Yaşar Kemal – Binboğalar Efsanesi

Aladağın ardında, uzun bir koyak var. Koyak baştan ayağa ormanlık. İçinden yüzlerce pınar kaynıyor. Dört yanları naneli, pürenli, içleri çakıl taşlı, soğuk, aydınlık pınarlar. Pınarlardan su yerine aydınlık kaynıyor, oluklardan su yerine ışık şakırdıyor. Çok eski zamanlardan bu yana burası, Aladağın ardı Türkmenin, Yörüğün, Aydınlı Yörüğünün yaylağı. Çukurova ne zamandan bu yana bu insanların kışlağıysa, o zamanlardan bu yana da Aladağın koyağı bunların yaylağıdır. Yörükleri ne bu kışlaktan, ne bu yaylaktan kolay kolay ayıramazsın, ölürler. Bir kayanın doruğunda bitmiş bir ot nasıl inatla köklerini sert çinke taşlarına sarmış, tutunmuşsa, Aladağ Yörüğü de öyledir. Demirci Haydar Usta yürürken zınk diye duruverdi. Sağ elini bakır kızılı uzun sakalına götürdü, sakalını tam çenesinin altından sertçe tutamladı. Sol eli de kendinde olmadan sağ elini izledi. Haydar Ustanın adımları gittikçe yavaşlıyordu. Sonra ağır ağır gittiler, durdular. Haydar Usta bir süre olduğu yerde öylece kaldı.


Başını kaldırdı, havayı koklar gibi boynunu uzattı, sağına soluna bakındı, sonra gene daldı gitti. Elleri sakalından çözülüp iki iri külünk gibi yanlarına düşünce gene yürüdü. Gittikçe hızlanıyordu. Ceviz rengi bir şayak şalvar giymişti. Sırtındaki yelek sırmalı, eski bir aba ya da cepken bozmasıydı. Başında kendi eliyle keçi tüyünden ördüğü altın renginde bir börk vardı. Börk ona iki kat heybet veriyordu. Kaşları da püskül püskül, geniş alnına, altın, uzun börküne, çağıldayarak akmış gitmiş bakır sakalına uyuyordu. Uzun bir süre böyle hızlı, soluk soluğa yürüdükten sonra gene ayakları yavaşladı, sonra ağır ağır durdu, elleri gene sakalını tutamladı, gene dehşet bir düşünceye vardı. Gölgesi mor toprağa düşmüştü. Gölgesi de dehşet bir düşüncedeydi. Yandaki kayalıklara dökülen oluğun suları şakırdıyor, yere daha düşmeden parça parça, tuz buz oluyordu. Dökülen sularla birlikte, suların şakırtısına düşüncesini uydurmuş, gözlerinin önünden, aklından dünyalar geçiyordu. “Bre koca Allah, hay bre koca Allah… Çukurda bir kışlak ver bana kışlayım. Aladağda bir yaylak ver yaylayım.

Eskiden vermiştin ne oldu? Eskiden vermiştin neden geri aldın? Hay bre boz atlı, yeşil donlu Hızır senden de imdat umarım. Bu gece varır huzurunda dururum, yardımını dilerim. Ala gözlerini görürüm.” Yorulmuştu. Yandaki kayaya tırmandı, kayanın aralığından bir çam fışkırmıştı, vardı sırtını ona dayadı. Çam da Demirci Haydar kadar yaşlanmıştı. Gövdesi domur domur yarılmış, dalları bükülmüş, yere sarkmıştı. “Bu gece onu göreceğim, hiçbir çaresi mümkünü yok. Varıp huzuruna yüz süreceğim. Hiçbir çaresi mümkünatı yok. Padişahlar için yaptığım kılıcı ona vereceğim, hiçbir mümkünatı çaresi yok.” Gene sakalını sıkı sıkıya tutamlamıştı. Öğle güneşinde, altın ışıltısındaki börkünün altındaki bakır sakalı, püskül kaşları yıldırdıyordu. Çimeni yeşil gözleri bir ışıltıda ikide bir çakmak çakıyor, kararıveriyordu. “Bak,” diyordu, “koca Allah, güzelim, yiğidim, dost, aslanım, yeri göğü, inni cinni, seni beni yaratansın değil mi? İşte böyle kardaşım.

Ben onlara, şu cehennemin dibine batasıca obaya dedim ki, bu Hıdırellezde ben onunla konuşurum, mümkünatı hem de çaresi yok, konuşurum, dedim. Demedim ya, onlara azıcık umut verdim. İşim yok da o deyyuslara, o alçaklara, o sürüngenlere Çukurda kışlak, Aladağda yaylak veresin diye sana mı yalvaracağım, senin o gülden ince, gülden nazik yüreciğini mi inciteceğim, işim yok da…” Başını göğe kaldırdı, gözlerini uzaklara, derinlere, bir ak bulutun salındığı yerin arkasına dikti: “Söyle bakalım, verecek misin?” diye sert söylendi. “Vermezsin!” diye de hemen ekledi: “Vermezsin aslanım. Hiç vermezsin. Ben seni bilmez miyim, sen bizi bıraktın. Sen gökleri, yıldızları, ormanları suları bıraktın, sen camilerden çıkmaz oldun. Sen kendine ışıklı, büyük kentler kurdun. Sen kendine gökte uçan demir kuşlar yaptın. Sen kendine toprağı yiyen, yerken uluyan canavarlar yaptın. Sen, üst üste evler, yedi denizler yaptın. Bize Çukurda bir kışlak, Aladağda bir yaylak ver desem, vermezsin ki… Ben de bu gece sana kışlak için yalvarmam, mümkünatı çaresi yok yalvarmam. Bu oba da sürünsün senin sayende. Varsın ölsünler, kırım kırım kırılsınlar. Senin yüzünden.

” Çukurovayı getirdi gözünün önüne. Bir güz gecesini… Karanlıkta tekmil ova yıldız yıldız yanıyordu. Tarlalarda homurtularla akıp giden koca demir yıldızlar, koskocaman, demirden yıldız böcekleri… Gem vurulmuş akarsular, yollar, yollarda akıp giden, insanın başını döndüren yıldırım gibi beygirler… Tozduman, sıcak, ter, sıtma, bela… Bir acayip kurumuş adamlar… Yarı çıplak yanmış kadınlar. Hele kadınlar, hele çırılçıplak… Çimeni yeşil gözlerinin akı gittikçe çoğalıyordu. Aşağıdan bir ayak sesi geldi, bir taş derin uçuruma aşağı yuvarlandı, yanına bir sürü daha taşı katarak gürültüyle aşağıya inmeye başladı. Burnuna taze, ezilmiş, ince, güneşte buğulanmış çiçek kokusu geldi. Canı sıkıldı. Nerdeyse şimdi, şu anda iyice dalacak, şurada, şu taşın başında eski günlere gidecek, Çukurovaya, Adana şehrine, Mersine inecek, güneşten bacakları yanmış kızları, uzun bacaklı kızları görecek, oradan gerisin geri eski günlere, Çukurda koyun sürüsü gibi ceren dolaştığı günlere varacaktı. Ayak sesine başını kaldırdı, sakalını bıraktı, aşağıdan arkadaşı Müslüm geliyordu. Saçı, sakalı, elleri, kaşı, bıyığı, her bir yanı apaktı. Aşağıdan yukarı bir pamuk yumağı gibi ağıyordu. “Kardaşlığım, kardaşlığım, hay yiğen Haydar, Haydar, sabahtan beri seni arıyorum.” Elindeki kirmeni hem eğiriyor, hem geliyordu. Geldi soluk soluğa Haydar Ustanın yanına oturdu. Çarığının içine küçücük sümüklüböcekler girmişti, çarığını çıkardı, iyice temizledi, geri giydi, sıkı sıkıya bağladı.

Küçücük, bir topak bir adamcıktı Müslüm. Gözlerini Haydar Ustanın gözlerine dikti, baktı baktı, iki bakış derinden derine şimşeklendi, çakıştı: “Bu yıl bu işi obamız için yapacaksın Haydar. Yeter torunun için yaptığın. Bu yıl Hızırlan İlyas buluştuklarında, sen bizi, obayı unutmayacaksın. Biz öldük Haydar, biz rezil olduk. Kanadımız kolumuz kırıldı Haydar… Koca Allah imdadımıza yetişmezse bizde hayır kalmadı Haydar.” Haydar Usta gene sakalını tutamladı, dirseklerini dizine dayadı, düşündü, daldı, sonra birden çimeni yeşil gözleri açıldı, parladı: “Para eder mi Müslüm?” diye sordu. “Allah bizi bırakmadı mı? Bizi bırakıp dağlardan koca kentlere inmedi mi? Biz de Allahın gittiği, indiği yere inmeliyiz Müslüm.” Müslüm: “Hay yiğen,” dedi, “senin soluğun keskin, Hıdırellez gecesinde bir istekte bulunursan koca Allah bizim dileğimizi verir. Muradımızı verir. Yeter ki sen bu yıl bizim için iste, torunun için değil.” Ayağa kalktılar, Haydar Usta önde Müslüm arkada, yola indiler. Bahar gözünü daha yeni açıyordu. Çiçekler yarı açmışlar, yarı tomurcukta. Kuşlar, arılar ılık gün altında yumuşacık uçuşuyorlardı.

Yarı uykulu. Toprak geriniyordu. Kayalar, ağaçlar, sular, börtü böcek, geyikler, tilkiler, çakallar, koyunlar, kuzular bir sabah buğusu içinde uykulu geriniyorlardı. Oba buraya, bu koyağa gelip konalı üç gün olmuştu. Altmış çadırlık bir obaydı bu. Karaçullu obası derlerdi adına. Obanın en yaşlı adamı demirci Haydar Ustaydı. Demirciliği ne işe yaramıştı, yarayacaktı? Bir gün bir işe yarayacaktı ama!. Bu kış Çukurovada analarından emdikleri burunlarından gelmişti. Şimdiye kadar, şu dünya dünya olalı beri, bu oba Çukura ineli beri böyle bela bir kış geçirmemişler, Çukurova adamından böyle bir düşmanlık görmemişlerdi. Daha dehşet bir şaşkınlık içindeydiler. Oba eskimiş, yozlaşmış, yoksullamıştı ama geleneklerinin bir kısmını daha yitirmemişti. Oba koyağa iner inmez, çadırlar kurulur kurulmaz derimevi çadırı da kurulmuştu. Derimevi çadırı öyle öteki çadırlar gibi uzunlamasına değildi. Derimevi çadırları hep yuvarlak olur.

Ve kubbelerini keçelerle, kilimlerle örterler. Kapıları görülmedik nakışta bir kilimle örtülmüştür. İç duvarlar eski, nakışlı kilimdendir. Yer baştan ayağa turuncu keçelerle döşelidir. Uçta, kapının sağında köz dolu bir taş ocak vardır. Derimevi otuz yıldır aynı yere kurulur. Çadırların ortasında, koyağın tabanında düz, üç harman yeri büyüklüğünde mermere benzer ak bir taş vardı. Taşın üstüne sabahtan bu yana keçeler, kilimler, döşekler, yastıklar taşınıp seriliyordu. Ak taşın üstü, ılık bahar güneşinin altında bir renk cümbüşündeydi. Büyük kazanlarda güzel kokulu yemekler pişiyordu. Yaşlı kadınlar büyük sinilere yemekler boşaltıyorlar, kazanlar dolduruyorlardı. Bir duman, bir buğu içinde yitip geri, ortaya çıkıyorlardı. Büyük toy hazırlığında, sevincindeydi herkes. Bir de, bir de Haydar Usta bir olur dese, değme keyfine o zaman. Toy, bir toy daha olacaktı.

“Ne olur Haydar Usta… Bir seferlik bir seferlik de bizim için iste. Sen bu obanın en yaşlısı, babası değil misin? Bir yıl, bir bu yıl bizim isteğimizi yap, ondan sonra her yıl ne istersen yap. Allahın yılı mı yok Haydar Usta? Nolursun Haydar Usta… Gözüm Haydar Usta. Bak, bir obanın çoluğu çocuğu, yaşlısı genci senin ağzının içine bakıyorlar. Ne dersin Ustam?” “Ulan ne biliyorsunuz Allahın benim her isteğimi yapacağını?” “Allah senin her istediğini yapar.” “Ulan ne biliyorsunuz?” “Biz biliriz, o seni kırmaz.” Haydar Usta ortada, bütün oba dört bir yanını çevirmiş. Haydar Ustanın elleri sakalını kavramış, ellerinden sakal fışkırmış, bakır kızıltısında, göğsünden aşağıya kayıyor. “Ulan etmeyin, ulan köpekler,” diyor Haydar Usta. “Ulan etmeyin, ulan beni ele aleme, ulan beni Allaha rezil etmeyin. Ulan Allah benim babamın oğlu mu?” Çadırlar solmuş, yırtık, eğmeleri saçaklamış… Çocukların yüzlerinde kan kalmamış, gözlerinin feri kaçmış. Haydar Usta şimdiye kadar, bunca yaş yaşadı, böyle bir yoksulluğu, bu kışki rezilliği hiç görmedi. “Ah elimden gelse,” diye inliyor. “Aaaah elimden gelse… Aaah, bir gelse elimden.” “Gelir,” diye bağırıyorlar, hepsi bir yerden.

“Bu gece kimse uyumasın. Hiç kimse. Bu gece bir tek kişi uyursa büyü bozulur, büyü… Ben de görür görmez, görürsem eğer…” “Görürsün!” diye kalabalık hep bir ağızdan bağırdı. Aladağın, derin, uzun ormanlıklı, kayalıklı koyağı tepeden tırnağa yankılandı. “Ben de onu görürsem, sizin isteğinizi isteyeceğim. Kim görürse onu bu yıl, obanın isteğini isteyecek… Tamam mı?” “Tamam,” diye bağırdılar hep bir ağızdan. “Kim hile yapar da bir başka şey isterse iş bozulur… Nekes olmayın. Çok sıkıştık. Bu yıl da ayağımızın üstünde duracak bir yer bulamazsak, yandık bittik.” “Yandık bittik,” dediler hep bir ağızdan. Toy başladı. Kavalcılar gelmişler, sessiz, hiç konuşmadan, kıpırdamadan orada turuncu keçelerin üstünde öyle dimdik oturuyorlar. Bağdaş kurmuşlar. Uzun, bakır renkli, çimen yeşili gözlü adamlar, bilinmezden, güneşin ya da ayın oralardan bir yerlerden gelmişler. Herkes onlara saygıyla, hayranlıkla, bir çeşit korkuyla bakıyor.

Onlar yandaki kayalar gibi, sağlam, toprağa yapışmışlar, bekliyorlar. Bir büyünün gerçekleşmesini bekliyorlar. Toy başladı. Çiçekler döküldü turuncu sofraya, yufka ekmeklerin yanına. Kokulu yoğurtlar, ayranlar… Bakır sinilerde kızarmış bütün koyunlar, keçiler, kuzular, oğlaklar… Tepeleme ak pirinç pilavları… Gülbenkler çekildi, demeler söylendi, Halil İbrahim Peygamber üstüne nefesler çekildi. Yemeye başlanıldı. Kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk, bütün oba sofradaydı. Koyağın ortasında, ak taşın üstünde, turuncu, güneş, kazayağı nakışlı sofrada bir sevinç çağıldıyordu. Derken bir davulcu çıktı ortaya, tek başına. Davulunu çalaraktan, davuluyla alt alta üst üste dönmeye başladı. Dehşet bir devinimde hışım gibi dönüyor, kolu uğunurcasına tokmağı sallıyor, davuldan inanılmaz çeşitte sesler çıkıyordu. Yalvarmalar, ağlamalar, gülmeler, öfkeler, alaylar, direnme, başkaldırma. Davulun sesi birden kesildi. Davulcu iki dizinin üstünde toprağa niyaza durdu. Eğildi üç kere toprağı öptü.

Sonra toydan teker teker kalkıp davulcunun yanına geldiler, yere diz çöktüler, toprağı üç kere öpüp niyaza durdular. Herkes geldi. Hastalar, sayrılar, çocuklar da gelip toprağa niyaza durdular. Gün kavuşmadan az önce sofranın aşağısına çok büyük bir ateş yaktılar. Ateşin kızıltısı koyağın dibine başına, yamaçlarına vurdu. Karanlık orman aydınlandı. Kavalcılar hep bir ağızdan uzak, bin yıllık türküler çaldılar. İnsanlar gittikçe kendilerinden sıyrılıp başka bir dünyaya giriyorlardı. Kavalcıların ardından sazcılar çıktılar ortaya. Görülmedik, duyulmadık bir semah çaldılar. Hiç kimse bu semaha mümkünatı yok ayak uyduramazdı. Çünkü bu semahı yüzünü geçmiş Koyun Dede çalıyordu. Bu semahı duyunca Haydar Ustanın gözleri ışıldadı. Ayağa kalktı, dönmeye başladı. Bir süre tek başına döndü… Bir dağ gibi ateş harmanının üstüne yürüyor, ışığa gelince bütün göğsünü almış sakalı yıldır yıldır ediyordu.

Sonra ince, uzun, dal gibi, yanık, iri gözlü, uzun saçlı bir kız çıktı ortaya. Haydar Ustayla, kendilerinden geçip döndüler. Sazcılara davul da katıldı, sonra kavalcılar da katıldılar. Toydakiler birer ikişer ayağa kalkıyorlar, semaha giriyorlardı. Bütün toy yediden yetmişe ayağa kalktı. Mengü başladı. Gün kavuştu. Davulcu kalabalığın ortasında coşkun bir sel gibi ateş harmanının yöresinde dönüyordu. Renkler, ışıklar, orman, ses, sular, koyak, yıldızlar, insanlar, hışım gibi bir devinimde dönüyorlardı. Birden sesler kirp diye kesiliyor, kalabalık, ateş harmanının dibine oturmuş saz çalan Koyun Dedeye, ateşe, ikisine birden niyaza duruyorlardı. Yatsı vakti mengü bitti. Koyun Dede uzun bir kayalığın başına çıktı. Gülbenk çekti: “Allah, Allah, Allah… Sairi Selman, mülke Süleyman, kör olsun Mervan, yardımcımız on iki imam. Hızmatın kabul, yüzün ak olsun.” Kalabalık hep bir ağızdan: “Hızmatın kabul, yüzün ak olsun,” dedi.

“Hızmatından şefaat bulasın.” Koyak yankılandı. “Şefaat bulasın.” “On iki imamın, Selmanı Pakın himmeti hazır ve nazır ola…” “Hazır ola.” “Ya Allah, ya Muhammed, ya Ali.” “Ya Ali.” “On iki imam nur oldu.” “Nur oldu.” Kalabalık coştu. Uzun bir süre yankılandı dünya. “Sultan Hatam sırroldu.” “Sırroldu.” “Sırrı Hüda için bağışla.” “Destimiz deman, küfrümüz iman, yardımcımız on iki imam, on iki imamın katarından, didarından ayırmasın, gerçeğe hüüüü… Gerçeğe hüüüü, gerçeğe hüüüü…” Kayalıklar: “Gerçeğe hüüü,” diye inledi. Koyun Dede kayalardan indi kalabalığa karıştı.

Kısık sesiyle: “Dünyada her şey var. Ağaç, kuş, toprak, türlü kokular, nimetler… Toprak bereketli, toprakta yüz bin, bir milyon doğurganlık… Akla hayale sığmaz. Sular, yıldızlar… Hepsi de insan için yaratılmıştır,” dedi. Bu gece yüreğinizi iyice temizleyecek, arıtacaksınız… Eğer içimizden bir insanı aşağılıyorsanız, aşağılanacak insan yoktur, bunu böylece bilin. Eğer bir insan için kötülük düşünüyorsanız, kötü düşünülecek insan bu dünyaya gelmemiştir, bunu böylece bilin. Dünyada kötülük yoktur. Kötülük uydurmadır. Dünyada iki türlü iyilik vardır. Işıktan bir değnek alın elinize, uzun bir değnek… Değneğin bir ucu çok parıltılı, bir ucu daha az parıltılıdır. İşte iyilikle kötülük arasındaki fark bu kadardır. Bunu böylece bilesiniz. Mervan kendince kötü değildi. Biz onu kötü yaptık. Bizim kötümüzdür. Yüreğinizi bu gece sabaha kadar arı tutun.

Gerçeğe hüüü, dostlar… Dostluğa hüüü…” Haydar Usta geldi, Dedeyi kucakladı, sonra onu omzundan öptü. Dede güldü: “Sen de yüreğini arıt erenler,” dedi. “Bu gece senin gecen: Bu gece sen kurtaracaktın bu obayı.” Haydar Usta: “Ben mi kurtaracağım?” diye şaşkınlıkla sordu. “Sen de mi Dede?” Dede onun elini yakaladı, sıktı: “Hangi suyun başında sabahlayacaksın sultanım?” “Alagözü bekleyeceğim.” “Himmetin hazır olsun,” dedi Dede, ayrıldılar. Ve kalabalık ağır ağır ormana, sulara, pınarlara, kayalıklara dağıldı. Bu gece beş mayısı altı mayısa bağlayan gecedir. Bu gece denizlerin ermişi İlyasla karaların ermişi Hızır buluşacaklar. Dünya kurulduğundan bu yana bu iki ermiş her yıl, yılın bu gecesinde buluşurlar. Eğer bir yıl buluşmayacak olsalar, denizler deniz, topraklar toprak olmaktan çıkar. Denizler dalgalanmaz, ışıklanmaz, balıklanmaz, renklenmez, kururlar. Topraklar çiçeklenmez, kuşlar, arılar uçmaz, ekinler yeşermez, sular akmaz, yağmurlar yağmaz, kadınlar, kısraklar, kurtlar, kuşlar, börtü böcek, tekmil yaratık doğurmaz. Eğer onlar buluşamazlarsa… Kıyametin habercileri Hızırla İlyas olacaktır. Hızırla İlyas her yıl dünyanın bir yerinde buluşurlar.

Onlar o yıl hangi yerde buluşmuşlarsa orada bahar bir başka türlü patlar, o yıl çiçekler daha bol, daha büyük, her yılkinin birkaç misli iri açarlar. Arılar daha renkli, daha kocaman olurlar. İneklerin, koyunların sütleri daha bol, daha besleyici olur. Gök daha arı, daha başka mavilenir. Yıldızlar daha irileşir, daha parlaklaşırlar. Saplar başakları, ağaçlar çiçekleri, meyveleri götüremezler. İnsanlar o yıl daha sağlıklı olurlar, hiç hastalanmazlar. O yıl ölüm de olmaz. Ne bir kuş, ne bir karınca, ne arı, ne kelebek ölür. Hızırla İlyasın buluştuğu an, biri mağrıptan, biri maşrıktan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızırla İlyasın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızırla İlyas birbirlerinin elini tutarlarken onlar da birleşirler, tek bir yıldız olurlar. Hızırla İlyasın üstüne ışık olup sağılırlar. Hızırla İlyasın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur, akarsular kirp diye oldukları yerde donmuşçasına durur kalırlar, yeller esmez, denizler dalgalanmaz, yapraklar kıpırdamaz, damarlardaki kan akmaz, kuşlar uçmaz, arıların kanatları titremez. Her şey durur, hiç, hiçbir şey kıpırdamaz. Yıldızlar akmaz, ışıklar yürümez. Dünya bir an için ölür.

Sonra her şey birden uyanır, dehşet bir yaşam patlar. İşte bu gece sabaha kadar insanlar birleşen yıldızları görmek için evlerden dışarılara uğrarlar, yüksek yerlere, dam başlarına, minarelere, tepelere, dağ başlarına çıkarlar. Bir de su başlarını beklerler. Çeşmelerin, pınarların, çayların başlarını beklerler. Gözlerini sudan ayırmazlar. Kim ki gökyüzünde yıldızların birleştiğini görür, o anda ne isterse olur. Ama ne isterse. Bir keresinde, Kul Hüseyin adında bir çiftçi yıldızları bekliyormuş. İki yıldızın geldiğini görmüş, yıldızlar birleşmişler, ışık olup gökten aşağı süzülmüşler. Kul Hüseyin bu durumdan o kadar şaşırmış ki, ne isteyeceğini o an bir türlü aklına getirememiş, eli ayağına, dili diline dolaşmış: “Ya Allah,” demiş. “Ya Allah, ya Hızır… Ya İlyas…” Vakit geçiyor. Hemen bir şey istemeli… Hiçbir şey gelmiyor aklına. “Ya Allah, ya Hızır, ya İlyas… Şu altımdaki tepeyi al da şu ırmağın öte gecesine götür.” Asıl isteği az sonra gelmiş aklına ama, çoktan iş işten geçmiş. Ve Hüseyin orada, tepenin üstünde uyumuş kalmış.

Sabahleyin gözünü açmış bakmış ki ne görsün, tepeyle birlikte ırmağın ötegecesindeki düzlükteler. Haydar Usta koyağın yamacındaki kırmızı, çakmaktaşı kayanın dibinden çıkan Alagöz oluğunun başına geldi, kepeneğini yere atıp üstüne oturdu. On iki yaşındaki torunu Keremi de yanında getirmişti. Keremi elinden tutup oturttu. Yıldızların ışığında, gecenin donuk aydınlığında kayanın oyuğuna doğru yürümüş pınarın göleğinin dibindeki çakıltaşları parıldıyordu. Suyun yüzündeki ince halkalar kıyılarda sönüyordu. Pınarın ucuna kalın bir çam oluk oturtulmuş, uzun oluğu yosun bağlamıştı. Oluğun altı geniş bir yarpuz tarlasıydı. Kırmızı, büyük, başını almış göklere gitmiş kayalık, pınarın suyu, gece, yıldızlar, toprak yarpuz kokuyordu. Derinden, kırmızı kayalığın ta dibinden gelir gibi bir çağıltı gittikçe büyüyordu. Orman da uzaktan, yoğun uğulduyordu. Çam kokusu, türlü çiçeklerin, daha yenice toprağı yarmış otların kokusu birbirine karışıyor, ılık esen yel bir hoş, ince, serin koku getiriyordu. Kerem coşkuyla, sevinçle: “Bak dede,” diye bağırdı. “Dede bak! Suyun içine bak. Balıklar parlıyor, kaçışıyorlar.

Bir balık, iki balık, üç balık… Üç balık. Işıktan…” Pınarın içinde alabalıklar, birbiri ardınca uçar gibi, suyun beri kıyısından parlayıp öte kıyısında, kırmızı kayanın oyuğunda yitiyorlardı. Yaşlı adam hiç konuşmuyordu, dalıp gitmişti. Sonunda başını kaldırdı: “Kerem,” dedi, “dedem,” dedi en yumuşak sesiyle. Seni bu gece yanımda mahsustan getirdim. Dedem, bu gece, gecelerin içinde birinci gecedir. Bu gece çok şeyler olacak… Bak, dedem, bu gece Hızırlan İlyas buluşacaklar. Bak, dedem, ikisi de ermiş, ölmezlere karışmış kişilerdir. Onlar buluşmazlarsa yılda bir gün, hem de bu gece, bu dünyanın dölü, bereketi kesilir. Anladın mı dedem?” “Anladım,” dedi Kerem. “Zaten ben Hıdırellezi biliyorum. Geçen yıldan da, öteki yıllardan da…” “Öyleyse bak dedem. Şu oluktaki durmadan akan su var ya, işte o duracak, donup kalacak. Bir de şu yücede, gün gibi, iki yıldız buluşacak… Buluşunca şimşek gibi bir ince ışık üstümüze inecek. Bak dedem, sen suya bakacaksın, uyumadan, hiç gözünü kırpmadan, ben yıldızlara…” “Olur dede, hiç gözümü kırpmam.

” “Keremim, yavrum, baktın ki şu şakırdayan oluk duruverdi, su olduğu gibi dondu kaldı, o zaman isteyeceksin isteyeceğini. İşte o zaman ne istersen Hızır sana verir. Suların akmadığı o an ne istersen, ne dilersen Hızır onu sana verir. Sen ne isteyeceksin dedem?” Kerem düşündü, dedesi gibi eliyle çenesini tutamladı, düşündü: “Bilmiyorum ki, dedem,” dedi. “Hiç bilmiyorum ki… Ne isteyim acep dedem?” Haydar Usta: “Keremim,” dedi, “sen daha çok pınar, çok yıldız bekleyecek, çok dileklerde bulunacaksın, bu yıl suyun akmadığını görürsen, görür görmez, ya Hızır, bize Çukurda kışlak, Aladağda yaylak ver de. Olur mu?” “Olur dedem. Suyun durduğunu, yıldızların kavuştuklarını görür müyüm?” “Herkes göremez yavrum. Yalnız günahsızlar, iyilikseverler görür onları. Kötü insanlara, kuşlara, arılara, insanlara zulüm yapanlara gözükmez onlar. Sana gözükür yavrum. Belki bana da… Onun için obalı bana güveniyor. Beni günahsız, ermiş biliyorlar tosunum. Ermiş değilim ama çok az günahım var. Doğdum doğalı hiçbir yaratığa kötülük etmedim. Şimdiye kadar da üç kere yıldızların çakıştığını gördüm.

Üç keresinde de dileğimi yerine getirdi Hızır kardaşlık.” Kerem susmuştu konuşmuyordu. Oluğun ucundan dökülen suya, suyun döküldüğü çakıl taşlarına, çakıl taşlarının üstünde paramparça olarak ak ak köpüklenişine bakıyordu. Bakıyor, çok derin düşünüyor, eyvah, eyvah ki eyvah bana, diyordu. Aradan epeyi bir süre geçti. Haydar Usta: “Neden konuşmuyorsun hay şahanım?” dedi. “Hay benim şahanım.” Kerem dalıp gitmişti. Suya, balıklara… Şu oluğun ucundan balıklar şu aşağıdaki çakılların üstüne düşerler miydi, düşünce de ölürler miydi? Kim bilir, dedi, kendi kendine. Düşerler, hem de ölmezler. Yoksa aşağıdaki derede balık olur muydu? Kerem suyun kökünün burada olduğu gibi, balığın kökünün de burada olduğunu sanıyordu. Kışlak, yaylak istemem, diyordu. Ben kışlak, yaylak istemem. Toprak istemem. Ben suyun durduğunu görünce bir şahin yavrusu isterim.

Onu Hızır bana getirir, ben de onu büyütürüm. Ok gibi gökyüzüne salarım, ok gibi. O da bana kuşları, keklikleri, üveyikleri, çavuşkuşunu, ibiliyi, sığırcığı, ördekleri yakalar bana getirir. Tavşan da yakalatırım istersem. Ama tavşan olmaz. Tavşana el sürülmez. Bir de yapalağa… Kör yapalağa… Şahin dediğin de bir küçük kuştur. Yeşile çalan. Bir taş kadar ağır, sert, gagası uzun, çelikten. “Kerem ne düşünüyorsun?” Sesi duyunca Kerem birden irkildi, bir şeyler söyledi, ne dediği anlaşılmadı. “Anlamadım, hay Kerem,” dedi Haydar Usta. “Senin başında bir hal var.” Kerem birden içindekini dışarıya salıverdi: “Güzel dedem,” dedi, “ben hiçbir zaman durmuş suyu, kavuşan yıldızları göremeyeceğim. Eyvah, eyvah ki eyvah, göremeyeceğim.” Haydar Usta şaşkın: “Neden Kerem, yavrum, şahanım neden?” “Ben,” dedi Kerem sesi titreyerek, boğulurcasına… “Ben dedem… Ben…” Neredeyse ağlayacaktı.

Büyük bir fırsatı kaçırıyordu. İşte şimdi yıllar yılı istediği şahin yavrusu kendisinin olacaktı. Keşki yapmasaydı o işi. Şahin yavrusunu dedesinden istemişti, sana yakalarım demişti dedesi, yakalamamıştı. Babasından, ağasından, avcılarbaşı Kel Kamilden, Kavalcı Musacıktan istemişti, sana bir şahin yavrusu yakalarız demişlerdi, hiç yakalamamışlardı. Öteki obanın bir Kemali vardı. Burnu yanmış, sarı saçları kirpi oku gibi dimdik. İşte o Kemalin bir şahini vardı. Dedesi, yüz on beş yaşındaki dedesi, sarp kayalığa çıkmış da ona o şahin yavrusunu yakalayıvermiş. Kemalin şahininin ayağının birisinde küçücük bir zil vardı. Küçüçük, bir nohut kadar. Sonra Kemalin sağ bileğinde bir deri bilezik vardı. Şahin gelip bileğindeki o deri bileziğin üstüne konuyordu. Şahin uçuyor, ta göğün ötelerine gidiyor, halkalar çize çize gelip Kemalin koluna konuyordu. Kemal onu çağırıyordu, yaa, adam çağırır gibi çağırıyordu.

Göğün neresinde olursa olsun o da Kemalin sesini duyar duymaz, koşup geliyordu. Sonra isterse eğer, şahin bir adam üstünde uçuyordu. Nereye giderse gitsin, şahin bir adam boyu onun tepesinin üstünde dönerek, onunla birlikte gidiyordu. Ne güzel, ah, ah ah… Keşki yapmasaydım o işi… Aaah! Haydar Usta: “Ne ah çektin öyle, yavrum, aslanım? Ahına hayran deden senin…” “Hiç,” dedi Kerem. “Söyle yavrum,” dedi Haydar Usta. Kerem birden çok sert, bağırır gibi: “Ben suyun durduğunu da, yıldızların kavuştuğunu da hiç göremeyeceğim. Ben burada boşuna bekliyorum dedem, boşuna.” “Neden tosunum?” “Göremeyeceğim.” “Neden yavrum?” Kerem bir türlü söyleyemiyordu. “Sebebini söyle bakalım. Belki senin dediğin değildir.” Kerem susuyordu. Birden pınarın ortasından irice bir balık suyun yüzüne fırladı, cup diye gerisin geri dibe düştü. Dibe düşerken de gümüş karnı yıldızların ışığında parıldadı. Kerem ona daldı: “Dedem,” dedi, “güzel dedem.

Ben bir kırlangıç yuvası bozdum. İçindeki üç yavrusunu da öldürdüm. Ana kırlangıcı da ayağından bağladım üç gün böyle uçurdum. Sonunda o da öldü. Şimdi bana yıldızlar gözükür mü? Şimdi şu akan oluğun suyunun durduğunu görebilir miyim?” Haydar Usta da: “Görebilirsin,” diye bağırdı. Kerem: “Hani günah işleyenler göremez dediydin ya… Kırlangıç öldürmek günah değil mi?” “Günah,” dedi Haydar Usta. “Çok günah, ama… Belki Allah günah yazmamıştır. O iş olduktan sonra sen Allaha, hay Allah benim günahımı bağışla dedin mi?” “Demedim.” “Haaa… O zaman iş başka işte. İşte şimdi iş başkalaştı.” İkisi de iki yerden düşünceye vardılar. Bir bölük kuş geldi karşıdaki ulu çınar ağacının üstüne kondu. Arkasından bir bölük daha… Karanlıkta kuşlar akın akın gelip, durmadan ağacın dallarına doluşuyorlardı. Kuşların ağırlığından çınarın dalları bükülüyordu. Neden sonra Haydar Usta: “Bak,” dedi, “dedem, bu dünyada günah işlememiş hiç kimse yok, öyle bakarsan.

Şimdi gelecek olan Hızır da günah işlemiştir. O Hızır olmasa bu dünya dünya olamaz. Bahar gelemez, analar doğuramaz. Dünyada taş, toprak, kurt kuş, börtü böcek, yılan çıyan, suda balık, havada kuş, yerde insan, karınca, gökte yıldız, her şey uyur… Bütün dünya uykuya varır. O Hızır ki, o Hızır dünyanın kanıdır. O Hızır ağaçlara yaprak, çiçektir, kokudur. Işıktır. Dünyanın sıcaklığıdır. O bile günah işlemiştir. Yürürken bir karıncaya basmış, bilmeden bir böceği öldürmüştür. Onun için çocukluktan işlediğin günah belki günah sayılmaz, dedem. Şimdi sen uyuma, hiç uyuma. Gözlerini de şu oluğun suyundan ayırma. Dalıp gitme. Dalgınlığa gelmez bu iş.

Bir daldın mı, bir an daldın mı, o an onlar buluşmuş olurlar ki, iş işten geçmiş olur. Suyun sesi kesildi mi, çağıltısı, şırıltısı… Kuşların, bak şu ağaçlarda dallara çokuşmuş kıpır kıpır ediyor, ötüşüyorlar, kirp diye sesleri kesilir. Kesildi mi… Kuşlara bakma, onlar uykuya varırlar belki… Gözünü suyun akışından, kulağını suyun sesinden ayırma.” “Olur,” dedi Kerem. Kırlangıcı öldürmek günah sayılmazsa, kavuşan yıldızları, duran, donup kalan suyu görecek. Sevindi. Şahin yavrusunu, yarın erkenden kayalığa gidip, öz eliyle yakalayacak. Şahin civcivleri bu anda acaba yumurtadan çıkmışlar mı? İsterse çıkmasınlar. Hızır çıkarır. Ne dilersek dileğimizi yerine getirmeyecek miydi? Dedem öyle demedi miydi? Dilinin ucuna geldi, hemen dedesine: “Daha yumurtadan çıkmamış şahin civcivini de Hızır hemen verir mi? Yoksa civcivlerin yumurtadan çıkmasını mı bekler?” diyecekti. İyi ki sormadı. Dedesi onun Çukurda kışlak, Aladağda yaylak yerine şahin isteyeceğini anlar, kıyameti koparırdı. Yok yok, kıyameti koparmaz, ama konuşmaz, küser. O küsen bir adamdır. Çok küsen… “Hiç uyumayacağım dede.

Gözlerimi bile kırpmadan suya bakacağım. Kulağım da suyun sesinde olacak. Sen de dede, gözlerini yıldızlardan ayırma olur mu?” “Ayırmam,” dedi Haydar Usta. “Yıldızların kavuştuğunu bana hemen söylersin değil mi?” “Söylemez olur muyum hiç dedem? Nasıl olur da söylemem. Yıldızların birbirine kavuşması çok güzeldir. İnsan o an çok başka bir insan olur. İnsan o anda kendini cennette sanır. İnsan o anda ışık gibi olur. İnsanın o anda içi sevinçten pır pır eder, dedem. İnsan bir ömür o anı unutamaz. İnsan bir ömür o anı anımsadıkça esrikleşir dedem, Keremim, sana hiç haber vermez miyim?” “Dede,” dedi, sustu. “Söyle Kerem,” dedi Haydar Usta. Kerem gene ben bir şahin isteyeceğim, toprak yerine, diyecekti, vazgeçti. “Hiç,” dedi. “Gözüm suyun akışında, kulağım sesinde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle