Yaşar Kemal – Bir Ada Hikayesi 3 – Tanyeri Horozları

Çok yorgundu. Günlerdir kürek çeke çeke yandaki yöredeki adaları dolaşmış, kollarını kaldıramaz bir duruma gelmişti O adamı bulacağı adayı biliyor, kayığı onu alıp başka adalara götürüyordu. Bildiği Karınca Adasının yerini, aradığı kişinin de orada olduğunu biliyor, adaya yaklaşıyor, sisler içinde gözüken uzaktaki adaya gözlerini dikiyor, deniz beyazlaşıncaya, ada incecik sisinden sıyrılıncaya kadar orada duruyor, sonra da kayığı herhangi bir tarafa dönüyor başını alıp gidiyordu. Çok az bir yiyeceği kalmıştı. Başka adalara çıkamıyordu, adamı öldürürse onu kolaylıkla tanıyacaklardı. Şimdiye kadar da, bu denizde kimseyle karşılaşmamıştı, ne bir balıkçı teknesi ne bir kayık ne de bir gemiyle. Deniz bomboştu. Ne de onu bir kıyıya atacak bir fırtına çıkmıştı. Deniz sütlimanlıktı. Öğleye doğru kendisini bir kıyıda buldu. Kıyı alabildiğine’ uzayıp giden bir kumluktu. Biraz ötede ılgın ağaçlıklı yarlar gözüküyordu. Kayığı kumların üstüne çekti, az ötesinde kayaların üstünden aşağı bir su iniyor, denize karışıyordu. Yiyeceğini aldı suyun yanına gitti, diz çöküp bir su içti, oturdu sırtını yara dayadı, yarın üstündeki ılgın ağacının gölgesinin altında kurumuş ekmeğiyle peynirini, yumruğuyla kırdığı soğanı yedi, testilerini taze suyla doldurdu kayığa götürdü. Diz çöküp bir su daha içti.


Ilgınların gölgesi kumların üstüne düşmüştü. Uzun minderini yarın dibine serdi. O başını heybesinin üstüne koyarken yardaki büyücek delikten som mavi bir yağmurcuk kuşu kumları, yarları, ılgınları mavileyerek denizin üstüne uçtu gitti. Güneş batıya yıkılmış gitmiş, Süleymanın üstüne gelmiş onu ter içinde koymuştu. Uyandı, yanına yöresine bakındı, heybesini omuzuna aldı. Tabancası, mermileri heybesinin içindeydi. Tabancayı heybenin gözünden alarak şöyle bir baktı, yeni tabanca menevişledi. Ne de güzel menevişledi dedi kendi kendine, söylendi. Süleyman, yakında gencecik bir adamı öldürecek, üstelik de hiç kimseyi öldürmemiş bir adamı. O gecenin karanlığında yağmaya katılmayan, atının üstünde uzakta duran, bir tek kurşun bile sıkmayan, kan akıtmayan, sonra da atını Emirin otağına sürüp canını kurtaran, bir günahsız adamı öldürecekti. Hem de gencecik sürgün bir Çerkesi. Hem de arkadaş, bizim, biz sürgün Çerkeslerin adam öldürmek işimiz oldu. Biz öldürülerek sürgün olmuştuk, şimdi de bir Çerkes çocuğu senin kurşunlarınla ölecek. Sen şu kocaman güneşin alnında şırlayan ışıkların içinde menevişle dur. Denizler senden daha güzel menevişliyor, hem de tanyerleri atarken.

Tabancayı heybeye kaldırdı attı. Ağacı kesen baltanın sapı ağaç değil mi? Emir Selahaddin, otağına sığınan bu adamı niçin bu kadar korumuştu. Köyünü yerinden alıp niye Arabistana getirmişti. Nereye iskan etmişti, onu kimse bilmiyordu. Belki de onları Kafkasyaya, Dağıstana geri göndermişti. Emir Selahaddinin hatunu Çerkes değil miydi, dünya güzelleri Çerkeslerden çıkar. Emirin adamları neden varıp da Şeyhe gece onları basıp öldürenlerin başının bir Çerkes olduğunu söylemişlerdi. Hem de söyleyenler de Çerkeslerdi. Onun bu adada olduğunu da Çeçen Hanın oğulları söylemişlerdi. Bakacağız, bütün bunlar doğru mu? Şeyh niçin onu buraya gönderiyordu, Abbasın, kendisinin Çerkes olduğunu bile bile. Bağlılığını mı sınıyordu acaba? Gecenin alacakaranlığında Fırat suyunun kıyısında uzakta bir atın üstünde kurşunlar cayır cayır ederken karartısını gördüğü bir insanı Emirin otağına kadar kovalasa da onu gündüz gözüyle de, bir göz açıp kapayıncaya kadar görse de bunca yıl sonra onu nasıl tanıyabilirdi. Öyleyse, bütün bunları bildiği halde Şeyh onu niçin gönderiyor, gönderdikleri delikanlılar hiçbir iş göremedikleri, ortalığı karıştırdıkları için mi? Sen deneylerden geçmiş, Çanakkalede çarpışmış, nice süngü harbine girmiş çıkmış adamsın, diye mi? Oraları, oraların insanlarını avucunun içini bilir gibi bilirsin, diye mi? Bir Çerkes başka bir Çerkesi öldürmeye can atar diye mi? Görsün o, bir Çerkes bir Çerkesi öldürmeye can mı atarmış, yoksa yakında padişah olacak Emir Selahaddinin yanına mı alıp götürürmüş. Köye girdi, evler, onun bildiği köy evlerine benzemiyordu. Evler iki katlıydı. Evlerin bahçesindeki ağaçlar türlü meyve ağaçlarıydı.

Zeytin ağaçları da nefti bir sis içindeydi. Evlere, bahçelere baka baka köyün ortasında yükselen çınara yürüdü. Çınarın altındaki kahveye köylüler kadın erkek oturmuşlardı, ona yer gösterdiler, “buyur otur, hoş geldin” dediler. Süleyman: “Hoş bulduk,” dedi. Çay söylediler. “Nereden geldin, nereye gidiyorsun,” diye sordular. “Dağlardan indim, denize düştüm, Çanakkalede çarpıştım,” diye karşılık verdi. “Geçmiş olsun kardeş, sakat bir yerin var mı?” diye sordular. “Var,” dedi, “iki uyluğumun içinde kurşun kaldı. Daha orada duruyor. Doktorlar, varsın orada dursun dediler. Ben de dursun, dedim, Çanakkaleden bana armağandır.” Çayını içti, kalktı karşıdaki dükkana gitti. Dükkanda göçmen kadınların evlerindeki küçük fırınlarda yaptıkları somunlar vardı. Somunlar fırınlardan daha yeni çıkmıştı.

Heybenin bir gözünü dolduracak kadar ekmek, zeytin, peynir, helva aldı, “Sağlıcakla kalın arkadaşlar, ben denize gidiyorum,” dedi yürüdü. “Güle güle git,” dediler arkasından. Kumların üstünden yürüye yürüye kayığına geldi, heybeyi baş üstüne koydu, denize sürdü, atladı, küreklere asıldı. Köy bir Rum köyüydü. Onlar gittikten sonra köyü Anadolu göçmenlerine vermişlerdi. Bunlar sürgün değillerdi. Bunlara ev bark vermişlerdi. Asıl sürgün Çerkeslerdi. Onlara ne ev, ne tarla vermişlerdi. Onları Anadolunun dağlarına, Arabistanın çöllerine çırılçıplak sürmüşler, başınızın çaresine bakın demişlerdi. Onlar da Emir saraylarının muhafızları, Arap Şeyhlerinin silahşorları olmuşlardı. Böyle işleri bulamayanlar da açlıktan, yokluktan ölmüşlerdi. Süleyman ne hızlı, ne yavaş biteviye kürek çekiyordu. Güneş de ağır ağır günbatıda aşağıya iniyordu. Kıpkırmızı güneş aşağılara, denize indikçe daha kırmızılaşıyor, daha da büyüyordu.

Süleyman, küreklerin inip kalkmasını düşünme hızına ayarlamış öyle gidiyordu. Nereye gittiğine de aldırmıyordu. İşin sonucu, bir Çerkes çocuğunu öldürmeye gidiyordu. Bu her zaman bir iş miydi, Süleyman kendinden utanıyordu. En büyük vahşet insan öldürmekti. Onların vazifeleri de insan öldürmekti. Araplar da hep biribirlerini öldürüyorlardı. Düşünmekten, bununla birlikte de kürek çekmekten yorulmuş Süleyman kürekleri suyun içine.bırakıverdi. Durgun denizin ortasında kalakalmış Süleymanın içi boşalmıştı. Sağına soluna, batan güneşe, batan güneşin yöresindeki turuncu, yeşil, eflatun, sarı, mavi biribirine dolaşmış renklere, renk cümbüşlerine, yer yer ışıklanarak kararan denize bakıyordu. Yıldızların ışığı kararan denize vuruyordu. Durumunu bozarak, yerinden kalktı, sırtını kayığın başüstü tahtalarına verdi oturdu. Başını kaldırdı yıldızlara baktı. Yıldızlar üst üsteydiler, yerlerinden de hiç kıpırdaıruyor, kaymıyorlardı.

Oysa Fırat göklerinin yıldızları durmadan arka arkaya kayarlar, kaynaşırlar, karman çorman olurlar, her biri gökte iri ışık çiçekleri olur açarlardı. Süleyman gözlerini gökyüzünden, yıldızlardan ayırmıyordu. Şimdiye kadar böyle kaymadan, yan yana, üst üste duran yıldızlar görmemişti. Fıratın göklerinde bile. Çölde yıldızlar daha iri, daha ışıklı, daha devingendi. Her şeyi unutmuş, üstünde yıldızları kıpırdamayan gökyüzüne gözlerini dikmiş bakıyordu. Baktıkça da şaşırıyordu. Oysa nerede olursa olsun gökte yıldızlar durmadan uzun uzun kayarlar, biribirine girerlerdi. Bu denizin üstündeki yere yıldızları bağlamışlar gibiydi. Bir yıldız kayıncaya kadar burada duracak, göğe bakacaktı. Gözünü gökyüzünden ayırmadan sabırla bakıyor, kayacak yıldızı bekliyordu. Gece yarıyı geçinceye kadar böyle bekledi. Yıldızlar bana mısın demiyordu. Ne oldu ne olmadı, dalmış gitmişti, küçük bir yıldız kısa bir kayış yaptı, Süleyman sevindi. Ardından da büyük bir yıldız doğudan, denizden çıktı, uzun bir yay çizerek batıda denize düştü.

Vay anasını, dedi Süleyman, hiç bu kadar uzun kayan, yay gibi olaraktan günbatıda denize düşen bir yıldız görülmüş değildir. Şaşkınladı, hemencecik de küreklere asıldı. Kürekler denize değdikçe yakamozlar savruluyordu. Çok deniz yaşamıştı Süleyman ya böyle savrulan yakamozları hiçbir yerde görmemişti. Yorgunluğu gittikçe geçiyordu. İrili ufaklı yıldızlar arka arkaya gökyüzünün her yerinden akınaya başladı. Süleyman, ne oluyor, diye korktu, küreklerin üstüne yumuldu. Gözlerini yıldızlardan alamıyor, üst üste yıldızlar aktıkça da tokuşacaklar diye ödü kopuyordu. İnceden serin yeller esmeye başladı, deniz sütbeyaz kesildi, Süleyman kürekleri suda bırakıp yana yöne bakmaya başladı, ötede, ak sislerin arkasında bir ada, bir yitip bir ortaya çıkıyordu. O ada olmasın, diye düşündü Süleyman. Ada batıp batıp çıkıyordu. Süleyman geri döneyim diye düşündü. Biliyorum Abbas o adada, karşılaşırsak ya o beni, ya ben onu öldüreceğim. Onu gafil avlamayacağım. Ben Çanakkalede kan ırmağının içinden çıkmış, binbir beladan geriye kalmışsam, o da Allahuekber kıyametinden geriye kalmıştır.

Gecenin karanlığında bir karartıyı gören bir insan o karartıyı gündüzün görünce tanıyabilir mi? Ben buradan geri dönsem, doğru Emir Selahaddine gitsem, ona desem ki, senden başka bizim kimimiz var. O adamın yerini Şeyh bulmuş, beni, öldürrnek için onun adasına gönderdi. Ben onun karartısını gördüm ya onu gündüz gözüyle hiç görmedim. Sonra o sana sığınmış, sana sığınmış bir insanı ben nasıl öldürürüm. Ben de öldürmesem, onun adasında kalsam sen benim çoluk çocuğumu onun elinden kurtarıp beni de yanına alır mısın? Ben sana sığınmış bir adamı nasıl öldürürüm. Emir Selahaddin Osmanlı padişahlannın yerine bir padişah olacakınış. Onun hatunu Nazlı Sultan, o da Çerkes, ben de Çerkesirn, Abbas da Çerkes. Çerkes Çerkesi öldüre öldüre biz bu duruma Çüşrnedik mi? Ben doğruca Emir Selahaddine giderim, sen bütün Arabistanın en büyük, en soylu emirisin derim, ocağına düştüm, sana sığındım, kurtar çoluğumun çocuğumun canlarını, benim de canımı kurtar. Ben Çanakkaleden geriye kalmış bir Çerkesim, bir padişahın kapısına yakışırım desem, bana ne der ki? Süleyman kayığını geriye çevirdi, yıldızların üstüne sürdü. Kürekler o kadar hızlı inip kalkıyordu ki Süleyman soluk soluğa kaldı. Kendi kendine ahmak insanoğlu, dedi, hırpo, sen kim, Emir Selahaddin kim. Geçenlerde koskoca başı, ak sakalıyla Şeyh ona gitmişti de Selahaddinin kapısında üç gün üç gece beklemiş, yakarmış, zarılık etmiş, Emir onu yanına almamıştı. Sen kimsin be ahmak, dön geri, öldür onu, başka bir çaren var mı? Sen onu öldürmeden dönersen Şeyh seni yaşatır mı, sen Emirin koruduğu adamı öldürmedin diye, kendi eliyle benim kellemi kesmez mi, kılıcını çekip eliyle de senin başını kesip senin çorunu çocuğunu da gerisin geri Rus içine sürmez mi? Dön geri! Geriye döndü, kayığı iskelenin yanına, kumların üstüne sürdü. Burası Kannca Adası diye sevindi. Üç tane iri, gün görmüş çınar ağacı var dediler, doğru.

Çeşmenin de şarıl şarıl suyu akıyor, o da doğru. Denizden gözlerini alamıyordu. Bir süre öyle baktı. Sonra da birden ayağa fırladı, deniz dedi, deniz de dedikleri gibi çıktı, menevişledi. Ortalık yavaş yavaş ağarıyordu. İki yel değirmenini, bir de ulu armut ağacını görürsem, tamam, o ada bu adadır. Kanepelerin üstüne bir daha oturdu, sonra kalktı, evlerin arkasına yürüdü, ulu armut ağacı karşısındaydı. Ortalık biraz ışıyınca da yel değirmenlerini gördü. Değirmenlerden birinin kanatları dönüyordu. Geriye döndü çeşmenin yanına oturdu. Kalktı, bir su içti, yüzünü yudu, geldi yerine oturdu, öylesine yorgundu ki adım atacak hali kalmamıştı. Ortalıkta da kimsecikler gözükmüyordu. Eli yanına koyduğu heybenin üstündeydi. Gittikçe çözülüyor, gözleri kapanıyor, sonra birden gözleri açılıyor, sonra da hemen kapanıyor, uyuyordu. Vasili çeşmeye geldiğinde başı önüne düşmüş Süleyman derin uykulardaydı.

Kayığı da ilerde kumların üstündeydi. Vasili kayığa gitti, kayıkta iyi bir araştırma yaptı. Kayıkta bir kilim seccade, bir halı heybe, halı heybenin içinde lacivert yeni bir giyit, çamaşırlar, bir ipek kefiye, birkaç mintan, bir agel, aynı renkte üç poşu, birkaç torba, torbaların birinde kınlan gümüş savatlı üç Çerkes hançeri. Öteki torbayı da merakından açtı, içinde ipekli üç tane çerkezka vardı, üçü de çok iyi katlanmış, üst üste konmuştu. Vasili de çerkezkalan eskisi gibi güzelce katladı, torbaya koyar ağzını bağlarken, gözleri hep Süleymandaydı, Süleyman elinin altındaki heybeyi kendine çekti, Vasili çabucak torbanın ağzını bağladı kayıktan uzaklaştı, çeşmenin yanına geldi. Süleyman daha derin uykulardaydı. Orada durmadı doğru Poyraza gitti. Lena çoktan uyanmış ocağa çaydanlığı koymuştu. “Daha uyanmadı mı,” diye usulca sordu Vasili. “Şimdi uyanır,” dedi Lena. Vasili koltuğa oturdu. “Ne oldu, ne var Vasili?” Rumca konuşuyorlardı. “Çeşmenin başında bir adam uyuyor.” “Kim o?” “Bana kalırsa onlardan.” “Kimlerden dedin?” “Poyrazı öldürmeye gelenlerden.

” “Sen ona bir şey yapmadın mı?” dedi Lena. “Uyuyor, uyuyan adama yılan bile dokunmaz. Ben de dokunmadım. Kayığını çekmiş kumların üstüne, derin uykulara dalmış uyuyor.” Bu sırada Poyraz uyandı: “Ne o Ana, kiminle konuşuyorsun,” diye sordu. “Vasili mi?” “Vasili var burada” dedi Lena. Poyraz daha giyinmeden odadan çıktı. “Ne var Vasili, bir şey mi. oldu?” “Bir şey yok,” dedi Vasili, “bir şey yok ya bir adam gelmiş, çınarların altına, kanepelere oturmuş uyuyor. Kayığını da kumların üstüne çekmiş. Bana kalırsa bu da onlardan.” “Uyuyan adamın onlardan olduğunu nasıl anladın?” “Kayığının içine baktım.” “Kayığının içinde öyle mi yazıyordu?” “Kayığının içinde, tam da ortasında yazıyordu. Kayığın içinde bir kilim seccade, üç tane de torba, torbaların ikisini açtım, açtığım torbada gümüş savatlı, kınlan gümüş savatlı üç tane Çerkes hançeri, ötekinde de bir agel, üç tane de ayrı nakış, ayrı renklerde poşu çıktı. Anladın mı şimdi bu adamın, bu gecenin karanlığında nereden geldiğini?” “Anladım,” dedi Poyraz, “bu adamın nereden geldiğini.

Bir iyice anladım,” dedi gülerek “Belinde de tabancası var mıydı?” “Üçüncü torbaya da sen bakarsın. Ben iki torbaya merakımdan baktım. Adamın ellerine de baktım. Şahadet parmağı tetikte gibi öyle duruyordu, uykuda bile. Her zaman eli tetikte olan kişilerin o parmakları uykuda bile öyle durur.” “İşte bunu bilmiyordum. Bunca yıl parmağı tetikten ayrılmamış bir kişiyim, parmağımın beni ele vereceğini bilmiyordum.” “Az sonra, çeşmenin başına gider gitmez, uyuyan adamın parmaklanna bakarsan anlarsın. Bir de ellerine bakarsan o ellerin tetik çekmekten başka bir iş yapmadığını anlarsın.” “Haydi kahvaltı yapalım. Ana kahvaltı hazır.mı?” “Hazır oğlusu.” Kahvaltıyı çabucak yaptılar, aşağı indiler çınarların altına vardılar, adam başını kaldırmış arkaya yıkmış uyuyordu, orada durmadan kayığa gittiler. “Hangisiydi bakmadığın torba?” “İşte bu,”dedi Vasili, torbayı Poyraza verdi, Poyraz iskeleye doğru gitti, kamışların duldasında torbayı açtı, torbanın içinden bir Kuran, üç muska, bir de yazılı kağıt çıktı. Poyraz kağıdı okudu, bu bir takdirname.

Bunun adı da Süleyman. Süleyman bir küçük zabit, benim gibi. Bu takdirnameye göre Çanakkale savaşlarında kahramanlık göstermiş, böyle bir takdirnameyle de taltif edilmiş. Torbada da bunlardan başka ufak tefek şeyler var, bir ustura, bir de kılavlama kayışı, bir de sabun fırçası, bir de kokulu sabun. Ellerindekilerini torbaya attılar, koşarcasına kayığa gittiler, torbayı yerine koydular, çınarların altına gittiler. Bu sırada onları pencereden gören Musa Kazım Ağa-efendi onları görmüş aşağı inmiş bekliyordu. Vasili, Ağaefendi-ye yürüdü, yavaşcacık: “Uyuyor,” dedi. Ağaefendi de ondan da yavaş bir sesle: “Kim uyuyor,” diye sordu. “Süleyman,” dedi Vasili, “küçük zabit, Çanakkalede savaşmış bir kahraman, takdirnamesi var. Uyuyor.” Poyraz ayağa kalktı onları karşıladı. Ağaefendi geldi adamın önünde durdu. Bir süre ağzı açık kalmış, başını arkaya atmış uyuyan adama baktı, orada fazla durmadan kamışlığa doğru yürüdü, ötekiler de arkasından. Kamışlığı geçip ılgınlığa gelince durdu arkasına döndü: “Bu adamı nerden tanıyorsunuz?” “Hiçbir yerden,” dedi Vasili. “Hiç tanımıyoruz,” dedi Poyraz.

“Öyleyse adını kim söyledi size,” derken Ağaefendi durdu, ötekiler de önüne gelip durdular. Vasili: “Erken kalktım çeşmeye indim, baktım kanepenin üstünde bir adam uyuyor, başını göğsüne indirmiş, derin uykulara düşmüş. Kumların üstünde kayığı gördüm.” Olan biteni en küçük ayrıntısına kadar anlattı: “Ben bu adamdan kuşkulandım.”‘ “Demek Süleyman, kendisi de küçük zabit, doğumu neresi?” “Takdirnamede Musul yazıyordu.” “Ne işi olabilir bu adamın burada, kanepede uyuduğuna göre gizli de gelmemiş buraya.” “Bunlar hiç belli olmazlar,” dedi Vasili. Döndüler, konuşarak armut ağacının altına gittiler, orada karşı karşıya çimenlerin üstüne oturdular. Sorunu enine boyuna konuştular. “Bir de adamla konuşalım. Hayvan koklaşa koklaşa, insan konuşa konuşa,” dedi Poyraz. Kalktılar çınarların altına yürüdüler. Vardılar ki daha uyuyor Süleyman, durumunu hiç bozmadan. Bakıştılar, bu sefer de zeytinli koyağa yürüdüler, böyle giderse Süleymanın uyanacağı yoktu. Öylesine uyuyordu ki kulağının dibinde top patlasa uyanacağı yoktu.

Pınara çıktılar, oturmadan geriye döndüler, çınarların altına geldiler, Süleyman durumunu hiç bozmamış öylece uyuyordu. “Ne yapalım?” dedi Ağaefendi. “Bizim eve gidelim efendim, Lena Ana bize çay yapar.” “Olmaz,” dedi Ağaefendi, “bu adam uyanınca hemen kayığına biner de giderse ya?” “Gitmez efendim. Bizi görmeden hiçbir yere gidemez.” “Niçin gitmesin, bu adam Musulluysa bile, harpten sonra belki de doktorlar gibi buralarını sevmiştir de burada kalmıştır.” “Onun torbasının birinde kınları gümüş, savat işlemeli üç Çerkes hançeri var. Bu hançerler ancak Çerkeslerde olur. Bu kadar değerli hançerleri ancak Çerkesler taşırlar.” “Yani bu adam bir Çerkes, öyle mi?” “Evet efendim bir Çerkes.” “Bu değerli hançerleri yalnız Çerkes ustaları yaparlar, bu kadar değerli hançerleri de yalnız Çerkesler kuşanırlar,” dedi Poyraz. “Bunun Arabistandan geldiği nereden belli?” “Efendim, öteki torbasında da üç tane poşu, bir tane agel var. Ageli de, poşuyu da Arabistanlılar kullanırlar.” “Haydi gidelim öyleyse, gidelim de Lenanın o güzel çayını içelim.” Arkalarını döner dönmez bir patırtı geldi, arkaya baktılar, Süleymanın kanepeden düştüğünü gördüler, Süleyman duyulur duyulmaz Arapça bir şeyler mırıldandı, ardından da, “Ben hastayım,” dedi Türkçe, “ölüyorum.

” Poyraz Vasiliye: “Kaldır onu,” dedi, “sedire yatır, ben doktorlara gidiyorum.” Az sonra iki doktorla birlikte geldi, doktorlar hemen Süley-manı uzun uzun muayene ettiler, sonra Poyraza döndüler, “Bunun bir şeyi yok, hasta masta değil. Bu adam çok aç kalmış, daha çok da susuz. Buna birkaç gün iyi bakılırsa, üç gün yataktan çıkmadan dinlenirse kendine gelir.” Salman Sami, Süleymanın elini tuttu, kaldırdı: “Bak şu adamın avuçlarının içine, şişmiş, su toplamış. Nasıl geldi bu adam buraya?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir