William Saroyan – Yetmis Bin Suryani

William Saroyan, Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş Ermeni bir ailenin, orada doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında dünyaya geldi. Bir Presbiteryen rahibi olan babası, Saroyan üç yaşındayken ölünce, annesi, Saroyan’ı ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kaldı. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno’da yeniden bir araya geldiler. Eğitim sistemiyle yıldızı bir türlü barışmayan Saroyan on beş yaşında okulu terk etti. Aralarında cenaze işlerinin de bulunduğu, insana pek de ilham vermeyen birçok işte çalıştı. Asıl hedefi yazar olmaktı, bunun için bir yandan da öyküler yazmayı sürdürüyordu. Öyküleri birçok editör tarafından geri çevriliyordu. Yazmaktan neredeyse vazgeçmek üzereyken, açlıktan ölmek üzere olan genç bir yazarı anlatan “The Daring Young Man on the Flying Trapeze” adlı öyküsü Story dergisi tarafından 1933 yılında kabul edildi. Bu, Saroyan için bir dönüm noktasıydı. Derginin editörlerinden hiçbir davet almadığı halde, onlara, 1934 yılının Ocak ayı boyunca her gün yeni bir öykü göndereceğini yazdı. Gönderdi de. Kısa sürede öyküleri The American Mercury, Harper’s, The Yale Review, Scribner’s, The Atlantic Monthly gibi dergilerde yayımlanmaya başladı. 1934 yılının Ekim ayında Randon House yayınevi Saroyan’ın “The Daring Young Man on the Flying Trapeze, and Other Stories” isimli kitabını yayımlamaya hazırdı artık. Kitap o yılın en çok satan öykü kitabı oldu. Saroyan edebiyat dünyasına bomba gibi düşmüştü. Bundan sonra, artık hep yazdı, yazmaktan ve gezmekten başka bir iş yapmadı. Bir süre Paris’te yaşadı. İçki ve kumar alışkanlığı yüzünden inişli çıkışlı bir grafik gösterse de elli seneyi aşan, başarılı ve üretken bir kariyer ortaya koydu. 1939 yılında The Time of Your Life adlı oyunuyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı ama bu eserinin diğerlerinden ne daha iyi ne de daha kötü olduğunu söyleyerek ödülü reddetti. Saroyan hayatı boyunca altmışı aşkın kitap –öykü, oyun ve roman– yazdı. Düzyazıda kendine özgü bir tarz yarattı. Akıcı, konuşur gibi, coşku dolu bu edebi tarz kendi adıyla “Saroyanesque” olarak anılır oldu. Kendisinin de söylediği gibi, öykülerinde tek bir şeyi anlatır Saroyan; insanı. Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde, süslü tabirler, söz oyunları aramak boşunadır; aslolan, öykünün bütünü ve konudur. William Saroyan, klasik tabirle hızlı bir hayat yaşadı, dünyayı ve bu arada ata yurdu Bitlis’i gezdi, evlendi, boşandı, sonra aynı kadınla tekrar evlendi, sonra yine boşandı. 1981 yılında, doğduğu yerde, Fresno’da öldüğünde, adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü, roman ve oyun yazarları arasına çoktan yazılmıştı. Köklerine ve atalarının kültürüne bağlılığıyla, 1935’te, Avrupa gezisinin bir durağı olarak Sovyet Ermenistanı’nı ziyaret etmiştir Saroyan. 1978’deki üçüncü ve son ziyaretinde, yetmişinci yaş gününü de dostlarıyla birlikte orada kutlar. Vasiyeti üzerine, naaşının bir bölümü Erivan’daki ünlüler panteonuna gömülür. Sunuş Bundan yaklaşık on yıl önce bir gün, kendimi “Ermeni Gecesi” adlı bir olayın tam ortasında buluverdim. Amerika Birleşik Devletleri’nin bir üniversite kasabasında, kampusun hemen yanı başında, yabancı öğrenciler ve bilim adamlarına lojistik destek veren International Center adlı kurumun bir avuç çalışanından biriydim. Merkezin birçok kişi için en çekici yanı, binasının konaktan bozma olmasıydı. Bütçenin bir kısmı, konağın odalarının öğretim üyeleri ve öğrencilere kiralanmasıyla karşılanıyordu. Balo salonuysa, davetler için kiralanabildiği gibi, öğrenci derneklerinin düzenlediği etkinlikler için ücretsiz tahsis ediliyordu. Bu noktada, üniversitede yüksek lisans öğrenimi gören eşimin ve benim merkezde üstlendiğimiz idari görevin bir parçası olarak konakta yaşadığımızı belirtmem gerekiyor. Uzun lafın kısası ve kaderin bir cilvesi, üniversitenin derneklerine sırayla sunulan balo salonunu kullanma hakkı, tam da benim gözetmenliğim sırasında Ermeni Öğrenciler Derneği’ne gelmiş, bunun sonucunda da “evime” bir grup Ermeni öğrenci konuk olmuştu. Bilindiği üzere, tarihi nedenlerle Türkiye dışında nadir görülen bir tür beraberliktir bu. Beklenen gece geldi çattı, bu tür kültürel etkinliklerde alışıldığı üzere yemekler yendi, şarkılar söylendi, fotoğraflar, resimler, elişleri sergilendi, danslar edildi. Benzer gecelerin müdavimi olan kasabalılar için de bir kültüre daha, dar ve anlık da olsa, bir pencere açılmış oldu. Ermeni öğrencilere gelince, onlar Amerikan eritmeciliğinin önü alınamayan silindiri önünde –bir gecelik de olsa– “yol kapatma eylemi” gerçekleştirmiş oldular. İçlerinde Ermeniceyi akıcı konuşanlar olduğu gibi, hemen hiç bilmeyenler de vardı. Birisi için kimliğin ana direği olan kültür, bir diğeri için folklorik çeşniydi. Aralarında soyadları yarı Türkçe olanlar belki bu sözcüklerin anlamını bilmiyordu; bilseler de bilmeseler de doğru telaffuz edebilecekleri çok şüpheliydi. Ve öyle görünüyordu ki, karşılarına çıkan Türkçe isimli başka bir kişinin milliyetini tahmin edebilecek birikimi yoktu hiçbirinin. Birlikte aynı çatı içinde geçirdiğimiz birkaç saat, belki yalnızca sürgün bir halkın gurbette başka bir halka dönüşümünün değil, iki halkın yabancılaşıp kopuşunun da örneği, simgesiydi. O gece konakta bir araya gelen Ermeniler arasında William Saroyan da vardı: Duvarları süsleyen kilise resimleri ve İncil sayfaları arasında bir Saroyan portresi, hemen altına iliştirilmiş “Hadi bakalım, silin bu halkı yeryüzünden” diye başlayan, elinizdeki kitabın en sonunda yer alan paragrafla birlikte özenle çerçevelenmişti. Bu paragrafın sonuçlandırdığı öykünün Ermeni diyasporasında (Saroyan’ın tek bir öyküsünü bile okumamışlar arasında dahi) iyi bilindiğini öğrenmem çok sürmedi. Hatta ne öyküyü okumuş ne de yazarı tanıyan bazı insanlar, bu paragrafı gayet iyi bilebiliyorlardı. * * * Ülkemize baktığımızdaysa bunun tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz: Tanınan bir yazar, tanınmayan bazı öyküler. “Yoksul İnsanlar,” William Saroyan’ın Türkiye’de basılan derlemelerinden birinin adı; aynı zamanda, yazarın Türkiye’de bilinen ve çok sevilen yapıtları için yerinde bir özet. Bu yapıtlarda karşımıza çıkan, 1930’ların ekonomik bunalımı sonrasında düşe kalka, güle ağlaya yaşamlarını sürdürmek için çabalayan Ermeni göçmenler, Türk okur için Gazap Üzümleri’nin çerçevelediği bir dünyada yaşayan, ama Steinbeck’in roman kişilerine kıyasla daha “bizden” insanlardı. Anadolu kökenli bu Ermeniler, Amerika’da, ama özellikle bereketli Kaliforniya’da onlara “memleket”i hatırlatan yeni bir ülke buldular (Ermeni anlatılarında bu karşılaştırmanın birçok örneğini görmek mümkündür, bu kitapta yer alan “Yaz Neşesi” bunlardan biri). Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünü kitaplıklarına koyan Türkler de aynı şekilde bu öykülerde bir birliktelik yakaladılar, böylece 1915’te şiddetle fırlatılan bumerang, bir şekilde geri dönmüş oldu. Özetlediğimiz bu süreç içinde Türkiye’ye çeşitli nedenlerle ulaşmayan Saroyan yapıtlarını üç gruba ayırabiliriz. Birinci grup, ülkemizde defalarca basılan öykülerle aynı özellikleri taşıdığı halde, yazar şan şöhret kazanmadan önce Ermeni yayın organlarında yayımlandıktan sonra arşivlerin karanlığına gömülen öykü ve şiirlerden oluşuyor. Bu grubun içinde “Nenem,” “Yaz Neşesi,” “Berber Çırağı,” “Ömür Denen An” gibi, yıllarca unutulmuş, fakat çarpıcılığından hiçbir şey kaybetmemiş tipik Saroyan öyküleri; “Kırık Tekerlek” ve “Çocukların Ölümü” gibi, yazarın ABD’de basılan ikinci öykü kitabı için arşivlerden çıkarılıp kullanılmış öyküler; ve “Fırat’a,” “Van Gölü’ne” gibi juvenilia olarak sınıflandırılabilecek gençlik şiirleri var. Bu yapıtların İngilizcede kitaplaşmasını ve bu sayede uzun bir yolculuktan sonra Türkçeyle buluşmasını James Tashjian’ın titiz bir çalışmayla derlediği My Name Is Saroyan adlı antolojiye borçluyuz. İkinci grup, Saroyan’ın ABD’de yazar olarak ünlenmesini sağlayan, kimi zaman öyküden çok delidolu köşe yazısını andıran yapıtları kapsıyor. “Uçan Trapezdeki Genç Adam” adlı öyküyle simgeleşen bu öyküler, Saroyan’ı hep “Anadolulu” bir yazar olarak okumaya alışmış okur açısından önemli bir boşluğu dolduruyor ve ağzına koyacak lokma bulamayacak kadar fakir bir yazarın yaşamından çarpıcı bir kesit sunuyor. Üçüncü grubu politik öyküler olarak adlandırmak mümkün; ama galiba bu terime hemen bir dipnot eklemek gerekiyor, çünkü yazar kendi açısından “Ermenistan’ın Evladı Antranik,” “Nereye Gidersen Git, Çığlığında Memleket,” ve “Sen Bir Ermeni, Ben Bir Ermeni” gibi öykülerle herhangi bir tartışma ya da polemiğe girmiyor, yalnızca 1915’in göçmenlerin gündelik yaşamına etkisini betimliyor. Başka bir deyişle, bir öyküde tarlada ter dökerken izlediğiniz genç adam, başka bir öyküde kıraathaneye gidip halkının uğradığı yıkımdan bahsedince birdenbire hemşerilikten çıkıp, yan bakılması icap eden bir varlığa dönüşmüyor; ikisi de aynı genç adam ve iki öykünün yazarı da aynı genç adam, William Saroyan. Bu kitapta yer alan bu “üçüncü grup” öykülerle portre biraz daha netleşmiş oluyor, o kadar. Sanıyorum ilk kez karşılaşan okuyucular için “Antranik”in en ilginç bölümü masum Türklerin ölümüne –açıkça yazalım, Ermeniler tarafından öldürülmesine– değinen satırlar olacaktır. Saroyan’ın eserlerine bir bütün olarak bakıldığında bu cümlelerin şaşırtıcı olmadığını söylemek gerekiyor. İnsanları insanlık dışına çıkaran, izleyen diğer insanları insanlıklarından utandıran olaylara bakarken, sorunu, bozukluğu, çıldırmışlığı ve benzeri tüm olumsuzlukları şu ya da bu halkın değil, tüm insanlığın mayasında gören bir yazardı William Saroyan. Daha da önemlisi, kahramanların büstlerindeki çatlakları rötuşlamak yerine kalemiyle derinleştiren bir yazardı. 1915’in anılarda diri diri durduğu bir dönemde yazılan “Antranik,” bu ilkeli duruşun en çarpıcı örneği sayılabilir. * * * “Ermeni Gecesi”nin sonuna yaklaşıyorduk, artık duvarlardan resimler indiriliyor, sehpalardan vazolar, kitaplar toplanıp kutulara konuyordu. Bense elimde kablosuz telefon, salonda bir aşağı bir yukarı geziniyor, evimdeki kalabalığın artık çekip gitmesini bekliyordum. Paltosunu giymiş konuklardan biri öğrenci derneğinin başkanına yanaştı, “Bir şey sormak istiyorum kızım,” dedi. İlgilendiği konuya dört saat içinde ancak iki cümleyle değinilmiş olduğu için merakını giderememişti. “Soykırımda Türklerin hepsi mi size karşı cephe aldılar?” “Hayır,” dedi başkan, duraksamadan. “Birçok kişi bize yardım etti, korudu. Belki onlar olmasa bugün ben ve arkadaşlarım burada olamazdık.” Duvarda Saroyan çerçevesine sığmıyor, gülümsüyordu. Aziz Gökdemir Ömür Denen An Babam Aram’ı hiç tanımadım. Oturma odamızdaki piyanonun üzerinde çerçeveli bir resmi vardı. Uçları kıvrık eski tarz bıyıkları olan, uzun boylu, genç bir adammış; yüzünde de vakur bir ifade. Öldüğünün bilincindeydim, ona dair hiçbir anım yoktu ama ölümün, onun hayatını, ya da en azından o hayatın benim için anlamını sona erdirdiğine inanmıyordum. Abim Krikor, babamı hatırladığını söylerdi, ve gene Krikor’un dediğine göre, o, ilk önce bir yerde, ondan önce de daha uzak başka bir yerde yaşamış. Maaile şehirden şehire, evden eve taşınmışız. Sıcak bir günde, taşra yollarında ilerleyen bir arabanın arkasında oturduğumu, uzak bir rüyanın bir parçası gibi ben de hatırlıyorum. Ağaçların yapraklarını, samanların ve toprağın kokusunu, geçtiğimiz yolun kimsesiz görüntüsünü hatırlıyorum ama hiç konuşmadan bizimle oturan babamı hatırlamıyorum. Ben hatırlamasam da o oradaydı ve dizginler elindeydi, nasıl olur da varlığına dair en ufak bir fikrim olmaz anlayamıyorum. Herhalde bir iki dakika uyanık kaldıktan sonra uyumuş olmalıyım. Sonraları, bana hiçbir şey söylenmemesine rağmen, onun artık yaşamadığını ve piyanonun üzerinde duran fotoğrafın onun resmi olduğunu anlamıştım. Anlayamadığım, yaşayan bir şeyin nasıl olup da bir noktadan sonra artık hayatta olmadığıydı; ama boş bir kâinat hayal edebiliyordum, içinde madde, hayat ve ışık olmayan bir boşluk. Zihnimdeki bu evrensel ölüm resmi benim için babamın şahsi ölümünün yerini almıştı. Onun artık hiçbir zaman maddi varlık kazanamayacak bir tür gerçeklik olması çok tuhafıma gidiyordu. Sık sık onun varlığını o kadar kuvvetli bir şekilde hissediyordum ki sokaktan gelip, hiçbir şey değişmemişçesine kayıtsızca eve gireceğine inanıyordum. Bu benim heyecanla umut ettiğim bir şeydi, çünkü onu görmeyi ve onunla birlikte olmayı her şeyden çok istiyordum. Ne zaman yağmur yağsa ve ne zaman sonsuza kadar kaybedilmiş bir zaman ve mekân için akıl almaz bir özlem hissetsem ön verandaya çıkıp yağmurun içinden sokağa bakar ve babam orada olacak diye hafif bir ürperti hissederdim. Onun yüzüne daha yakından bakmak için bir sandalyenin üzerine her çıktığımda, onun, dünyanın –hayatı boyunca bulunduğu– farklı yerlerinde hâlâ yaşadığını düşünürdüm. Babam o evden içeri hiç girmediği için Santa Clara Sokağı’ndaki yaşantımızda bir şeylerin hep eksik kalacağını hissederdim. Ailemiz bir süre doğuda yaşamıştır. Doğunun iklimi eski memleketimizin iklimine benzemediğinden, babam yüzünü batıya dönüp güneşin daha parlak, toprağın daha yumuşak olduğu yerler aramaya başlamış. Bu yeni memlekette ben doğmuşum ve Krikor’un söylediğine göre, ben bebekken, Camel denen bir kasabada tavuk çiftliğimiz varmış. Ama tavuklar devamlı hastalanıp ölüyormuş. Babam tavukları yaşatmak için durmadan çareler düşünüyormuş. Bir kuluçka makinesi ve özel yemler, ilaçlar almak için borçlanmış ama tavukların ölümünü önleyememiş. Babam çok üzülmüş, mahzunlaşmış. Boş zamanlarında onu zengin edecek küçük şeyler icat etmeye uğraşıyormuş. Dönerken ıslık çalan yeni bir çeşit topaç tasarlamış, bu topacın çok para getireceğine inanmış. Akrabalar ve komşular ne yaptığını öğrenip babama gülmesinler diye annem topacı saklamış. Ciddi görünüşlü iriyarı bir adam olan babamın topaçlara olan ilgisinde tuhaf ve korkutucu bir yan varmış. Bir keresinde neden her evde Victor marka gramofon olması gerektiği konusunda yazdığı bir yazıyla birincilik ödülü kazanmış, ama para ödülünü almak için mağazaya gittiğinde meblağın en az 300 dolarlık bir alışverişten indirim olarak düşülebileceğini söylemişler. Camel civarındaki birçok ailenin tavuğu olduğu için yumurta fiyatlarının iyice düşmesi normalmiş. Babam bunu öğrenene kadar boğazına kadar borca batmış. Eşyalarımızı bir arabaya doldurmuş ve Camel’den San Joaquin Vadisi’ne taşınmışız. Yol kenarındaki ağaçları ve yolun hazin görüntüsünü hatırlıyorum ama babamın o günkü halini bir türlü hatırlayamıyorum. Daha öncesine ait bir anım da yok, babam hakkında bildiklerimin hepsini ya Krikor’dan ya da aile içinde onun hakkında yapılan konuşmalardan öğrendim. 1876 yılında Van’da doğmuş. Şehirdeki Amerikan kolejinde öğrenim görmüş ve gezgin öğretmen olmuş. Diğer şeylerin yanı sıra köylülere devrime hazırlıklı olmayı da öğretiyormuş. Tutuklanmış ve hapse atılmış. Devrimci arkadaşlarının yardımıyla Rusya’ya kaçmış. Olaylar yatışınca doğduğu şehre geri dönüp evlenmiş. Ama eski memlekette güvenlik kalmamış bir kere. Hem de babam İngilizce edebiyat okuduğu için, öğrendiği dilin konuşulduğu bir ülkede yaşamak arzusuyla Amerika’ya gelmiş. Birkaç yıl sonra ailesi de ona katılmış. Amerika’da öğretmen piyasası çok kalabalıkmış. Babam sıradan işlerde çalışmış, çiftçilik yapmış, kendi kendine marangozluk öğrenmiş, tavuk yetiştirmiş, bir topaç icat etmiş, yazı yazmış ve sonra da ölmüş. Öldüğünde otuzlu yaşlarının ortalarındaymış, bense ikiden biraz büyük… Babamdan kalan, topu topu, iyi kumaştan dikilmiş iki redingot ve dördü İngilizce, ikisi Ermenice yarım düzine kitap. Annem, redingotları New York’taki bir ikinci el mağazasından aldığını ve kiliseye giderken giydiğini söylerdi. İngilizce kitaplar şunlardı: Güliver’in Seyahatleri, rahip William Dodd tarafından Shakespeare oyunlarından bölümler alınarak oluşturulmuş Shakespeare’in Güzellikleri adlı bir kitap, John S. Hart’ın İngiliz Edebiyatı Kılavuzu ve içinde “Kompozisyon Felsefesi,” “Şiir İlkeleri” ve “Şiirler” parçaları bulunan Edgar Allen Poe’nun eserlerinin ilk cildi. Ermenice kitaplar ise Bedros Turyan’ın [1] şiirleri ve popüler bir hiciv olan, başlığı Saygıdeğer Dilenciler [2] diye çevrilebilecek bir eserdi. Bir de Ermenice aile İncilimiz vardı ama babamın şahsi eşyası olamayacak kadar eskiydi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir