KOYU SİS, KÂBUS GİBİYDİ. Bütün soğukluğu ve ürkütücülüğü ile Eğridir Gölünün üstüne çökmüştü. Abandıkça abanıyor, hava soğudukça soğuyordu. Güneş, kara bulutların tuzağına düşmüştü. Kara bulutlar, güneşin yalnız sıcağını değil, ışığını da yutmuştu. Eğridir Gölü, gün ortasında geceyi yaşıyordu. Büyücek bir kayık, sisin böğrüne saplıydı. İki kayıkçıdan biri yelken kullanırken, diğeri uzun bir sırıkla buzları kırmaya çalışıyor, kayığa keder yolunu açıyordu. Elleri üşümüştü. Jandarmaların tehdit kokan ısrarına uğramasa, bu havada asla yola çıkmazdı. Ama jandarmalar aceleciydi. Söylediklerine göre, sürgünü bugün Barla’ya teslim etmeliydiler. Kayıkçı, orta yaşlı sürgüne bakmış, gözlerindeki sevgi buğusunda yüreği ılımış, jandarmalardan gencecik olanına sormuştu: “Kim bu?” Gencecik jandarma, hürmet duruşundaydı. Sürgünden bahsederken sesi titriyor, kelimeler bir sevgi yumağında çözülüyordu: “Çoh eyi bilmiyom emme, derin hoca.” demişti, “galiba Angara’ya kafa tutmuş.” Sonra başını iki yana sallamış, can sıkıntısından tüfeğinin mekanizmasıyla oynayarak, sözlerini tamamlamıştı: “Neme lâzım, melâike gibi adam…” Son söz saplanıvermişti kayıkçının yüreğine; saplanıverip yüreğini sızlatmıştı. Kayığını hazırlarken hayıflanıyor, duyulur da başına iş açılır diye korktuğundan, hazin hazin mırıldanıyordu: “Melâike gibi adamlar, derin hoca efendiler de sürüldüğüne göre, dünyanın çivisi çıktı demektir…” Üşüyen ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtırken, dönüp sürgüne bir daha baktı. Sis perdesinin aralığından görebildiği kadarıyla sürgünden çok, bir kumandana benziyordu. Gözleri uzaklardaydı. Yoğun sisin ötelerine bakıyordu. Öteleri görüyor, ötelerden müjdeler alıyor gibiydi. Dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Biraz acı, galiba bir hayli de alaycı… İki jandarmanın arasında değil de, sanki arzın şahikasında oturuyordu. Oturuşunda izzet, sessizliğinde çığlıklar saklıydı. Her an yerinden fırlayabilir, “Beni serbest bırakınız, el birliğiyle vatanın selâmetine çalışalım.” diye bağırabilirdi. Dudaklarındaki kıpırtılar dua mıydı, beddua mıydı kayıkçı bir süre kestiremedi. “Dua olmalı.” diye düşündü sonra; bedduayı şu izzetli oturuşun, şu sisin ötelerini gören bakışın sahibine yakıştıramamıştı. Kayığa binerken elinde gördüğü çıkın yanı başında duruyordu. Gencecik jandarmanın söylediğine göre, “hazretin bütün serveti bundan ibaret”ti. Bütün serveti bundan ibaretse, dünyası küçücük bir çıkma sığmışsa, nasıl bir gizli hesabın muhasebesinde sürgüne gönderiliyordu? Dünyasını bir çıkma sığdırmış olanların veremeyecekleri hesap mı olurdu? Düşündükçe kendine kızdı. İnsanları sürmek, hatta asmak için bahane mi yoktu ki?… Devir değişmişti. Devirle birlikte “makbul insan” sayılmanın şartları da değişmişti. Hayatı İlâhî emir ve nehiy esaslarında şekillendirmek ve dürüst, namuslu, vatansever olmak, “makbul insan” sayılmak için yetmiyordu. Önce boyun bükülmeli, hulûs çekilmeliydi. Bunu yapmayanlar jandarmanın dediği gibi “melâike gibi” de olsalar, akıbetleri en azından sürgündü. Dünyanın çivisi kötü çıkmıştı yerinden. Cepheden cepheye, ölümden ölüme koşan milletin mübarek kanıyla yazdığı istiklâl fermanı, bir idam fermanı gibi mukaddeslerinin boynuna geçirilmişti. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlardı. Şu sürgün de doğru söyleyenlerdendi mutlaka. Jandarmanın referansı olmasa bile kayıkçı bu neticeye varacaktı. “Melâike gibi adam” diye düşünecekti. Yüreği sevginin ılıklığında vuracak, sürgünü vicdanında suçsuz ilân edecekti. Elinde delili yoktu. Ama duygularına güveniyordu. Bu sürgünün kötü bir şey yapması imkânsızdı. Haksızlığa uğramış olmalıydı. Kayık sis perdesini delerek sahile rampalayınca sürgün doğruldu. Tam o sırada kayığın burnu kumsalla kucaklaşmış, bir sarsıntı olmuştu. Kalkmaya davranan jandarmalar, boş bulunup güverteye yuvarlandılar. Baş taraftaki kayıkçı bile elindeki sırıkla kendini zar zor dengeleyebildi. Fakat sürgün kımıldamamıştı bile. Dimdik ayaktaydı ve sanki dünyaya meydan okuyordu. O duruşuyla da sanki kükrüyordu. “Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin, Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten…” Sürgünü birden yanında görünce toparlandı. Farkında olmadan ellerini önüne bağlamıştı. Yalnız kulaklarıyla değil, ruhuyla da sürgünü dinliyordu. “Kardeşim, size zahmet oldu, hakkınızı helâl ediniz.” Şaşkınlıktan ağzı tutuştu, dili yandı. Ne söyleyeceğini kestiremeyerek öylece bakakaldı sürgüne. Sürgün kayıktan indi. İki jandarmanın arasında tepeye doğruldu. Çıkınını bir değneğin ucuna asmış, omuzuna atmıştı. Ayağında yün çoraplar ve lâstik ayakkabılar vardı. Tepeye değil de sonsuzluğa yürüyordu. Sonsuzlukta bekayı bulmaya, alıp getirmeye gidiyordu. Sis perdesinde yitene kadar arkasından baktı. Gözleri yandı, yaşlandı. Arkadaşının hayretine omuz silkti. “Helâl olsun,” dedi, “hakkım geçtiyse helâl olsun. Ya senin haklarını gasp edenler?…” Dönüş yolunda yalpalayan tekneye kızıyor, yelkenin ipini kaçıran arkadaşına bağırıyor, şuuruna düşen merakı yüzünden hırçınlaşıyor, beyninin kıvrımlarında soru işaretleri dolaşıyordu: Kimdi bu adam, neden sürülmüştü, nereliydi, ne kadar kalacaktı öğrenmek istiyordu… * * * Çocuk ve Arayış Nurs Köyünde Bir Sabah Takvim yapraklarını hızla geriye doğru çeviriyoruz… Milâdî 1876 baharındayız… Bitlis vilâyetinin Hizan kazasına bağlı Nurs köyü… Gecenin güne aktığı, tan yerinin mor, kırmızı renklerle tutuşmaya başladığı bir seher vakti, sabah ezanının coşkun ahengi bütün köyü İlâhî bir vecdle sararken, tepedeki mütevazı evde bir çocuk dünyaya geldi. Ağlamıyor, olgun bir insan araştırıcılığında dikkatle bakmıyordu. Yumruklarını sıkmıştı, [1] sanki şimdiden büyük bir mücadeleye hazırlanıyordu. Sakin ve ciddî haliyle, kulağına okunan ezanı, âdeta derin bir vecd içinde dinler gibiydi. Dünya ve ahirette said olması duasıyla, bebeğe “Said” ismini verdiler. Dünyaya geldiğinde Said’in Dürriye, Hanım ve Abdullah isimlerinde ablaları ve ağabeyi vardı. Sonra Mehmet, Abdülmecid ve Mercan isimli üç kardeşi daha olacak. Said, yedi kardeşin tam ortasında yer alacaktı. Bu, hayatı boyunca sürecek dengenin belki ilk tecellisiydi… Said büyüyor gelişiyor, büyüdükçe merakı artıyor, etrafını araştırıyordu. Yaşıtları kendi aralarında oynarken o bir kenara çekilip düşünüyordu. En tasasız çağda tasalanmış gibiydi. Çocuk olma hakkını kendinde görmüyor, ilerde karşılaşması mukadder problemleri aşabilecek formüller üretmeye şimdiden hazırlanıyordu. O da her çocuk gibi yaşadığı dünyayı tanımak istiyor, ama her çocuktan daha fazla soru soruyordu. Annesi Nuriye Hanımla babası Mirza Efendiyi âdeta soru yağmuruna tutuyordu. Üstelik aldığı cevaplarla yetinmiyor, her cevaptan yeni sorular çıkarıyordu. Bir gece ay tutulmuştu. Mahallî âdetlere uygun olarak tenekeler çalınıyor, tüfekler atılıyordu. Bu, Said için yeni bir olaydı. Belki de karşılaştığı ilk muamma idi… Muammayı çözse çözse yanı başında durup Rabbini zikreden annesi çözerdi. “Ana, neden ay böyle oldu?” Nuriye Hanım efsanevî bir cevap verdi: “Yılan yuttu.” Said, daha küçük yaşlarda efsanelerin, masalların değil, hakikatlerin arayışında olduğunu göstermek ister gibi atıldı: “Ama hâlâ görünüyor!” Minicik bir itirazda dev gibi bir hakikat, koskoca bir mantık saklıydı. Mantıken, “yutulan bir şeyin görünmemesi” esasından hareket etmiş, bu teferruatta gerçeği aramıştı. Şaşıran anne ise, efsaneyi şeffaflaştırmaktan başka bir şey yapmıyordu: “Yukarıda yılanlar cam gibi olduğundan, yuttukları her şey görünür.” [2] Said yine tatmin olmayacak, belki anasına hürmeten susacak, ancak soruyu sürekli kafasında dolaştıra dolaştıra gençlik çağına gelince, mevzuu tetkik edip aslını “Lem’alar” isimli eserinde dile getirecektir. Dar çevre, aradıklarını ona vermekten uzaktı. Sorularına tatminkâr cevaplar arıyor, bulamayınca da hırçınlaşıyor, kabına sığmaz oluyordu. Görünüşte geçimsiz bir çocuktu. Lâkin geçimsizliğinin kaynağı, mizacı değil, cevapsız kalan sorularının bunaltıcı ağırlığıydı. Sık sık katıldığı büyüklerin, hatta ilim adamlarının sohbetinde bile aradıklarını bulamamıştı. Henüz neyin peşinde olduğu, ihtimal, kendi şuurunda bile daha netleşmemişti; ama işe kendini aramakla başlıyor, bu arayışını sonraki yıllarında yazdıklarıyla netleştiriyordu: “Mesleğimiz… Ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberiyi ihya etmektir. Ve rehberimiz, şeriat-ı garra ve kılmamız da berahin-i katıa… ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır…” [3] Hayatında ittihad-ı İslâm [İslâm birliği] fikri ile i’lâ-yı kelimetullah [Allah adını yükseltmek] mefkûresi büyük bir yer tutacak, bir ihya hareketinin öncüsü olarak bunlardan asla taviz vermeyecek, bu vasıflarıyla da Osmanlı abidesini inşa eden Gazi Dervişlerin, Horasan erenlerinin, Ahiyanın teşekkül merhalesindeki misyonunu ifa edecek ve mana plânında devrinin Şeyh Edebali’si olacaktı. Ama Osman Gazisiz Edebali olmak çok zordu. Cumhuriyet, ilk teşekkülün tam tersine bir yol tutturmuş, âdeta redd-i miras esası üstüne kurulmuştu. Cemiyetin değer hükümlerini ihtiva eden, aşireti cihan devleti yapıp 600 küsur sene yaşatan unsurlar “yasaklar” çemberinde kuşatılmıştı. Yeryüzündeki müstakil tek İslâm devletinin, yüzyıllar boyu yaşayan ve yaşatan koskoca cihan devletinin enkazı altında kalan Osmanlı aydını, derin bir şaşkınlık içinde yanlış üstüne yanlış yapıyor, gerçek kurtuluşun öze dönmekle mümkün olacağını düşünemediğinden Avrupa’ya kucak açıyor, âdeta kendinden kaçıyor, taklide saplanıyordu. “Yeniden inşa ve ihya” hareketinin öncüsü, kıymet hükümlerini tek tek ortaya koymak, millete aslını göstermek, “aydın”lara yanlışlarını hatırlatmak ve kaçışı frenlemek mükellefiyetiyle yüz yüzeydi. Büyük vazife, doğduğu köye izafeten “Nursî” lakabıyla anılacak olan Said Nursî’yi bekliyordu. Büyük vazifeyi bir an önce omuzlamalı, bunun için de bir an evvel büyümeye bakmalıydı. Çocuk olmaya vakti yoktu. Damlaya Değil, Deryaya Muhtaç Dokuz yaşında bir atom çekirdeği gibiydi ve girdiği hiçbir medresede öğrendikleriyle yetinemiyordu. Deryaya kulaç atmaya namzet birini damlalarla oyalamak ne mümkün! O, posaya değil, ilmin usaresine talipti. Teferruat arasında boğulmak istemiyor, meselenin özünü arıyordu. Bu maksatla ilk olarak Tağ köyünde Molla Mehmet Efendinin medresesine gitti. Ama büyük talebelerin tahakküm sevdası, gördüğü dersleri çocuksu bulmasına eklenince, köyüne döndü. O yaşta bile kendine söz söyletmiyor, her türlü tahakküm heveslerine karşı şiddetle direniyor, hocalarını dahi hayrete düşüren bir vakar içinde görünüyordu. Daha sonra onu anlatanlar, “Büyük, ulvî bir vazifeyle muvazzaf olduğu, çocukluğunda belliydi.” diyeceklerdi. Bir süre de medrese talebesi ağabeyi Abdullah’tan ders alan Said, daha sonra Hizan Şeyhi Nur Muhammed’in medresesine girdi. Ama büyük talebelerin tahakküm hevesi, burada da kendini göstermekte gecikmedi. Medreseye yeni girmiş birinin onca şey bilmesi ve bilgisiyle hocanın gözünü doldurması, bazı talebelerin kıskançlık damarlarını kabartmış, Said’i dövmeye karar vermişlerdi. Dördü bir olup üzerine gittiler. Fikrin kaba kuvvetle sindirilmeye çalışılmasına Said ilk defa şahit oluyordu. Hayatının diğer safhalarında böyle durumlarla sık sık karşılaşacak, bazen tehdit edilecek, bazen sürülecek, bazen de zindanlara atılacak; ama o, gayesinden zerre kadar taviz vermeden yürüyecek, “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de… Yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun!” [4] diyerek, her türlü zulme, baskıya, zalime ve istibdat heveskârlarına meydan okuyacaktı. Muhammed Efendinin medresesinde muhatap kaldığı kaba muameleye karşı da meydan okuyordu. Kendisine hükmettirmemeye kararlıydı. Bir gün gerginliği fark eden hocası Şeyh Muhammed Efendinin bir sorusu üzerine, durumu kısaca anlattı. Sözlerini şikâyet manasına almaması için de şunları ekledi: “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, dördü birden üzerime gelmesinler, ikişer ikişer gelsinler.” [5] Hoca efendi şaşırmıştı. Said yardım istemiyor, gücünü ve izzetini haykırıyordu. Çok hoşuna gitmişti. Gülümseyerek sırtını sıvazladı: “Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez.” [6] dedi. Bu söz medrese talebeleri arasına yayılacak ve o günden sonra Said, “şeyhin talebesi” diye anılacaktı. İhtimal ki şeyh, talebesindeki derin vecdi, haksızlıklar karşısında kükreyen mizacı, tavizsizliği, cesareti ve ilmin özüne talip hasreti fark etmiş; günün birinde, herkesin derin, elim bir suskunluğa gömüleceği dönemde, bütün zerratıyla, takatıyla, pervasızcasına “Yaşasın ümit, ölsün yeis!” diye haykıracağını, istibdadın yüzüne karşı “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağıracağını sezmişti. Bunu sezmemiş olsaydı, altı-yedi saat yol yürümeyi göze alarak Said’in ailesiyle tanışmaya gider miydi? Şeyh efendi, Said’in ailesiyle tanışmak için bir gün kalktı, Nurs köyüne gitti. Görür görmez Said’in annesine “hikmet”i sordu: “Bu çocuğu nasıl yetiştirdiniz?” Nuriye Hanımın verdiği cevap, ahir zamanda “Peygamber sünnetini ihya hareketi”nin öncüsü olacak çocuğun annesine yaraşır bir cevaptı. Şöyle demişti: “Ben Said’e hamile kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de, bir gün olsun abdestsiz emzirmedim.” [7] Ya babası?… Mezkûr ziyarette, şeyhi bir hayli düşündürdüğü ve sevindirdiği belli bir hadise yaşandı. Dindarlığı sebebiyle “Sofî Mirza” diye anılan Said’in babası, ziyaret esnasında çift sürmede idi. Şeyh efendi, evin önüne serilen hasıra çöküp dönmesini bekliyordu. Birazdan iki inek ve öküzleriyle birlikte ev sahibi göründü. Fakat o ne! Hayvanların ağzı bağlıydı. Merak içinde bunun sebebini öğrenmek isteyince, Sofî Mirza Efendiden şu cevabı aldı: “Tarlamız uzakçadır. Yolda komşuların tarlalarından geçmem gerekiyor. Ağızlarını bağlamasam, komşuların tarlasındaki otlardan yemeleri ihtimali var. Ekmeğime haram karıştırmamak için böyle yapıyorum.” Ve şeyh efendi, hükmünü verdi: “Elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlât beklenir.” [8] Hüküm, cihanşümul bir hakikatin ifadesidir. Gerçekten de insan ruhunu şekillendiren unsurların başında daima “aile” faktörü zikredilir. Bilhassa annenin rolü çok mühimdir. Said büyüyüp “Bediüzzaman” olduğu dönemde buna dikkat çekecek, ilk hakikat dersini annesinden aldığını söyleyecektir. Bir hakikat daha: Bediüzzaman’ın hayat safahatını adım adım takip ederek müstesna eserler vücuda getirmiş muhterem Necmeddin Şahiner’in, bir görgü şahidine dayanarak verdiği bilgiye göre, Tağ Medresesi sahibi Abdurrahman Taği, Nurslu talebelere aşırı bir ihtimam gösterir, diğer talebelerine, Nurslu talebelerinden birinin İslâm dinini ihya edeceğini söylermiş. “Bu Nurslu talebelere iyi bakın; bunlardan biri, din-i mübin-i İslâm’ı ihya edecek… Fakat hangisidir, ben şimdi bilemiyorum.” [9] dermiş. Bir Rüya Şark tefekküründe rüyaların belli bir yeri vardır. “Şeytanî” ve “Rahmani” olarak rüyalar ikiye ayrılmış, bazıları “ilham ve işaret” sayılmıştır. Örnek vermek gerekirse, bir rüya Ertuğrul Gazinin yüreğine devlet ilham etmiş, bir rüya Osman Gazi ile Şeyh Edebali’nin kızı Bâlâ Malhun Hatun’un hayatını birleştirmiş, [10] bir rüya Ak Şemseddin’in kalbine Eyüp Sultan’ın kabrini ilham etmiştir… Evliya Çelebi, kendisini diyar diyar gezmeye zorlayan saikin bir gece gördüğü rüya olduğunu yazar. [11] Saraç Osman Efendi, bir rüya üzerine Bağdat’a gider, orada yaşadığı harika bir hadiseyle ne zamandır düşündüğü camiyi yaptırmak için gerekli parayı bulur ve Topkapı sur içine camiini kondurur. Molla Said’e “Bediüzzaman” unvanını kazandıran unsurlara böyle bir rüya da eklenmiştir. Rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Peygamber Efendimizi nasıl bulacağını düşünürken, sırat köprüsünün başında durur. Bütün peygamberlerin elini öper. Nihayet Peygamber Efendimizle görüşür. Tazimden sonra ilim talep eder. Peygamber Efendimiz, “Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’an [Kur’an ilmi] verilecektir.” diye müjdeler. [12] Heyecanla uyanır ve ara verdiği tahsile tekrar döner. Bu rüyaya Molla Said, hayatı boyunca sadık kalacak, kimseye ilmî soru sormayacak, bazı yanlışları sadece gerçeği söylemek suretiyle tashih yolunu seçecek, hatta İstanbul’daki ikametgâhının kapısına “Her suale cevap verilir, sual sorulmaz.” levhasını asacaktır. [13] Bu davranışını gururuna hamletmesinler diye de şunları söyleyecektir: “Ben ehl-i ilme hürmetkârım, onların ilimlerinden şüphem yoktur. Benim ilmimden kimin şüphesi varsa sual sorabilir.” Bu davranışıyla aynı zamanda ömrü boyunca benimseyeceği “talebe” sıfatını tescil etmiş olur. Rüya ona şevk unsuru olmuş, medrese hayatına dönmüştü; ama hâlâ ilmin özünü arıyor, o tarihlerde teferruatta boğulan medrese sistemine itiraz ediyordu. Civardaki medreseler, Molla Said’i tatminden uzaktı. Hangisine gitse aradığını bulamıyor ve kısa bir süre sonra ayrılıyordu. Bir talebeden ziyade, bir müfettiş tavrındaydı. Teftişlerinden çıkan sonucu da beğenmemiş, daha o yaşlarda yeni bir eğitim tarzının unsurları kafasında teşekkül etmeye başlamıştı. Daha sonra bunu eserlerinde formüle edecek, asrın hızlı yaşayışına uygun bir hizmet modeli geliştirecek, 15 yılda elde edilebilen dinî kültürü ve kemalâtı 15 haftaya sığdıracak, ilm-i kelâmda bir teceddüt yapacaktı. [14] O günden buna hazırlanıyor, nihayet muhitini terk edip o tarihlerde Erzurum’a bağlı Bayezid kazasındaki medreseye, aradığını bulma ümidiyle gidiyordu. Biraz bulur gibi olmalı ki, Bayezid Medresesinin hocası Şeyh Mehmet Celâlî’den üç ay müddetle ders aldı. Ancak her kitaptan sadece birkaç ders okuyor, fakat hayrettir ki başarıyordu. Bir gün şeyh efendi, niçin kitapların tamamını okumadığını sormaktan kendini alamadı: “Talebeler bu kitapları defalarca okudukları hâlde yine de muvaffak olamıyorlar, sen ise sadece hepsinden birkaç ders okuyorsun; sebebi nedir?” Molla Said’in verdiği cevap, incik boncuklara değil, gerçek hazineye bir an önce kavuşmak isteyen bir define arayıcısının cevabı gibidir: “Efendi hazretleri, bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar, bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Sizden, şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermeniz istirhamındayım. Bu kitapların nelerden bahsettiğini anlayayım da, bilâhare tab’ıma muvafık olanlara çalışırım.” Özet [15] i şu: Teferruat bir tarafa, bana özünü gösterin yeter. Ben asrın ilcaatına uygun tarzda ayıklar, en lüzumlu olanlara çalışırım… Üç ayda gerekeni alacak, yıllardır tahsil gören ağabeyi Abdullah’ın yaptığı imtihanı yüzünün akıyla kazanacaktı. Bunun üzerine ağabeyi ondan ders okumaya koyulacak, ama kardeşine nazar değmesin diye “Ben Said’i okutuyorum.” diyecekti.
Yavuz Bahadiroglu – Bediuzzaman Said Nursi
PDF Kitap İndir |