Yaşar Kemal – Zulmun Artsin

Bizi düşünmeye alıştırmamışlar. Üstelik de düşünmeyelim diye ellerinden geleni yapmışlar. Allah beterin beterinden saklasın derler, bir de düşünenleri, gelin şuna düşünenleri demeyelim, düşünmeye çabalayanları hep öldürmüşler. İstanbul, bir zamanlar, düşünmeye çalışanlara cehennem olmuş. Düşünmek, tıpatıplaşmanın dışına çıkmak demektir. Düşünmek, kişiliği olmak demektir. Düşünmek, en küçük anlamda, var olmak demektir. Ve insanlar düşünmeyi öğrendikleri zaman, dünyayı tarttıkları, ölçtükleri biçtikleri zaman, birtakım çıkarcıların, insanları yüzyıllardan bu yana köle olarak kullananların, ya bu çeşit, ya da şu çeşit, çanlarına ok tıkandı, demektir. Bizim çıkarcılarımız, çok kurnaz davranmışlar. Bilmişler ki, düşünen adam arayan adamdır. Arayan adam birtakım yenilikler bulan adamdır. Donmuş bir durumu parçalayan adamdır. Durumu olduğu gibi tutmak için insanları düşündürmemişler. İşte bizim tarihimiz aşağı yukarı bu. Bakar mısınız Osmanlı, İslam tarihine, kaç kişinin derisini yüzmüşler? Bu derisi yüzülenlerin birçoğunu tanıyoruz.


O kadar da masumca, o kadar da az aykırı düşünmüşler ki, gene de düşünceye önderlik ettiklerinden dolayı yakalarını, derilerini zalimlerin ellerinden kurtaramamışlar. İşte biz böyle bir sonuçtan süzülüp yirminci yüzyıla gelmiş bir kuşağız. Bizim karşımızda deri yüzenlerin soyundan gelenler, oldukları gibi duruyorlar. Azıcık düşündüler diye, şimdikiler daha kötü yapıyorlar. Yoklukla, açlıkla, polisle terbiye ediyorlar. Bizim Anadolunun bir sözü vardır, “Allah, kimseyi açlıkla terbiye etmesin,” derler. Bizim çağımızın deri yüzücüleri açlıkla terbiye ettiler uzun zaman düşünenleri. Deri yüzücüler, gittikçe azıtıyorlar. Bekleyin, bekleyin ki, daha neler gelecek başımıza. Onlar bizi söyletmeyecekler. Kendileri konuşacaklar. Yalanlarıyla halkı daha, daha uyutacaklar. Onlar, milliyetçi olacaklar, evet onlar, onlar ki, birkaç sömürücünün kesesine satmışlardır vicdanlarını. Onlar vatansever geçinecekler, ne kadar gerilik varsa, sırtlarını ona dayayıp… Halkımızın böyle kalması, ezilmesi için ellerinden geleni de gelmeyeni de yapacaklar. Sabahtan akşama kadar millet, vatan, halk diye bağıracaklar.

Halkı sevdiklerini söyleyecekler. Tarihimiz boyunca halkımız için bir tek güzel şey, Köy Enstitüleri açılacak, onu kapattıracaklar. Kapatanları da kutsal birer yaratık gibi halka yutturmaya çalışacaklar. Soracağız, peki siz halkın iyiliği için ne istiyorsunuz? Planınız ne? Susacaklar. Çünkü torbalarında azıcık olsun unları yok. Onlar o kadar akılsızlar ki, ağaların, softaların düdüklerini öttürecekler. Gene benim saflığım tuttu, belki hiç de akılsız değiller, çıkarları ağaların, softaların çıkarları ile aynı çizgide birleşiyor. Bizim Çukurovanın en milliyetçisi, milliyetçi kisvesine bürünmüş en yüce çığırtkanı kim biliyor musunuz? Bütün Çukurovayı soyup soğana çevirmiş, bir ömür boyu kirden yüzüne bakılamayacak bir ağanın oğlu. Biz diyoruz ki, bu halk soyulmasın… Halkı soyanları artık aradan çıkaralım. Yirminci yüzyıl milletlerin soyulmaktan kurtuldukları, kendi benliklerini buldukları yüzyıldır. Bizim toprağımızın kendine has bir kültürü var, amanın buna hiç önem verilmiyor, önem verilsin, diyoruz. Başka çaremiz yok, diyoruz. Amanın millet, toprağımız yok oluyor, ağalar, beyler, gericiler, toptan, toprağımızı, ormanlarımızı yok etmek için yarışa çıkmışlar, ne duruyoruz, diyoruz… Onlar karşımıza geçmişler bre vatan hainleri, bre zındıklar… Bre! Bre!. Azıcık vicdanı olan, elini vicdanına koyup söylesin, kim vatan haini, kim değil!. Açlık, şu doğudaki açlık, kimin yüzünden? Söyleyin benim mi? Bu açlık bugünkü açlık değil, yüzyıllardan bu yana geliyor.

Şimdi patlak verdi. Bir daha da durmayacak. Bu açlık halkı sömürenlerin, onları yeraltındaki evlerinde gerilik, pislik içinde bırakanların yüzünden. Biz onlara karşıyız. Açlığın, sömürünün, pisliğin, geriliğin olduğu gibi kalmasını isteyenler milliyetçi… Sevsinler senin milliyetçiliğini… Bir gün yutturursun, iki gün… Çekirge bile iki kere… Fakir Baykurt bir roman yazdı. Adı da, Yılanların Öcü. Bu roman, bir köy romanıydı. Fakir, köylü. Köy Enstitüsünden çıkma, öğretmen. Roman, gazetemizin Yunus Nadi Armağanını kazandı. Sonra da bizim edebiyatımızda görülmemiş bir ilgiyle karşılandı. Çok satıldı, çok okundu. Sinemaya almaya kalktılar. Bu sansürle nasıl aldılar sinemaya, onun orasına Rufailer karışır. Sonra bu romanı bir delikanlı piyes yapmış.

Devlet Tiyatrosuna vermiş. Devlet Tiyatrosu da oynamaya karar vermiş. Sonra ne olmuş? Köy Enstitülerini kapatan bakanın özel kalem müdürü senatör olmuş. Olur ya, düşmez kalkmaz bir Allah… Olmuş ya, Köy Enstitülerini kapatıp bu millete müthiş bir iyilik etmişler ya, şu Yılanların Öcünü sahneden kaldırarak daha büyük iyilik edecekler. Yılanların Öcü, belalı eser! Bir oynamaya görsün. Alimallah, Türkiye yıkılır. Şimdi yalnız doğu mu aç, Yılanların Öcü oynarsa, tüm Türkiye aç kalır. Halkımızın çoğu yeraltında, mağaradan beter yerlerde mi yaşıyor, daha beter olur. Beterin beteri olur. Yılanların Öcü oynarsa, hepimiz zehirleniriz. Şimdiye kadar Köy Enstitüleri kalsaydı, kırk bin köye, kırk bin öğretmen olacaktı. Türk köylüsü aydınlanacaktı. Milliyetçi dediğin adam, buna izin verir mi? Milliyetçi dediğin adam, Yılanların Öcünün oynanmasına izin verir de koskoca bir Türk milletini zehirletir mi? Sayın okurlarım, Yılanların Öcü romanını okuyan var, okumayan var. Size küçük bir özetini vereceğim: Bir Irazca var, Karataş Köyünde. Yaşlı bir hatun.

Onun Kara Bayram adında bir oğlu var. Kara Bayramın bir karısı, bir çocuğu var. Kara Bayram, yıllardan bu yana, daha yenilerde bir avuç toprağa sahip olmuş. Onun sevinci içinde. Toprağından başka düşündüğü yok. Derken, bir gün kurul üyesi ocağı batasıca Hacı Ali gelir, Irazcanın evinin önüne bir ev yapar. Evin önü kapanacak. Irazca, buna razı gelmez. Irazcayla ocağı batasıca Hacı Ali arasında bir savaştır başlar. Muhtar, öteki kurul üyeleri hep Hacı Ali tarafında… Kara Bayramı döverler, karısına çocuk düşürtürler, döve döve… Ama, Irazca işin ardını bırakmaz. Köye gelen Kaymakama sözlü bir dilekçe verir. Kaymakam da Hacı Alinin evini Irazcanın evi önünden kaldırtır. İşte roman bu kadar. Şimdi bunun nesi var? Söyleyin bakalım, yasaklık nesi var? Yazık be, ayıp be!. Fakir Baykurt, basın toplantısında diyor ki: “Türkiyeyi bir kültür çölü mü yapacaklar?” Yapacaklar ya, ne sandın ya arkadaşım.

Bu milletin cümle felaketi, geriliği bu yüzden değil mi? Sen halksın, seni düşündürürler mi? Seni söyletirler mi? Gözünü oyarlar adımın gözünü, arkadaşım. Yılanların Öcünü, onun sonu olan Irazcanın Dirliğini bitirdiğimde, işte demiştim, bir milleti bunlar millet yapar… Elin adamı anlar mı bunu? Bu halk ne, tadı nerede? Dilinin, söyleyişinin güzelliği nerede? Farkına varırlar mı sanıyorsun, aslanım. “Türkiyeyi kültür çölü mü edecekler?” Amma iyi niyetli adamsın be arkadaşım. Etmişler de, öteye bile geçmişler. Adamın derisini yüzerler. Yüzmediklerine şükredelim arkadaşım. Yüzmediklerinin bir tek sebebi var, yüzyıl yirminci yüzyıldır da ondan, arkadaşım. Yoksa adamın dumanını attırırlar. Demokrasi mi? Görüyoruz ki, o demokrasi dedikleri, bir kısım insanlar için nur nimet. Bir kısmımız için, elden gel… Özgürlük mü, özgürlük yalnız onlar için… Onlar söyleyecekler, onlar yazacaklar… Her şey onların… İşte bizde özgürlük böyle… Yılanların Öcü böyle… Savaş uzun süreceğe benzer. 31 Ocak 1962 Eski Tas, Eski Hamam Oyunu Bana öyle geliyor ki, on altı yıldır biz demokrasicilik oynuyoruz. Nedir demokrasi, beş on adamın boyuna biribirine sövmesi mi? On altı yıl durmadan birtakım insanlar biribirlerine sövüyorlar. Seçim gören var mı içinizde? Seçimlerde milletvekili adaylarını dinleyenler var mı? Onların konuşmalarını dinleyen kusar. Seçim konuşmalarını ne yapacaksınız, Meclis konuşmalarına bir kulak verin yeter. Hep, sen ben… Şu on altı yıllık demokrasi oyunu bize neye mal oldu, hesabını bir yapsak altından kalkamayız.

Gözümüz fal taşı gibi açılır. Demokrasi oyunu bu milletin nasıl belini kırdı, anlarız. Bir iyi yönü oldu demokrasi oyununun. O da başımıza geçenlerin ne mal olduklarını milletçe bir daha bir iyi anladık. Yassıada mahkemeleri unutulamaz. Şimdiki havaya bakmayın. Bunların içinde, kuyrukgillerin içinde Yassıadanın altından kalkacak babayiğit yok. Tarih, Yassıada cezasının bin mislini hem kuyrukgillere, hem de onlara verecektir. Ebedi Yassıada mahkumları bu milletin elinden yakasını kurtaramayacaktır. Kuyrukgillerle birlikte daha birçok kişiler de, iyi niyetli görünen kişiler de yakalarını kurtaramayacaklardır. Ben, Anadoluyu görmüş kişiyim. Binlerce köyü yer altında gördüm. Köyün içinde çırılçıplak, ala karda dolaşan insanlar gördüm. İnanan inanır, işine gelmeyen inanmaz. Halep oradaysa arşın burada.

Benimle gelip görmek isteyen varsa, buyursun. Binlerce köy göstereyim ki onlara, toprak altında, tıpkı köstebek yuvaları gibi yuvaları var. Yedikleri ekmek, kara balçık parçası… İçtikleri su, yeşillenmiş göl suyu epeyce yerde. Etleri erimiş, yalnız gözden ibaret kalmış yüzler gördüm. Işık yüzü görmemiş, et parçası girmemiş evler. Doktor, ilaç bilmemiş insanlar… Sonra açlık… Yüzyılların açlığı… Yakılmış yıkılmış bir vatan parçası. Bu insanları biz bu hallerde bırakmışız. Bizim atalarımız bırakmışlar. Onlar ipekli sedirlerde yan gelip yatsınlar diye Anadolu halkı böyle aç, sefil, yoksul, perişan kalmış. Yirminci yüzyılda mağara hayatından beter bir hayat yaşıyor. Bu yazımda, hep ‘ben’, diyeceğim. Dertli olacağım. Ben, insanlığımdan, böylesi insanların arasında yaşadığımdan utanıyorum. Yazar olduğumdan utanıyorum. Anladınız mı? Yemek yediğimden, su içtiğimden, gezdiğimden, tozduğumdan utanıyorum.

Bir gerici gazete yazdı. Hiltonlarda eğleniyor diye, viski içiyor diye. Yalan söylüyor. Beni gravatsız diye Hiltona almazlar. BBC’nin İstanbula gelen bir müdürü beni Hiltona yemeğe çağırdı. Ne bileyim, gittim. Gravatsız diye almadılar. Bir daha da gitmedim. Arada sırada birkaç kadeh içiyorum. Gerçekten ondan da utanıyorum. İçmek, güzel yemekler yemek, derin uykular uyumak, güzel düşler görmek, ne bileyim iyi şeyler yapmak, bu çağda, bu korkunç yoksulluğun kıyıcığında gerçekten vicdan olan bir vicdanın harcı olmamalı. Ben insanlığımdan utanıyorum. Utanıyorum. Gözü yaşlı değilim. Çok görmüş geçirmiş bir adamım.

Övünmüyorum, zaten övünülecek bir şey de değil yoksulluk çekmek… Benim ömrüm acılardan acı beğenli geçti. Halkımızın hayatı gibi. Başka türlü olamazdı zaten. Siz bir koskoca ova insanının sıtmadan kıvrandığını gördünüz mü? Ben, gördüm… Siz sıtmalıların doktor kapısı önünde üç günlük sıtma kuyruğu yaptığını gördünüz mü? Siz, kıtlık yılları güzelim Çukurova toprağında, sakızağacı purcu yendiğini gördünüz mü? Siz demokratlık oynuyorsunuz, siz milliyetçilik oynuyorsunuz. Ne demokrat, ne de milliyetçisiniz. Bizim politikacıların aklına kim soktu Köy Enstitülerini? Kim kurdurdu? İlk olarak Türk halkına, yüzyıllar boyu ezilmiş insanlara bir el uzatılıyordu. Gerçek, yalın, yalansız, oyunsuz bir dost eli. Baktılar ki, iş kötüye varıyor. Bu halk böyle kalmalı ki, üstünde türlü oyunlar oynansın, sömürülsün, ezilebilsin… Köy Enstitülerini kapattılar. Gene Anadoluyu yüz bin yıllık karanlığına gerisin geri yuvarladılar. Siz, yıllarca bu topraklara matbaa girmesin diye çarpışanların ahfadı. Sonunda, geç de olsa Türkiyeye matbaa girdi. Bakın, bu halk böyle ezik, böyle sömürülmüş kalsın diye, bize gelmemesi için çırpındığınız matbaada gazete basıyorsunuz. Şimdi de bu gazetelerde bu topraklara ışık sızmasın, Anadolu yüz bin yıllık, kılıç kesmez karanlığında kalsın diye çırpınıyorsunuz. Görüyorsunuz, sonunda matbaa girdi.

Işık da girecek. Ben, Anadolunun korkunçluğunu görmüş, yüreğimde duymuş kişiyim. Makal da öyle, Fakir de öyle… Oyunlarınızı bize yutturamazsınız. Bundan sonra mağaradan, yeraltından, açlıktan gelen hiç kimseye yutturamayacaksınız. Biliyor musunuz, haberiniz var mı, biz değil, o mağaradan beter yerlerde yaşayan ışıksızlar da görür gibi oldular oyunlarınızı. Heeeey, gözünü sevdiğimin yirminci yüzyılı, sen olmasan, sendeki halkın gücü olmasa, üstümüzdeki kara bulut, karanlık gece böyle kolayca kalkar mıydı? Bu yirminci yüzyıldır. Yılanların Öcü oynanmasa da olur. Fakir yazmasa da, öğretmen olmasa da olur. Yüzlerce Yılanların Öcü yazılacak, binlerce Fakir Baykurt çıkacak. Dün oyununuzu açık oynuyordunuz. Bugün bir paravan buldunuz. Yarın, er geç, o paravan önünüzden çekilecek. Ve siz Anadolu düzlüğünün ortasında çırılçıplak, ışığımızın içinde yarasalar gibi, baykuşlar gibi halkımızın karşısında, gerçek vatanseverlerin karşısında kalacaksınız. Yobazlarınızla, ağalarınızla, yalanlarınızla, yutturmasyonlarınızla, bütün karanlık, gerici gücünüzle bir zaman daha oyalanacaksınız, biraz daha ışığımıza bent kurmaya çalışacaksınız. Ama sonunda ışığımız gözlerinizi kör edecek.

Ama siz içimizde, insanlığımızda birer çirkin yarasınız. Geçen yazımda da söyledim, bizim m e m l e k e t i m i z d e s i z i n g i b i l e r v a r d i y e , b e n y i r m i n c i y ü z y ı l d a n u t a n ı y o r u m.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir