Yasar Ayasli – Adressiz Sorgular

Adressiz Sorgular’ın geçen yılın haziranında yapılan 5000 adetlik ilk baskısı bir ay gibi kısa bir sürede tükendi. Birinci baskının bir solukta tüketilmekle kalmayıp halen aranıyor olması, kitabın yerli yazın alanında türünün ilk örneklerinden biri olmasıyla açıklanabilir ancak. Gerçi Türkçede başka ülkelerdeki seçkin direniş örneklerini anlatan klasikleşmiş yapıtlar yayınlanmadı değil. Ama Adressiz Sorgular ilkin canlı tanıklar eliyle 12 Eylül işkencelerine neşter vurmasıyla sonra, J. Fuçik, H. Alleg ve N. D. Thuan gibi direniş savaşçılarının kendi topraklarımız üstünde de boy attığını göstermesiyle özgünlük kazanıyor. Devrimci kamuoyu, Türkiye tarihinin en ağır döneminde işkenceye karşı direniş alanında uluslararası düzeyin yakalanmış olmasından duyduğu kıvanç ve onuru, kitaba gösterdiği yoğun ilgiyle ifade etmiş olsa gerektir. İlk baskıdan bu yana Adressiz Sorgular’a ilgisini esirgemeyen bir başka taraf da, DGM ve siyasi polis oldu. Kitap, yayınlanmasının üzerinden iki ay geçmeden Ankara DGM’nin kararıyla toplatıldı, işkence yapanların değil, işkence görenlerin kovuşturulduğu bir ülkede hiç şaşırtıcı gelmedi bu bize. Neyse ki, dava beraatla sonuçlandı ve bir yılı aşkın bir aradan sonra ikinci baskıya geçilebildi. Bu arada, siyasi polis, bir yanıyla kendi eseri olan Adressiz Sorgular’a olağanın üstünde bir ilgi gösterdi. Çeşitli kentlerde işkence tezgahına çekilen devrimciler, kitabı, her defasında sorgu masalarının üzerinde buldular. Gerçi meslek erbabı işkencecilerin “eleştiri” ve yargıları pek dostça sayılmazdı, ama gene de anlamlıydı bu.


İkinci baskı, ilkinin aşağı yukarı aynısıdır. Yani kitabın planında ve içeriğinde esaslı değişiklikler yapılmamıştır. Ancak ilk baskıda yer alan birkaç direniş anısı çıkartıldı ve bir yenisi kondu. Yanı sıra, giriş kısmı dahil olmak üzere, bazı fazlalıkları atma ya da eklemeler yapma gibi düzeltmeler yoluna gidildiğini de belirtelim. Beri yandan, anlatımlarda, gerek adları ve adlarının baş harfleri belirtilmiş direnişçiler, gerekse olayların geçtiği yerler ve tarihler gerçekte olduğu gibi verilmiş, değiştirilmemiştir. Çünkü, devrimcilerin zaten sürekli ölüm tehdidi altında yaşamak zorunda bırakıldığı bir ülkede, isimleri değiştirerek böyle bir tehlikeden kurtulmaya çalışmak, kafasını kuma sokan devekuşunun durumundan pek farksız olmayacaktı. Kitaptaki yazılara gelince, bunlara ister röportaj, ister anı, ister belgesel anlatı, isterse başka bir şey deyin, sonuçları itibarıyla ^ fazla bir önemi yok bunun. Hiçbiri de meslekten edebiyatçı olmayan anı yazarlarının şu ya da bu edebiyat dalının kurallarına sadık kalmak veya ortaya bir sanat yapıtı çıkarmak gibi bir kaygıları olmamıştır. Yazıldığı sırada hemen tamamı da cezaevlerinde yatmakta olan insanlar kalemi ellerine almışlar ve yaşadıklarını gerçekte olduğu gibi yazmışlardır. Hem de o günkü açlık grevlerinin, dayakların, hücre cezalarının, yasakların, sürgünlerin ortasında… Kitap boyunca anlatılan olaylar, olağan sayılmaları gereken ufak tefek bellek yanılmaları dışında, eksiği olan ama fazlası olmayan milimi milimine yaşanmış gerçek olaylardır. Hatta tekrarlardan ve gereksiz işkence anlatımlarından mümkün olduğunca kaçınılmaya çalışılmıştır. Ve tabii okuyucu, anlatımlarda yer yer görülebilen benzerliklerin biraz da yaşamın kendisinden kaynaklandığını akıldan çıkarmamalıdır. Aynı ideolojiyi ve direnme ilkelerini benimsemiş, aynı işkencecilerce sorgulanmış, aynı işkence yöntemleriyle karşılaşmış, hatta bir kısmı aynı odalarda tutulmuş kimseler arasında kaçınılmazdı bu bir bakıma. Adressiz Sorgular, işkence konusunu işleyen son dönem yapıtlarından içerikçe ve biçimce farklıdır. Hatırlanacağı gibi, işkencecilerin barbarlıklarını gösterip, bu yapılanlar karşısında hümanist acıma duyguları uyandırmayı amaçlayan birçok kitap yayınlandı daha önce Türkçede.

İşkence odasından geçenleri anlatırken çok defa devrimci/faşist, direnen/çözülen, onuruyla ölen/ihanet eden ayrımı dahi yapmıyorlardı bunlar. Yapılan işkenceleri kaydedip kınamakla yetiniyorlardı çoğunlukla. En fazla hükümetten işkenceye son vermesini istiyor, işkenceyle alınmış ifadelere dayalı mahkeme kararlarının geçersizliğini ilan ediyor, işkencecilerin yargılanması çağrısında bulunuyorlardı. Bunlar arasında polislerin vicdanına seslenenler, işkencenin eğitimle, öğütle ve eleştiriyle kaldırılabileceğine inananlar da yok değildi. Bu anlayışla yazılanlardan tamamen farklıdır elinizdeki kitap. İşkence ve işkenceci otopsi masasına gene yatırılıyor; ama onu diğerlerinden ayıran asıl şey bu değil, odağına işkencede direnme konusunu yerleştirmesi. İşkencecileri direnme yoluyla yenemiyorsak, onları teşhir etmemiz ya da öfke ve nefretimizi dile getirmemiz neye yarar? Onları kendi karargâhlarında yenebiliyor, kullandıkları işkence yöntem ve araçlarını bir hiçe indirgeyebiliyor muyuz? Büyük zafere duyulan inancı ve umudu, işkence odasında da ayakta tutabiliyor muyuz? Mesele, devrimci insanın özünde varolması gereken kendine güven duygusunu, baş eğmezliği ve korkusuzluğu gösterebilmekti. İşte davamız bakımından asıl hayati önem taşıyan bunlardı, onun için kitaba ruhunu veren de bunlar oldu. Adressiz Sorgularda anlatılan direnişler bazılarına abartılıymış gibi görünebilir. Ama böyle bir şey yeni olmaz; olsa olsa bir zamanlar devrimci çevrelerde Direnme Savaşı veya Fırtına Çocukları hakkında söylenenlerin kaba bir tekrarı olur. Bilindiği gibi, bu kitaplar Türkçeye ilk çevrildiklerinde, birçokları tarafından abartma olmakla suçlanmışlardı. Henüz çocukluk çağını yaşamakta olan Türkiyeli devrimcileri Yunanlı ve Vietnamlı savaşçıların direnişlerinin bir olgunluk çağı ürünü olduğunu düşünememişler, onları kendileriyle kıyaslayıp yargıda bulunmaya kalkışmışlardı. Üstelik bu kuşkucular, sayıca az olsalar da devrimci özü en iyi ve en olgun şekilde temsil eden olumlu tipleri değil, en sık rastlanan, sıradan ve hatta ortalamanın altına düşen tipleri ölçü almak gibi tuhaf bir yanılgı içindeydiler. Kitaptaki direniş örneklerinin aynı örgüt davalarından yargılanan kişiler arasından seçilmesi bilerek yapılmıştır. Daha doğrusu, iletilmek istenen mesajlardan birisi saklıdır burada.

Hatırlanacağı üzere, ’80’li yıllarda faşist ve teslimiyetçi propaganda ortak bir noktada buluşarak, “işkencede herkes konuşur” görüşünü yaydı ve bunu adeta efsaneleştirdi. Onbinlerce devrimcinin ve halkımızın kaderini yakından ilgilendiren bu kötü efsane yıkılmalıydı. Ama nasıl yıkılacaktı? Ellerini göğsüne kavuşturup, olağanüstü kahramanlıktaki bireylerin çıkmasını bekleyerek değil elbette, içlerinde az sayıda kişinin direnebildiği o günkü devrimci örgütlerin cılız ve yetersiz çabaları da yetmezdi bunun için. Geriye tek bir yol kalıyordu: Örgüt olarak direnmek, her örgütte çoğunlukta olanların direnmeleri… Nitekim TİKB davalarından yargılanmış devrimciler her defasında bu sahte efsaneyi boşa çıkardılar. Öyle ki, cellatlık yöntemlerinin gücüne olan güvenlerini kaybeden işkenceciler kendi yarattıkları e fsaneye artık kendileri bile inanmaz olmuşlardı. Yoksa yenilgi yıllarında işkence odalarını kaplayan umutsuzluk ve utanç havası başka türlü dağıtılamazdı. Şunu da belirtelim ki, kitaptaki direnme örnekleri TİKB davalarından yargılananların tamamını kapsamıyor. Birkaç kez geçtikleri işkence sınavlarında en yüce direniş örneklerini yaratabilmiş Osman’ın, Fatih’in, İsmail’in, Ataman’ın (vd.) direnişleri yoktur bu derlemede ne yazık ki. Gene halen yazacak durumda olmayan Aysel Zehir’in, kendilerini yazma çekingenliğinden kurtaramayanların, kavgaya “elveda” demiş olanların, direnişleri özgünlük taşımayanların, ya da ortalamanın üzerine çıkamayanların da… Gerekli olan, en ileri düzeyi yakalayabilmiş olanların birikmiş tecrübelerini aktarmaktı, bu da başarıldı sanıyorum. Eğer cellatlarının sürekli ölüm tehdidi altında tutulan kimseler bunları yazıya dökmeselerdi, tıpkı şehit yoldaşları gibi tecrübelerini kendileriyle birlikte mezara taşımak durumunda kalabilirlerdi. İşkenceyi suçlayıp yargılamakla kalmayan, aynı zamanda rezil eden bir direnişler kitabına her zaman ihtiyaç vardır bizimki gibi bir ülkede. Çünkü işkence dün olduğu kadar bugün de gündemdedir, bugün olduğu kadar yarın da gündemde olacaktır. Cudi dağının eteklerinden emniyet saraylarına, şubelerden karakollara, köylerden zindanlara kadar her yerde işkence yapılan bir ülkede yaşıyoruz. Kasaplar Deresi gibi işkence mezarlıkları olan, zorla dışkı yedirilen, açlık grevinin 30lu günlerinde insan öldürülen kaç ülke vardır yeryüzünde? Öylesine bir gidiş içindeyiz ki, sanki bir süre daha geçse, halk kitleleri içinde işkence görmeyen kimse kalmayacak neredeyse.

Egemen sınıfların niyeti, halkımızı ve öncülerini manen çökertmektir. Onlar kendine olan güvenini ve saygısını kaybetmiş köleler istiyorlar. Sömürüsüz ve baskısız bir dünya uğruna yürütülen büyük mücadeleyi topraklarımızdan ebediyen söküp atmak için… Bunu başarırlarsa umutsuzluğu, boyun eğme ruhunu ve onursuzluğu ülkeye hakim kılıp, sömürü düzenini güvence altına almış olacaklar. İşkence denilen cellat baltasını köreltmek, onu işe yaramaz ve küflü bir silah haline getirmek asıl bunun için gerekli işte. Bu kitapta bir düzinenin üstünde devrimcinin direnişi anlatılıyor. Hepsinin de mesajlarının ortak özü “İşkencede direnilebilir” sözcüklerinde yatmaktadır. Olağanüstü bir direnç gerektiren bu görev, eğer istenirse olağan insanlar tarafından pekâlâ yerine getirilebilir. Adressiz Sorgular’ı bitirdiğinizde göreceksiniz: Sorgularda işkencecilerin tutsaklarına yönelttikleri bütün sorular, adreslerini bulamayarak, gerisin geriye işkencecilerin kendilerine dönmektedir. Ama biz inanıyoruz ki, bu direnişlerden çıkarılan dersler, özgürlük ve onur tutkunu yüreklerdeki adreslerini sektirmeden bulacaklardır. Yaşar Ayaşlı İŞKENCEDE DİRENİŞ ÜZERİNE BAZI KISA DERSLER “Bilesiniz ki boyun eğemem ben, Çünkü boyun eğiş bir kader sözcüğü. Oysa insan tutsaklığının ölüm mühürü sallanmaktadır tacının üzerinde, Sicilyalı’nın kılıcı gibi. O bunu kabul edecek mi? Yoksa ben mi teslim olacağım? Ben teslim olmayacağım.” SHELLEY /Bağlarından Kurtulmuş Prometheus’tan Son on yılda dış ve iç kamuoyunu en çok meşgul eden konulardan biri işkenceydi, halen de -kısmen azalmış da olsa- öyledir. İşkenceden ölümler, kayıplar, fiziksel ve psikolojik eziyet yöntemleri, işkenceye karşı önlemler ve suçluların cezalandırılması üzerine az şey yazılmadı. Gerçi bu çabalar yetersiz kaldılar ve çoğu kez çarpık biçimlere büründüler, ama devrimciler ve halk üzerinde uygulanan şiddetin en iğrenç, en küstah biçimlerinden biri olan işkenceye karşı mücadelede de belli bir rol oynayabildiler.

İşkencenin teşhirinin her zaman gerekli bir görev olduğuna bir diyeceğimiz yok elbette. Hatta bu yöndeki çabalara tutarlılık, süreklilik ve genişlik kazandırmak gibi bir görev de var önümüzde. Ama işkencenin mahkum edilmesinde ya da işkencecinin yenilmesinde yeterli midir bu? İşkenceye karşı öfke uyandırmak, yaygın bir muhalefet geliştirmek ve onun düzenle bağlantılarını ortaya çıkarmak ne kadar gerekli olursa olsun, bu, onun yenilebileceğini göstermeye ve işkence kurbanlarına kendine güven duygusu aşılamaya yetmez. İşkenceyi mahkum edip lanetleyen onca kitap, makale veya panelde asıl eksik olan da budur işte. İşkenceye karşı mücadelenin ateş hattındaki bu en önemli konusu, liberal ve revizyonist söylemin burjuva hümanist gözyaşları arasında hep boğuntuya getirilmiş, ihmal edilmiştir. Bununla kastettiğimiz gözünü kırpmadan yüzlerce devrimcinin uğruna can verdiği, binlercesinin sakat kaldığı ya da ömürlerinden çok şey kaybettiği işkencede direniş cephesidir. Bu öyle bir cephedir ki, kalemle ya da sözle değil dişle ve tırnakla, hariçten konuşarak ya da yazarak değil kalenin içinde bizzat savaşılarak, kanla ve ölümle yaratılmıştır ve o, ne tarihin karanlıklarına terketmeye, ne de belleklerden silmeye gelir. Sonuç olarak, sorun, işkenceyi teşhir etmek, onu hafifletmek ve suçluları cezalandırmak olamaz sadece. Çünkü zaten kapitalizm koşulları altında, hele Türkiye gibi siyasi özgürlüklerin işlemediği bir ülkede, işkenceyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ama buna karşılık, işkenceci bugünkü koşullarda da yenilebilir, işkencenin bütün fonksiyonları şu ya da bu ölçüde işlemez hale getirilebilir. Tabii eğer işkencede direnilirse, geniş ve sağlam bir direniş cephesi yaratılabilirse. İşte bu yazı, işkenceye karşı mücadelede çoğunlukla ihmal edilen bu yön üzerindeki yaklaşımımızı konu almaktadır. I Egemen sınıfların, işkenceye, bir itiraf ettirme, caydırma ve yola getirme yöntemi olarak hukuksal bir biçim verip, onu yasallaştırdıkları dönemler olmamış değildir. Ancak sınıf mücadelesi gelişip halkın tepkisi büyüdükçe, çıplak zor yoluyla boyun eğdirmenin bu yöntemi, artık açıktan savunulamaz hale gelmiştir. Böyle olunca, sürekli ve sistemli olarak yine uygulanmış; ama açıkça savunulmadan, tartı bir ikiyüzlülükle yasalara yasaklayıcı hükümler de konarak.

Toplumdan yükselen işkence iddialarına gelince bunlar ya duymazdan gelinmiş, ya da inkâr edilmiştir. Ancak gizlenemez hale gelindiğinde kabul edilmiştir ki, o da “münferit olaylar” sayılmak veya birkaç fanatiğin -hatta akıl hastasının- marifeti olarak gösterilmek kaydıyla. Böylelikle, işkence, devlet cihazının fonksiyonlarından yalıtılmakla kalınmayıp, güvenlik güçleri içindeki tek tek kişilerin davranışlarına ve sağlıksız güdülerine indirgenmiş, arızi bir görünüme büründürülmüştür. Psiko-tarihin söylemiyle konuşmaya meraklı liberal aydınların ve bazı sözde devrimcilerin görüşleri de, daha inceltilmiş ve daha dolaylı olsalar bile, bundan pek farklı sayılmazlar. Bunlara göre, işkence, Türk ulusunun doğasında doğuştan varolan barbarlığın, feodal kalıntılardan gelme şiddet duygusunun bir dışavurumudur, hatta halk arasında yaygın bir gelenektir. Ya da tarihsel aşağılık kompleksinden ve kültürel gerilikten kaynaklanan sado-mazoşistik, psiko-patolojik bir olgu da denilebilir ona. Sonuçta, işkence, çıkış noktası ne olursa olsun her halükarda “sınıflarüstü”, içgüdüsel, kör ve denetlenemez faktörlere bağlanmış olmaktadır. Eğer işkence olgusuna materyalist tarih anlayışı ve sınıf bakış açısı ile değil de, öznel psikoloji ve idealist indirgeme yöntemleriyle yaklaşılırsa, sömürücü sınıflar ve onların hizmetkârı durumundaki işkenceciler aklanmak zorunda kalınır. İşkence; ilkel, sadistçe ve canice bir eziyet yöntemi, yine insanlık dışı ve hayvansı bir şiddettir ama onun temelinde yatan asıl şey, ne aşağılık kompleksi, ne saldırganlık güdüsü, ne de kültürel geriliktir. Bu olgu, eğer bilimsel bir tutarlılık isteniyorsa, yalnızca sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklar, siyasal sistemin sınıfsal karakteri ve biçimi, sınıf mücadelesinin toplumsal-tarihsel koşulları ve bu mücadelenin şiddetlenme derecesi temelinde açıklanmalıdır. Sömürücü sınıfların, işkenceyi, çok eski çağlardan beri ezilenleri ve ileri sınıfın öncülerini sindirip dağıtmanın bir aracı olarak kullandıkları bilinmektedir. Ezenler, ezilenler karşısında varlık koşullarını ve egemenliklerini devlet cihazı gibi örgütlenmiş bir şiddet aracı olmaksızın koruyamazlar. İşkence de, bu şiddet cihazının özel kurumlan eliyle uygulanan sindirme yöntemlerinden biridir işte. Süreklilik ve sistemlilik kazanmış devlet terörünün biçimlerin den biri olarak işkencenin, Türkiye’deki genel çerçevesi de bu evrensel kuralın dışında değildir. Türkiye, dünyada işkenceyi çok uygulamasıyla tanınır, ve belki de o başka hiçbir konuda bundan daha fazla kendi adından söz ettirmemiştir.

Ülkenin bütün kışlalarında, emniyet binalarında, polis ve asker karakollarında işkence yapılmayan yer yok gibidir. Emniyet binaları daha inşa edilirken, işkence yapmaya uygun bir sisteme göre planlanırlar ve buralarda en ilkelinden en modernine kadar bütün işkence aletleri mevcuttur. Çünkü işkence, mahkemeleri, hapishaneleri ve idam cezalarını tamamlayan ve onların etki gücünü artıran bir mekanizma olarak düşünülmüştür. Sınıf mücadelesi, kapitalist sistemde her zaman var olan nesnel bir olgudur. Buna bağlı olarak, egemen sınıflar da sınıf mücadelesini bastırmak için işkenceye daima gereksinim duyarlar. Üstelik işkence bir disiplin ve hizaya getirme yöntemi olarak her devirde uygulanmakla kalmaz, emekçi sınıfların bütün kesimlerini de hedef alır. Ama tabii en yaygın ve en yöntemli uygulama alanı bulduğu kesim de komünistlerden antifaşistlere ve ulusal kurtuluşçulara kadar uzanan kesimdir, yani mevcut düzeni yıkma tehdidi altında tutan veya bu potansiyeli taşıyan unsurlardır. Sınıf mücadelesinin kapitalist düzeni en fazla tehdit ettiği dönemler, aynı zamanda işkencenin en fazla yaygınlaştığı dönemlerdir de. Bu bakımdan, işkencedeki tırmanış ve hayvansılaşma ile, toplumsal kriz anları, sınıf mücadelesindeki yükselme ve şiddetlenme grafiği arasında dolaysız bir bağ bulunmaktadır. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi yükseldikçe işkence de yükselir, özellikle de bastırma dönemlerinde doruğuna çıkar. Dünya devrimler ve karşıdevrimler tarihi kadar, Türkiye’nin yakın tarihinden de çıkarsamak mümkündür bunu: Kürt isyanlarının bastırılma yılları, eski TKP tevkifatları, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri örneklerindeki gibi. Eğer sırf 12 Eylül yıllarında siyasal nedenlerle 700 bin dolayında insan işkenceden geçirilmiş, bunlardan yüzlercesi öldürülmüş, daha fazlası sakat bırakılmışsa, bu, işkencenin idamlardan ve kurşuna dizmelerden çok daha fazla ve çok daha etkin bir şekilde kullanıldığını kanıtlar. İşkence, egemen sınıfların belli öfke anlarında intikam almak için uyguladıktan atadan kalma bir alışkanlıkmış gibi görünür ilk bakışta. Ama eğer siyasal maksatlarla yapılan işkence adi suçlulara yapılanlardan ayrılırsa, bunun o kadar basit olmadığı, aksine siyasi polisin işkence yöntemiyle birçok ereğe birden -üstelik bilinçli ve yöntemli olarak- ulaşmaya çalıştığı ortaya çıkar. Bu ereklerin analizinden hareketle, işkencenin, karşıdevrimin ideolojik, politik, örgütsel, hukuksal, ahlâki ve psikolojik saldırı süreçlerinin ayrılmaz bir parçası olmakla kalmayıp, aynı zamanda bunların karışımını içeren komple ve yoğunlaştırılmış özel bir saldırı biçimi olduğunu söylemek mümkündür.

İşkencenin sınıfsal işlevi, siyasi polisin ondan beklediği kısa ve uzun vadeli ereklerden kolaylıkla çıkarılabilir. İşkencecinin acil hedefi, sırları deşifre edip, kişileri kendileri ve yoldaşları aleyhine itirafa zorlayarak, bu yoldan elde ettiği bilgilerle devrimci yeraltı örgütlerini çökertmek, tasfiye etmektir. Bu nedenle, sorguların düzenleniş biçimi ve polis operasyonlarının kurgusu bu acil hedef gözetilerek planlanır. Ama öte yandan, işkence, süre, kapsam, çeşitlilik, amaç vs. gibi bakımlardan zorla itiraf ettirmenin çok üstünde bir mekanizmaya sahiptir. İşkence görenin çözüldükten sonra da gözaltında tutulması, TV’de teşhir edilerek günah çıkarttırılması, sorguların beyin yıkama ve aşağılama benzeri bir dizi bileşeni içermesi gibi argümanlardan çıkarılabilir bu. Siyasi polis, işkence ettiklerine örgüt sırlarını itiraf ettirtmekten başka, onları yoldaşlarının karşısına dikmek, ihanete ve pişmanlığa sürüklemek, aj anlaştırmak, saf değiştirtmek, aşağılamak, yıldırmak, kişiliksizleştirmek, disipline etmek, bedensel ve psikolojik bakımdan yıpratmak da ister. Çünkü bunu başarabildiği ölçüde devrimci hareketteki kan kaybının hızlanacağını, döneklerin sayısının artacağını, teslimiyetçi ve tasfiyeci eğilimlerin güçleneceğini, radikal mevzilerden liberal konumlara kaymalar olacağını kendi deneyimlerinden bilmektedir. Yanı sıra, işkenceyi, korku ve yılgınlık yaratarak potansiyel unsurları devrimci örgütlerden uzak tutmak için de kullanır. Sonuç olarak, devrimci hareket karşısında işkenceye, hapis cezası, idamlar ve hapishane benzeri gözdağı ve ıslah yöntemleri zinciri de eklenerek, örgütleri çökertmenin ötesinde yıldırma, caydırma ve ıslah etme gibi birbirini tamamlayan işlevler yüklenir. Burada hemen sorulması gereken soru şudur: Gerçekten de, burjuva devleti işkenceyle ulaşmak istediği bu amaçlarına ulaşabilmekte midir?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir