Yalcin Kucuk – Turkiye Buyulu Hapishanem

Yolculuğun en güzellerini büyük kaşifler yapmışlardır. Kaşifler garip insanlardır. Bunlar, dünyanın sınırlarından hep kuşku duyarlar, içinde bulundukları dünyayla yetinmezler; henüz keşfedilmemiş “başka dünyalar”a dair tuhaf bir inançla yaşarlar. Gariptirler; ancak insanlığın bu türü, hiçbir zaman yalnız, meczup ve münzevi bir yaşam sürmez. Çevrelerinde aynı şeyi hissedecek bir avuç tutkuluyu hemen her zaman yaratırlar. Olağanüstü tutkuludurlar, dokundukları insana bunu hemen geçiriverirler; bundan olsa gerek gemileri hiçbir zaman tayfasız kalmaz; çünkü başka bir dünyaya özlem, insanın en evrensel duygusudur. “Başka dünya”yı herkes özler ve düşler; ancak çok azı onu aramaya çıkar. Oysa asıl müthiş olan duygu bu. Tasarlanan bir dünyayı aradıklarından olsa gerek, “normal” insanlar tarafından pek makul ve dengeli sayılmayan bu bir avuç insan, denize koşar. Limandan kimse onlara mendil sallamaz. Normal insanlar geminin limandan ayrılışına bir süre bakarlar. Ufuksuzdurlar. İç çekişleri, giz ve macera dolu bir yolculuğa açılamama ürkekliğinin özeleştirisidir. Kıyıda çökerler. Bizim keşif gemimizin adı “Toplumsal Kurtuluş” tu.


Kaptan’ımız yaşında ikinci, üçüncü kaptanlar, lostromolar vardı; ama çoğunluk genç üniversitelilerden oluşuyordu. Gemimizi özgür bir üniversite olarak görüyorduk. Salt yaşam isteğiyle dolu beyinlerimiz, birbirimizi hisseder ve tamamlardı. İstek ve aramızdaki güçlü temas, rüzgarın ve soğuğun amansız inatçılığına karşı bizi dayanıklı kılıyordu. Gökyüzü; Eylül, Reganizm-Theacherizm saldırısıyla koyu bir karanlığa dönüşmüştü bir de. Üzerimizdeki karagök, gemimizin üstünde ağır ağır dönüyor ve gemi, üstündekilerin sabrını ve acılarını bu keşif yolculuğunda denizin fırtınalı kimsesizliğine sürüklüyordu. 5 Benim de tayfası-çımacısı olduğum, makine dairesinde çalıştığım, güvertesinde subaylık, mutfağında patates soyarak yamaklık ettiğim bu gemide Kaptan bizi hep şaşırtırdı. Keşfedilmemiş yerlere, diyerek bizi heyecanlandırır, tehlikeli anlarda mucizeleriyle korurdu bizi. Aynı zamanda bir bilimadamı, kitapları elden ele gezen bir düşünür olan Kaptan’ımızı dışardan tanıyanlar onu geçimsiz, sert, zor biri diye bilirlerdi. Oysa kızdığımız, eleştirdiğimiz hatta kolayca kavga ettiğimiz bile olurdu onunla. Bizi anlıyordu. Bizleri, genç tayfaları kırdığı da oldu olmasına ama bizim de benzer davranma hakkımıza sessizce, alıcı bir bakışla yaklaşırdı. Gelişimimizde bu davranışları çok etkili olmuştur onun. Liseyi yeni bitirmiş çocuklara, kamarasına bir iş dışı ziyaret için gelmişlerse kendi eliyle çay yapıp ikram bile ederdi ve onların bir kaşif adayı olarak “teorik” yaklaşımlarını ilk kez söylenen, ilk kez duyduğu şeyler gibi dikkatim ve merakım kaybetmeden dinlerdi. Ulaşılmaz diye düşündüğümüz Kaptan’ımıza, bu kadar yakın olurken yaşadığımız, böyle olunabileceğine dair bir gerçeklik hissiydi.

“Zor değil, ideal değil hayal ya da tanrı değil; bu, bizim gibi biri, bizden biri.” diye düşünürdük. Alt sınıflardan gelen bizim gibi çocuklar için bu önemli bir bilgiydi: Kopmuş dünyalar birleşir. Dünya bütünleşir. Dünya denilen bu gizemli yer yuvarlığında istedikten sonra onun bilgilerine ulaşabilirsin. Ulaşılmaz yok, keşfedilmez yok, imkansız yok! Önyargısız bir merakla ve disiplinli bir çalışmayla işte temas ediyoruz ya. Kaptan’ımız gibi mümkündür! İçimizden, onun gibi olmanın milyonda bir olasılık olduğunu düşünenler olduğu gibi bunu, hemen onunla yarışabilecek kadar, gerçekleşmesi an meselesi bir olgu diye görenler de olurdu. Oysa Kaptan’ımız hepimizin kendimize özgü, tekrarlanamaz ve biricik olduğumuzu kendi yaşamıyla misal olarak sunuyordu bize. Bence, kaşif olabilmemizin bunu anlamamızdan geçtiğini anlatmaya çalışıyordu. Kaptan’ın en çok bu yönünü örnek alıyordum, içimizden ona en yakın olmak isteyenler çıkardı çıkmasına da Kaptan bunu bir “keşif adayı” için doğru bulmazdı. Tek başına kalarak ama hiçbirimizle teması kesmeden ilişki zenginliğini sürdürmenin yollarını buluverirdi. 6 Okyanusun ortasındaki zaman silinir. Sakallar kaç kez uzar ve kesilir? Kaç fırtına yaşanır? Kaç kez gün doğar, gün batar? Zaman artık bunlarla ölçülmez. Zaman artık gemideki isyan ve sabırdır. Ekmek azalır, direnç azalır, tutku azalır, su azalır, işler ve mızmızlıklar ve şikayetler artar.

Her mızmızlık isyanın ve vazgeçişin ayak sesleri olur. isyanlar; takvimin yapraklarıdır, bir yerde düşer. Tarih’i ise sabır yazmaktadır. Kaptan, güncesinin başına her oturuşta biraz daha yaklaştığını yazar. Her isyan sonrasında Kaptan’ın konuşması; yelkencinin, çarkçının yeni gücüdür. Direğin tepesinde gözcünün bir kez daha gerilen gözüdür. Bu gemi geride kalan için iç çekiş, isyancı için çiledir. Bu gemiyi götürmeye devam edenler içinse dünyanın hiç görülmemiş ve gidilmemiş yerlerine bir gün ayak basmanın, hiç yenilmemiş ve dokunulmamış meyveleri ellerine almaların, hiç bilinmeyen ağaçların, bitkilerin, çağlayanların görülecek olmasının heyecanıdır, duygusudur. İnsanların ne kadar yaşadıkları, zamanla değil yaşadıkları duygu zenginliğiyle ölçülmeli. Ne kadar farklı duygu yaşamışsa insan, o kadar yaşamıştır. Yolculuk, içimizi zenginleştirme yolculuğudur. Ve keşfedilen, somut, ruhlarındaki ölüm kurduna indirilmiş bir darbedir, ilk defa onların adım attığı topraklarda ölümsüzlük bekler onları. Çağıran budur, işte bu yüzden bu insanlara zamanı, mekanı ve ölümü anlatmak zor. Cehennemden geçmek bile hiçbir şeydir. Çünkü keşfe gidilen, umuyoruz ki, asude bir bahar ülkesidir.

7 Bu coşkumuz deşilmedi mi? Doğruyu söylemek gerekirse eksildiği dönemler oldu. Gemimize el konuldu. Yasaklandı. Basıldı. Kıyıyı çok özledik. İnsancaydı bu ama kaşifçe değil. Bazen Kaptan’a da bu yollu değişik baskılar yaptılar. Ölüm tehditleri ve suikast planlarını nihayet sürgün ve zor hapislikler izledi. Bize onun hapiste aklını yitirdiği bile söylendi. Sözüm ona yattığı ranzanın üst katındayken gemide zannediyormuş kendini. Bütün gücünü toplayarak ranzasında doğruluyor, karayı görmeye çalışıyormuş. Böyle söylentiler çıktı. Kaptan’ın seyir defteri aslında bazıların doğru olduğunu da ortaya koymuyor değil. Bu kitap Kaptan’ın seyir defterinden yapılan alıntılardan oluşan bir bölümle başlıyor. Birinci Bölüm bu.

Ranzasının tepesinde, önünde bir meyve kasasından bozma çalışma masasındaki hali, bu kitabın perdesi açıldığında gördüğünüz sahnedir. (Resimde, omuzunda hırkası, kafasında yün beresiyle, karton atıklarından yapılmış abajura benzer okuma lambası altında, okumalardan, sentezlerden, çağrışımlardan o güne ilişkin çıkardığı düşünce özlerini küçük kartlara yazarak ranzanın demirlerine ve yaslandığı duvara iliştirirken Kaptan görülmektedir. Bu resimde, dikkatli bakıldığında denizi de görebiliyoruz.) Bu, başlı başına bir okuma tiyatrosu olarak düşünülebilir. Oyunun asıl aksiyonu, düşünce kartlarında ışık hızıyla geliştirilen fikirlerde, yaratıcı keşiflerdedir. Kitabın ikinci bölümünde okurların yaratıcı katkıları, kıyıdakilerin eleştirileri ve yer yer aynı denizde keşfe değil de korsanlığa soyunanların sataşmaları var. İkinci Bölüm de budur. Onların da bizim Kaptan’a gıpta ettiğini bildiğimden, bazılarını kitaba koydum. Kaptan’dan gördüğüm gibi, gelişmeleri için. Son olarak: Kaptan’ın ıslığına bakar; gemici torbamız kapının yanında, liman da şurada… 8 Duvar Yazıları 9-10 Dostoyevski’nin insanları neden son derece saf? Sultanahmet’te duvar yazıları yazıyorum. Aklıma düşen düşünce özlerini yazıp ranzamın duvarına yapıştırıyorum. Yazgı arkadaşlarımın bir bölümü, havalandırmalarda, gelip duvar yazılarımı okuyorlar. Bu sorunun cevabı şöyledir: “Hepsi acıları sevip acıları yaşadıkları için.” Dostoyevski’nin insanları acının ateşinin temizleyici gücünü sergiliyorlar. *** Zaman bir ritm’dir, bir tempo.

Saat, bir sarkaç’tır, pandelum! Sultanahmet’te ben, “özgür” insanın güneşin hareketine dayalı ritm’ini, pratik zamanı reddettim. Daha sonra, aynı yerde elli yıl kadar önce Nazım’ın da aynısını yaptığını buldum. Geriye kalan kısa veya uzun zamanı geçirmek için mutlaka kendi ritm’ini bulmalısın (…) Çıktığında eksik kalan sevgi günlerini giderebilmek için yüreğini büyüt. Çıktığında bir gün, iki günlük sevmelisin(…) inanmış insanlar, zamanı dünyanın güneş etrafındaki hareketine göre ölçmezler. *** 11 Cezaevi genellikle demir parmaklıklarla simgeleniyor; bana göre cezaevini anlatmıyor. Cezaevi “kapı” demek. Kapı, kapı, kapı ve ‘kapı üzerine kapı’ cezaevini anlatıyor. Bir koğuştan sokağa kadar bir cezaevinde en az dokuz kapı veya daha çok kapı vardır. Normal olarak parmaklık bu kapıların üzerinde de bulunuyor. Küçülüyor ve bunlara mazgal deniliyor. Yeni düzenlemede mazgallar küçük bir deliğe indirildi; küçük de olsa parmaklıklar kaldırıldı. Artık gardiyanlarımızı bile göremiyoruz; delikten veya demir kapının altındaki küçük bir aralıktan muamele görüyoruz. *** Devlet, İslam’a duyduğu ilgiden de olabilir, benim bir yerde bir Hıristiyan felsefesine sahip olduğumu bilmiyor. Bu felsefe şudur: Eğer mücadele gücün az ya da zayıf ise, yenmek için kırılmak gerekiyor, ilk Hıristiyanların, zayıflıkları içinde, kırılarak ve kırılmaktan korkmayarak kazandıklarını düşünüyorum. *** 12 Hiçbir siyasal içerikli davada hukuk hatası olmaz; siyasal içerikli davalarda hukuk hatası aramanın, düzeni aklama çabalarından biri olduğuna inanıyorum.

Siyasal davalarda “hata” yalnızca bir görüntüdür. “Hukuk hatası” hep düzenin bir tonundan diğerine geçerken ortaya çıkıyor. Bunun uyarıcı olması gerekir; “hukuk hatası” ortaya çıkan bir uyumsuzluğu gidermek için mevcut yasa ve içtihatların yetersizliğini sergiliyor; devletin yeni zorunluluklarla zorunu genişletme çabalarını görüntülüyor. *** İnsan doğasına en ters ilişkinin ne olduğu sorulursa, “hapislik” diye cevap veririm. Hapse konmanın insan doğasına son derece ters geldiğine inanıyorum. Bunun için de hapse konan bir insanın, vahşi bir hayvan veya kudurmuş bir kedi türünden neden duvarlara saldırmadığına şaşırıyorum. İnsan hapse konduğunda duvarları tırmalamalıdır; insanı böyle düşünüyorum. Böyle olmuyor; uygarlık, bir yandan insanoğluna en güzel soruları sormayı öğretirken, diğer yandan da en insan tepkilerden arındırıyor. Tersi oluyor ve “güzel” yatmak, erdem sayılıyor. *** 13 Belki ağır yazdığım oluyor; hakaret ve saygısızlık benim dışımda kalıyor. Yazgı arkadaşlarımın bütün eylemlerine katıldım; uzun açlık grevinden sonra dünya radyolarının öldüğümü haber verdiğini ben de duydum. Fakat akşamları koyun gibi bizi saymaya astsubaya veya üsteğmene ayağa kalkmamak, bana çok zor geliyordu; saygısızlık olarak görüyordum ve saygısızlık yapamıyordum. “Sayımda oturma grevi”mizden sonra, kıpkırmızı oluyordum ve saygısızlığını bittikten sonra, iki şeritli astsubayın arkasından bağırıp kişiliğine ve üniformasına saygım olduğunu söylüyordum. Çalıştığım için üsteğmeni görmemiştim; not bununla ilgili: Bu üsteğmen daha sonra, aldığı emre uyarak, benim hakkımda orduya hakaret tutanağı düzenledi ve serbest bırakılacağım gün benini yeniden tutuklanmama alet oldu. Avukatlarım, Gülçin, Levent Albayım, Öznur, Ziya Bey, hiç umutlu görünmüyorlardı.

Ben ise kendime güveniyordum; henüz kimseye hakaret etmedim ve saygısızlık yapmadım. Üniformaya ve orduya saygımı, yeteri kadar solcu veya devrimci olmamama bağlayacak olabilir; benim sorunum olmuyor. Mücadele ayrıdır, saygı ayrıdır; ben hem devrimci olmadan ve hem de saygılı bir ilişkiden yana tavır alıyorum. *** 14 Aşkta ve savaşta, insanlar, toplumun gübresel ağırlığından kurtuluyorlar. Canlı, düşüncede cesur, düşünen, duyan, insan var. Ölüm var, yaşam var. Ölüm düşüncesi, insanı zamanın ve mekanın dışına çıkarıyor: insan yapıyor. *** Yıkım, insafsızlık karşısında çaresizliktir. *** Gelen paraları, komüne verirdik. Her zaman bir miktar ayırırdım. Solcu mahpushane de olsa, çok darda kalanlar, kime başvuracaklarını bilirler; bunlara verirdim. Arada bir de havalandırmada “kantin” açılırdı. Mücadeleci , dirençli ve direnişçi gençlere çikolata alırdım. Sonradan hissettim; kantinci jandarma eri gardiyanlar ispiyonlarlarmış. Sürgünleri neredeyse benim çikolatalara göre planlamışlar; bunlardan birisi, notlarımda şöyle: “Bizim komünde biri daha gidiyor.

Acilci, sevimli, deneyimli, mahpusçu. Yatmadığı hapishane kalmamış. Anlatmaya değer; bir sürgünde eli arkaya kelepçeli olduğu için gardiyan veya jandarma yardımıyla işiyormuş.” 15 Bütünlük’e yabancılaştı birey. Bütünlük akıldan çıktı. Bütünlük, eziyor. Benim rolüm cenneti sevdirmek. Benim rolüm cennet heyecanı vermek. Benim rolüm, cennetin alınabileceğini göstermek. Benim rolüm cennet örneği vermek. Cennet örneği yaşamak, insan yaşamak. *** Bütün demir ranzalar yerinden oynatıldı. Koğuş zaten çok küçük, demir kapıya dayatıldı; artık, jandarma erlerinin koğuşun kapısını açarak içeriye girmeleri ve dövmeleri mümkün değil. Demir kapı, demir ranzalarla tahkim edildi; yorganlarla üzerlerine konuldu. Tabur sürekli mehter marşı çalıyor; mehter marşı kulakları sağır ediyor.

Tabur, hücuma hazırlanıyor. Mehter marşını ancak sloganlar bastırabilir; yetmiyor. Şimdi ben F-1 koğuşundayım; Boğaza açılan bir penceresi var. Bütün hapishanede tek’tir, bütün pencerelerin önü kapatılmış durumdadır. Kemal Tahir’in anılarından, Sultan Ahmet Cezaevi’nin nerede ise her koğuşundan karşı sahillerin, Moda Burnu’nun görüldüğü anlaşılıyor

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir