının benim kamaram olduğunu söyledi. Topallaya topallaya yürüyen, keskin yüz hatlarına sahip, şakaklarında birer tutam ak saç olan yaşlıca bir adam. İki tutam ak saçının arasında cascavlak kellesi pınl pırıl parlıyor. “Eyvahlar olsun, nedir bu koku?” dedim. Burnunu havaya dikti, gözlerini kısıp çevrede gezdirdi, kokuyu görmeye çalışıyor gibiydi. “Koku mu, efendim? Ne kokusu?” Elimle ağzımı burnumu örtmeye çalışırken bir daha öğürerek, “Koku” dedim. “Leş kokusu, lağım kokusu, adı her neyse artık!” Doğrusu neşeli bir adam şu Wheeler. Bana öyle bir gülümsedi ki tepemizdeki basık tavan yarıldı da içeri biraz ışık girdi sandım. “Lordum, efendim!” dedi. “Çok yakında alışacaksınız buna.” “Alışmaya hiç niyetim yok! Nerede bu geminin kaptanı?” Wheeler”ın yüzündeki gülümseme siliniverdi, girmem için kamaranın kapısını açtı. “Kaptan Anderson’ın bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok, efendim” dedi. “Aşağıdaki kum ve çakılın kokusu bu.

Yeni gemilere demirden safra koyuyorlar, ama bu gemi eskidir. Hani şöyle orta yaşlı filan olsaydı, safrayı çoktan çıkarmışlardı. Ama maalesef. Epeyce eskidir yani. Kimse aşağı inip de onlarla uğraşmak istemez. “Tam bir yüzen tabuttayız desene!” Wheeler durup düşündü. “Onu bilemem, efendim, ben de ilk defa biniyorum ne de olsa. Siz beş dakika şöyle oturun, ben biraz konyak getireyim.” Böylece, yeniden söze başlayıp, biraz daha alt güverte havası solumama meydan vermeden çıkıp gitti, işte artık buradayım. Daha konforlu hale getirinceye kadar yaşayacağım bu yerin nasıl bir yer olduğunu anlatayım. Kamaranın içinde, geminin gövdesine yaslanmış, yalağa benzeyen bir ranza ve ranzanın altında da iki tane çekmece var. Bir uçta, indirilince çalışma masası olarak kullanılabilecek olan duvara paralel bir kapak, diğer uçta yelken bezinden yapılmış bir lavabo ve onun altında bir kova. Zorunlu ihtiyaçlarımızı giderebilmemiz için gemide daha kullanışlı yerler olduğunu varsaymam bekleniyor herhalde! Leğenin üstünde ayna konabilecek kadar bir boşluk, ranzanın ayak ucunda kitapların konabileceği iki raf var. Bu seçkin apartman dairesindeki tek hareket ettirilebilecek eşya, yine yelken bezinden yapılmış bir koltuk. Kapıda, göz hizasına gelen yerde bir gözetleme deliği var, buradan biraz ışık sızıyor içeri; kapının iki yanındaki duvarlara ise kancalar takılmış.

Yerde, daha doğrusu güvertede, tam ayak kırmalık oluklar var. Herhalde bu oluklar, geminin her türlü silahı bulundurabilecek kadar yeni ve güçlü olduğu dönemde topların demir tekerleri tarafından açılmış. Kamara yeni görünüyor, ancak tavan -başaltı mı deniyordu?- ve ranzamın yaslanmış olduğu gövde yıpranmış, yarılmış, her yanı kocaman yamalarla dolu. Bir düşünsenize, böyle bir kümeste, bu daracık ağılda yaşamam bekleniyor. Neyse, kaptanla görüşünceye kadar metanetimi koruyarak göğüs gerebilirim bunlara. Sürekli soluk alıp vermekten, kokuya olan duyarlılığımı biraz yitirdim bile, Wheeler’ın kocaman bir bardakta getirdiği konyağın da bu konuda epeyce yardımı oldu. Yarabbim, bu ahşap dünya ne kadar da gürültülüymüş! Demiri almamızı engelleyen lodos, donanımın arasından geçerken uğulduyor, ıslık çalıyor, geminin/bizim (çünkü bu uzun yolculuğu değerlendirip denizciliği en ince ayrıntısına kadar öğrenmek niyetindeyim) sarılı duran yelkenlerimizde gümbürdüyor. Zaman zaman artan yağmur, her seferinde geminin herbir santiminde adeta trampet çalıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bizim güvertenin baş tarafından koyunların melemesi, sığırların böğürmesi, erkeklerin bağrış çağrışları ve kadınların, evet, kadınların canhıraş çığlıkları geliyor! Benim bulunduğum kısım da daha sessiz sayılmaz. Kümesim ya da ağılım, güvertenin bu tarafındaki on kamaradan biri, öbür tarafta da aynı miktarda kamara var. Bu iki dizi kamarayı sadece bir koridor ayırıyor, dümdüz giden bu koridordaki tek engel, heyula gibi yükselen heybetli mizana direğimiz. Wheeler’ın dediğine göre, koridorun kıç tarafında yolculara ayrılmış yemek salonu bulunuyor ve bu salonun her iki yanında zorunlu ihtiyaçlar için ayrılmış odalar var. Koridordan bulanık figürler gelip geçiyor ya da ikişerli üçerli toplaşmış konuşuyor. Herhalde bunlar da (yani biz) yolcular. Düşünüyorum da, bunun gibi ön saflarda savaşmış eski bir savaş gazisinin nasıl olup da bir yük, hayvan ve yolcu taşıtına dönüştürüldüğünün tek akla uygun açıklaması, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın sefere hazır altı yüz savaş gemisi bulundurmasının yarattığı mali yük olsa gerek.

Az önce Wheeler gelip bir saat sonra, yani saat dörtte yemek yeneceğini haber verdi. Daha konforlu bir yer isteyeceğimi belirtince bir an durup düşündü, sonra bunun pek kolay olmayacağını söyleyerek biraz daha beklememi öğütledi. Çıkacağımız yolculuk için bu kadar yıpranmış bir geminin kullanılmasına serzenişte bulunduğumu duyunca, kolunda peçeteyle kamaramın kapısında dikilirken denizcilik felsefesini elinden geldiğince açık bir şekilde yorumladı: “Lordum, efendim, bu gemi batıncaya kadar yüzecek nasılsa; zaten bir gün batması için inşa edildi.” Bu cümlenin ardından, lostromo ve marangoz dışında herkesin limanda keyif çattığı sefer izni bekleme dönemleri ve ibret-i âlem olsun diye darağacında bırakılmış bir ceset gibi takır takır bir demir zincir yerine eski günlerdeki gibi palamarla gemiyi eğlendirmenin rahatlığı üzerine öyle bir söylev verdi ki, pislik içindeki safrasına kadar yüreğime yerleştirdi gemiyi. Bakırlanmış teknelere binmeyi aklına bile getirmiyordu! Anladığım kadarıyla bu gemi hem içten, hem dıştan ziftlenmiş, bunun ötesinde bir şey kullanılmamıştı, tıpkı gemilerin en eskisi gibi, herhalde ilk kaptanı da Nuh Peygamberin ta kendisiydi! Wheeler’ın çıkmadan önceki son sözü, bu geminin “bir fırtınada diğer yeni ve pahalı gemilere göre çok daha güvenli” olduğuydu. Güvenli! “Çünkü fırtına patlayınca tıpkı eski bir çizme gibi dayanacaktır” diye ekledi. Doğrusunu isterseniz, Wheeler çıktığı sırada konyağın rahatlatıcı etkisinin büyük bir kısmı uçup gitmişti. Bu söylevin ardından iyimserliğim tuttu ve sandıklarım ambara gömülmeden önce yolculuk sırasında ihtiyaç duyabileceğim her şeyi çıkarmam gerektiğini hatırladım. Bu gemide öyle bir karmaşa var ki, bu saçma sapan emri geri alacak bir yetkili bulmaya imkân yok. Bu yüzden ben de boyun eğdim, bazı eşyaları Wheeler”a çıkarttırdım, kitapları kendim toparladım, ardından sandıklarımı almalarına izin verdim. Durum bu kadar komik olmasaydı küplere binerdim herhalde. Gerçi sandıkları alan adamların aralarında konuşma biçimleri çok hoşuma gitti, kullandıkları kelimeler tam bahriyelilere göreydi. Falconer’ın Denizcilik Sözlüğü’nü başucuma koydum, çünkü gemici dilini en az şu gür gür gürleyen adamlar kadar iyi konuşmaya kararlıyım. SONRA İki uzun masaya sıralanarak genişçe bir kıç penceresinden sızan ışıkta, tam bir curcuna eşliğinde yemeğimizi yedik. Kimsenin bir şeyden haberi yoktu.

Tek bir subay bile gelmemişti yemeğe, hizmetkârlar sarsak, yemek kötü, yolcular öfkeliydi ve hanımların bir çoğu kriz geçirmek üzereydi. Ama kıç penceresinden bakıp da demir atmış diğer gemileri görmek gerçekten heyecan vericiydi. Hem uşağım hem de rehberim olan Wheeler, onların, konvoyun geri kalanı olduğunu söylüyor. Gemideki karmaşanın yakında son bulacağına beni inandırmaya çalışıyor, dediğine göre çalkalana çalkalana oturacakmışız – herhalde kumun ve çakılın sarsıntıyla yerleşmesi gibi ya da bazı yolcuların haline bakılırsa, hepimiz tıpkı geminin içi gibi kokmaya başlayınca da denebilir. Lort cenapları, bu sözlerimden, biraz huzursuz olduğumu fark edeceklerdir. Aslında şarabın tadı biraz iyi olmasa çileden çıkmam işten bile değildi. Bizim Nuh, Kaptan Anderson, lütfedip aramıza katılmadılar. İlk fırsatta ona kendimi tanıtacağım, ama şimdi hava karardı. Yarın sabah geminin her tarafım gezip görmeyi, eğer varsa işe yarar subaylarla tanışmayı umuyorum. Aramızda kadınlar var, kimi genç, kimi orta yaşlı, kimi kocamış; birkaç olgunca beyefendi, gençten bir deniz subayı ve ondan da genç bir vaiz. Bu sonuncusu yemekten önce dua okutmak istedi, ancak çaresizce oturup yemeye başladığında taze bir gelin kadar mahcup görünüyordu. Bay Prettiman’la karşılaşma şansım olmadı, ancak onun da gemide olduğunu sanıyorum. Wheeler rüzgârın gece döneceğini, bu sayede demir alabileceğimizi, yelkenleri fora edip biraz açılacağımızı, deniz yükselince de uzun yolculuğumuza başlayacağımızı söylüyor. Ona iyi bir gemici olduğumdan söz ettiğimde yüzünde yine o tuhaf ışıltıyı gördüm, gülümseme diyemem, daha çok gönülsüz bir genişleme bir çırpıda yüzünü yalayıp geçti. Hemen o anda, karşıma çıkan ilk fırsatta bu adama bir görgü dersi vermeyi kararlaştırdım – fakat ben bu satırları yazarken ahşap dünyamızın biçimi değişiyor.

Fora edilen yelkenlerin patırtıları ve gümbürtüleri geliyor yukarıdan. Düdüklerin çalındığını duyuyorum. Hey Tanrım, bir insanın nefesi bu kadar ses çıkarabilir mi? İşte, şu ve şu işaret atışları olmalı! Kamaramın dışında bir yolcu takılıp düştü ve bir sürü küfür savurdu, kadınlar feryat figan, inekler böğürüyor, koyunlar meliyor. Her şey karmakarışık. Belki de inekler meliyor, koyunlar böğürüyor, kadınlar geminin her tahtasının bir bir cehennem ateşine atılması için Tanrıya yakarıyor. Wheeler’in kullanmam için içine biraz su döktüğü lavabo, yalpalık’tan hafifçe kaydı ve şimdi biraz yamuk duruyor. Çapamız İngiltere’nin kumundan çakılından sökülüp çıkartıldı. Doğduğum toprakları üç yıl, hatta belki dört, beş yıl göremeyeceğim. İtiraf etmeliyim ki beni bekleyen ilginç ve kârlı görevin tüm çekiciliğine rağmen epeyce uzun görünüyor bu süre. Ciddiyetten söz açılmışken, denizdeki ilk günüm üzerine yazdıklarımı en derin minnettarlık duygularımı ifade etmeden bitirebilir miyim! Merdivenin ilk basamağına ayağımı koyan siz oldunuz, ne kadar yükseğe çıkarsam çıkayım -şevkimin sonu olmadığı konusunda lort cenaplarını uyarmalıyımbana ilk elini uzatan kişiyi unutamam. Lort cenaplarının minnettar vaftiz oğlunun tek duası -ya da niyeti- hiçbir zaman bu yardıma değmediğinin düşünülmemesi, bunu düşündürtecek bir iş yapmamasıdır. EDMUND TALBOT (2) Bu bölümün başına “2” rakamını koyduysam da bugün ne kadar yazabileceğimi bilemiyorum. Koşullar özene bezene yazmaya hiç müsait değil. Kollarım ve bacaklarım öyle dermansız ki -tuvalet, yüz numara- bu sözcüğü kullanmamı bağışlayın, nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum, çünkü denizci lügatine göre kenef, geminin baş tarafında kalıyor, oysa genç beyefendilerin kamarası kıç güvertesinde olmalı, subayların ise – subayların nerede olmalı bilmiyorum. Geminin sürekli olarak hareket etmesi ve bedenimi sürekli olarak ona göre ayarlama ihtiyacı… Lort cenapları hiçbir şeyi saklamamamı öğütlemişlerdi.

Kolunuzu dostça omzuma atıp beni kütüphaneden çıkarırken her zamanki şen şakrak tavımızla söylediklerinizi hatırlasanıza: “Hepsini anlat, evlat! Tek bir ayrıntıyı dahi atlama! Bırak yazdıkların sayesinde her şeyi yeniden yaşayayım!” O yüzden katlanmak durumundasınız şimdi anlatacaklarıma. Fena halde deniz tuttuğundan ranzama mıhlanmış durumdayım. Ne de olsa, Seneca da Napoli’den ayrıldığında aynı belaya bulaşmıştı, değil mi? Siz de hatırlayacaksınız; stoacı bir filozof bile üç beş millik çırpıntılı denizde o hale düştüyse, açık denizde seyreden biz zavallı kullar ne etsin? Gerçi şimdiden bitkinlikten gözlerimin yaşardığını ve beyefendiliğe hiç yakışmayan bir halde yatarken Wheeler tarafından basıldığımı da itiraf etmek zorundayım. Neyse ki anlayışlı bir adammış. Gözümdeki yaşların bitkinlikten olduğunu söyleyince neşeyle başını salladı. “Siz bütün bir gün at üstünde avlanıp sonra da gece boyunca dans edebilirsiniz, efendimiz. Ama tutup beni ya da başka bir denizciyi atın üstüne koyarsanız, çok geçmeden böbreklerimiz sarsıntıyla dizlerimize kadar iner.” Cevap yerine bir şeyler mırıldandığım sırada Wheeler”ın bir şişenin tapasını açtığını duydum. “Bunu gemiyi sürmeyi öğrenmenin bir aşaması olarak görün, efendim. Çok geçmeden öğrenmiş olacaksınız.” Bu düşünceyle biraz rahatladım, ama asıl keyfimi yerine getiren, güneyin ılıklığı gibi ruhumu sarıveren o nefis koku oldu. Gözlerimi açtım ki bir de ne göreyim! Wheeler kocaman bir kaşığa ağrı kesici olarak kâfurlu afyon tentürü doldurmamış mı! İlacın tadını alınca büyüdüğüm çocuk odasına geri dönmüş gibi oldum, hem bu sefer çocukluk ve ev anılarına eşlik eden melankoli de yoktu! Wheeler”ı gönderdim, biraz hayal âleminde dolaştıktan sonra uykuya daldım. Aslım isterseniz, yaşlı Seneca da felsefe yapacağına birazcık haşhaş alsa çok daha iyi edermiş gibi geliyor bana! Tuhaf rüyalardan uyandığımda, önce zifiri karanlığın içinde nerede olduğumu bilemedim, ama çok geçmeden her şeyi hatırladım ve hızımızın da epeyce artmış olduğunu fark ettim. Hemen Wheeler”a seslendim. Üçüncü seslenişimde -hem sağduyuya, hem de beyefendice davranışlara uygun düşen küfürleri biraz aştığımı kabul etmeliyim- kamaramın kapısmı açtı.

“Çıkar beni buradan, Wheeler! Biraz temiz havaya ihtiyacım var!” “Biraz daha uzanın, efendim, az sonra sacayağı kadar iyi olacaksınız! Biraz su getireyim size.” Bir sacayağma benzetilmek kadar rahatlatıcı olmaktan uzak, aptalca bir şey olabilir mi? Akıl gözümle baktığımda, bir Metodist vaizin sağlam duruşu ve bilgiç bilgiç konuşmasını hatırlatır bana. Hiç çekinmeden sövüp saydım adamın suratına karşı. Yine de, gayet aklı başında bir adamdı. Fırtına çıktığını bildirdi. En kaliteli kumaştan yapılmış olan paltomun, havada uçuşan deniz suyu zerrelerine çıkarılmayacak kadar değerli olduğuna kanaat getirmiş. Hemen kulağıma eğilip, bir vaize benzememi istemediğini ekledi. Elinde sarı muşambadan kullanılmamış bir takım varmış. Ne yazık ki, giymesi için satın aldığı beyefendi bir sebepten ötürü gemiye binememiş. Tam benim bedenime göreydi ve satın aldığı fiyata verecekti bana. İstersem yolculuk sona erince takımı ona ikinci el fiyatına geri satabilecektim. İçeride boğulmama ramak kaldığı ve bir an önce açık havaya çıkmak istediğimden, bu kârlı teklifi hemen oracıkta kabul ettim. Beni hiç sıkıntıya sokmadan takımı giydirip iplerini bağladı, lastik çizmeleri ayağıma geçirdi ve kafama da yine muşambadan bir şapka uydurdu. Lort cenaplarının o halimi görmesini isterdim; her ne kadar kendimi berbat hissetsem de tam bir denizciye benzemiştim çünkü. Wheeler koluma girip beni sular içindeki koridora çıkardı.

Bu sırada, dağ koyunları gibi bir ayağımızı diğerinden kısa tutmayı öğrenmemiz gerektiği gibisinden zırvalara devam ediyordu. Biraz içerleyerek, son barış sırasında Fransa’ya gittiğimden bu yana yan yatmış güvertenin ne olduğunu bildiğimi söyledim; yolculuğu su üstünden yürüyerek yapmamıştım herhalde. Çukur güverteye çıktım, iskele tarafındaki, yani güvertenin aşağıda kalan kısmındaki küpeşteye yaslandım. Ana zincirler ve devasa ıskalaryalar 5 -ah Falconer! Falconer!- başımın üstünden uzanıyor, daha yukarılarda bir sürü adı sanı belirsiz halat vınlıyor, gıcırdıyor, ötüyordu. Görüş mesafesi pek fena değildi, ama daha yukarıda kalan sancak tarafından serpintiler geliyor, üstümüzden hızla geçen bulutlar direklerden daha yüksekteymiş gibi görünmüyordu. Yalnız değildik elbette, iskele tarafından konvoyun geri kalanı geliyor, serpintiler ve yağmura karışan yoğun bir sis görüşü azaltsa da ışıkları seçilebiliyordu. Kamaramdaki berbat kokudan kurtulmanın sevinciyle derin derin nefes aldım; bu sert, hatta fırtınalı havanın, kamaramdaki kokunun da birazını alıp götüreceğini ummaktan başka çarem yoktu anlaşılan. Biraz toparlanmış olarak çevreme bakındım ve demir alındığından beri ilk defa kafamın çalışmaya başladığını, merakımın geri döndüğünü fark ettim. Başımı arkaya çevirip biraz yukarı bakınca dümencileri gördüm: Yüzleri aşağıdan aydınlanan bulanık, kapaleli 6 karaltılar, bir önlerindeki ışıklı pusulaya, bir yukaridaki yelkenlere bakıyorlardı. Yelkenlerimizin çok azı açıktı, önce bunu havanın sertliğine bağladım, ama sonra Wheeler -o ayaklı Denizcilik Sözlüğü- bunun konvoydan kopmamamız için olduğunu, çünkü sadece birkaçının “ayağına uyduğumuzu” söyledi. Sözünü ettiği şeyleri nereden bildiği, yani eğer gerçekten biliyorsa, tam bir sır, ama dediğine göre Ushant açıklarındaki donanmayla konuşabilirmişiz, diğer savaş gemisini onlara verip yerine onların donanmasından bir gemi alabilir, Cebelitarık enlemine kadar onun eşliğinde ilerleyebilirmişiz, ondan sonra birkaç top ve ürkütücü görüntümüz dışında hiçbir korumamız olmadan yolumuza yalnız devam edecekmişiz. Bu adil mi, doğru mu? Lort cenapları gelecekteki bir Hükümet Sözcüsü’nü denizler içinde kaderine terk ettiklerinin farkındalar mı? Dileyelim ki İncil’deki ekmek mucizesinde olduğu gibi boğulup öldükçe yenilenebileyim! Her neyse, ok yaydan çıktı ve şansımı denemek zorundayım. Sırtımı küpeşteye yaslayıp orada öylece durdum, rüzgârı ve yağmuru içime sindirdim. Aşırı bitkinliğimin, geminin hareketinden çok kamaramdaki berbat kokudan kaynaklandığını işte o zaman anladım. Karanlık basmak üzereyken direncimin ödülünü, benim az önce kurtulduğum hastalığa tutulmuş birinin görüntüsüyle aldım.

Birisi koridordan çukur güvertenin rüzgârına, yağmuruna çıktı, bir vaiz! Galiba ilk akşam yemeğimizde bize dua ettirmeye çalışan, ancak sesini Yaradan’dan başka kimseye duyuramayan adamdı bu. Külot pantolonunun üstüne uzun bir cüppe giymiş ve boynuna, kıstırılmış bir kuş gibi rüzgârda çırpınan şeritler takmıştı. Şapkasını ve onun altındaki perukasını iki eliyle birden kafasına bastırarak, tıpkı sarhoş bir yengeç gibi, önce bir yana, sonra öbür yana sendeledi! (Lort cenaplarının daha önce sarhoş yengeç gördüğüne hiç kuşkum yok!) Vaiz, yana yatmış bir güverteye alışkın olmayan herkes gibi döndü ve aşağıya doğru gideceğine yukarıya gitmeye kalktı. Yüzünün beyazla küflü peynir yeşili arası bir renge kestiğini görünce kusmak üzere olduğunu anladım. Seslenmeme kalmadan gerçekten de kustu, sonra güverteye kapaklandı. Dizlerinin üstünde doğruldu – herhalde ibadet etmek amacıyla değil- ve tam geminin traverse çıkmasıyla 8 sarsıntının arttığı anda ayağa kalktı. Yarı koşarak, yarı uçarak güvertenin alçak kısmına doğru geldi, son anda yakasından tutmasam iskele ıskalaryasının arasından geçip suya düşecekti! Sırılsıklam olmuş yemyeşil suratını şöyle bir görebildim, bizim Wheeler’ın iskele tarafındaki yolculara verdiği hizmeti sancak tarafındaki yolculara veren adam koridordan dışarı fırladı, çelimsiz vaizi koltuk altlarından yakaladı, benden özür diledikten sonra sürükleyip götürdü. Muşamba giysimi berbat ettiği için vaize lanetler okurken, önce bir traverse çıkma, sonra bir sarsıntı ve ardından deniz suyuyla karışık biraz yağmur bana onu unutturuverdi. Nedense yüzüme çarpan sular canımı yakmasına rağmen neşem yerine gelmişti. Felsefe ve din – rüzgâr eser, kocaman yağmur damlaları her yanı yıkarken ne anlamları kalıyor? Bir elimle küpeşteye tutunarak orada dikilirken, günün son demleriyle aydınlanan bu curcunanın tadını çıkarmaya başladım. Yağmur sularının çağıldadığı kimisi toplanmış yelkenleriyle kocaman yaşlı gemimiz, rüzgâra karşı ilerlerken tıpkı kalabalığın içinde kendine yol açan bir külhanbeyi gibi dalgaları omuzluyordu. Ama nasıl külhanbeyi bu şekilde ilerlerken zaman zaman kendisi gibi birine çatarsa, gemimiz de ara ara durduruluyor, bastırılıyor, kaldırılıyor, hatta bazen öyle bir sille yiyordu ki önce baş kasara güvertesi, 9 ardından çukur güverte 10 ve kıç güvertesi bembeyaz köpükler içinde kalıyor, sularla yıkanıyordu. Wheeler ” ın dediği gibi artık gemiyi sürmeye başlamıştım. Direkler biraz yana yattı. Rüzgârüstündeki 11 çarmıklar 12 gerildi, rüzgâraltındakiler 13 sarktı, yani hemen hemen sarktı.

Anaprasya, 14 direklerin arasında rüzgâraltına savruldu; işte tam bu noktada söylemem gereken bir şey var. Bu devasa mekânizmanın, zaman içinde görüp öğrenerek ya da Denizcilik Sözlükleri’ni karıştırıp şemalara uzun uzun bakarak anlaşılması olanaksız! Her şey bir anda insanın karşısına çıkıveriyor! Bir dalgayla sonraki arasındaki alacakaranlıkta geminin ve denizin anlaşılabilir olduğunu gördüm, mekânik dehanın bir ürünü olarak değil – peki nasıl? Bir küheylân, bir araba, bir yere gitme aracı gibi. Hiç beklemiyordum bu kadar hoşuma gideceğini. Kavrayışımın yanına biraz da gönül rahatlığı eklenmişti sanki! Tek bir yelken ıskotası, yani yelkenin alt köşesine, rüzgâraltma bağlanmış bir halat, birkaç seren 15 yukarıda aniden gevşedi; hızlı fakat görülebilir bir hareket! Ben o halatı ve işlevini incelerken, her şeyi tastamam anlamam için kasıtlı yapılmış gibi, baş taraftan bir gümbürtü geldi; bir su ve serpinti patlaması. İşte o an halat hızla gerilerek uç uca eklenmiş iki kavis gibi göründü- hatta bu gördüğüm şey birinci harmonikti, keman telinin, doğru bir şekilde dokunulduğunda çalan kişiye açık notanın bir oktav üstünü veren yeri.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir