Yavuz Bahadiroglu – Binatli

Tuna suyu boz bulanıktı. Tuna suyu çamur deryasına banmış, kıvrım kıvrımdı. Ürkek ürkek yuvarlanıyordu Tuna suyu. Binatlı akıncının yiğit kumandanı Gazi Timurtaşoğlu Umur Bey atından indi, yerden bir taş aldı, fırlattı Tuna suyunun boz bulanıklığına doğru: “Be hey!” dedi hasret soluklanarak, “Be hey Tuna, çıkışın kandedir bilmem amma, teey oralara kadar varmak dilerim, almak dilerim, Müslümanlaştırmak dilerim. Binatlı akıncıya yol ver dost Tuna, Musa Peygambere açılan Kızıldeniz gibi açıl önümüzde koca Tuna. Sultanım Yıldırım Han’a selamlarımı ilet.” Gün akşama dönüktü. Güneşin son lavları tutuşmuştu tepelerde. Tepeler kırmızı kırmızı gülüyorlardı. Umur Bey çömeldi. Kâh Tuna Nehrinin boz bulanıklığına, kâh tepelerin kırmızı gülüşüne baktı. Seviyordu bu toprakları. Her bir yanını kendisinden bir parça gibi görüyordu. Topraklar ona, o topraklara alışmıştı. Yıllar böyle gelmiş, böyle geçmişti.


Bazen dost ayaklarla yürümüştü üstünde, bazen vınlayan oklar arasında hücuma kalkmış, bazen sereserpe uzanıp uyumuştu şu binatlı ile birlikte… Hiç eksilmezlerdi, hiç. Hep böyle binatlı olarak kalırlardı. Şehit düşenlerin veya akına katılamayacak şekilde yaralananların yerine başkaları gelirdi. Çoğunu tanıyordu, çoğuyla can kardeşti. Gözü gibi sakınırdı onları. Gerektiğinde ateşe sürercesine düşman içine sürerdi, ama en başta kendisi giderdi. “Allah aşkına vurun!” diye bağırıp atıldı mı, kimse geri durmazdı, hiç kimse. Delice sürerlerdi atlarını, düşmanın tepesine yıldırım gibi düşerler, yalınkılıç dalarlardı. Sıra sıra yiğitler. Hepsi de atlı. Hepsi de mütebessim, bayrama hazırlanan çocuklar gibi tıpkı. Kalktı, sıra sıra yiğitlere döndü yüzünü, karayağız yiğitlere: “Bre, ne gülersiniz? Tuna suyuyla az söyleşmemiz deliliğimize mi verilmiştir; Umur Beyimiz uzunca akınlarda aklını bozdu diye mi düşünülmüştür?” Tebessümler daha da genişledi, birkaç kısık kahkaha bile duyuldu. “Gülün bakalım” dedi Umur Bey, “Şenlenin bakalım. Gece karasında düşmana vururken de gülebilecek misiniz, şenlenebilecek misiniz?” Sıçradı atına, yuları çekti, düştü binatlının önüne, elini havaya dikti, sonra süratle aşağıya çekti: “Sürün gaziler, haydaaa!” Nal sesleri doldurdu Tuna boyunu, teey karşı kıyısına geçti Tuna suyunun, oradan tepeleri güneşin son lavlarıyla tutuşmuş dağlara çıktı, yankılandı. Şimşek gibi çakıyorlardı, taşlar nalların altında ufalanıyor, kuru yaprakların hışırtısı kuş sesleriyle buluşarak kaynaşıyordu.

Yine binatlılar tutmuştu Tuna boyunu, yine dev gibi ordulara meydanları zindan etmeye geliyor, Yıldırım Han’ın öncülüğünü yapıyorlardı. Çocuklar gibi şendiler. Bayram yerine gider gibi neşe doluydular. Biliyordu Umur Bey, güle güle ölüme atılırken, silâhsız silâha karşı giderken kaç defa görmüştü kaçını, güle sevine son nefeslerini teslim edenleri bile seyretmişti acı soluklanarak. Sonra sonra alışmıştı. Çok sevip saydığı Derviş Baba’nın dediği gibi, ölümün ötesi onları çekiyordu, ötesindeki hayatı özlüyorlardı. Ama yaşarken yapabilecekleri her hizmeti bir tamam yapmaya da can atıyorlardı. Kendisini geçmeye çalışana göz ucuyla baktı, tanıdı hemen. Mertoğlu’ydu. Herkes Mertoğlu derdi ona. “Asıl ismi ne?” diye düşündü bir an, bilmiyordu. Herkes gibi Mertoğlu diye çağırmaya alışmış, başka bir ismi olabileceği aklına gelmemişti. “Heey Mertoğlu!” diye bağırdı sesini nal seslerinin üstüne çıkarmak için, “Mertoğlu, Umur Beyini geçmek mi dilersin?” “Kerem eyle Umur Beyim, niyetim atımı sınamaktır, senin atının namı dillere destan da bakalım dedim…” “Umur Beyimin atını geçebilir miyim, dedin öyle ya, hele sür hele.” Yarışa kalktıkları arkadan fark edilmişti. Bir coşkunluktur sardı binatlıyı.

Kimi Umur Beyden taraf oldu, kimi Meroğlu’ndan. Teşvik etmeye koyuldular: “Yaman Umur Beyim, geç onu, geç!” “Gurban Mertoğlu yiğidim, sür ha, sür!” “Doğrusu ikisi de yaman binici.” “Yaman olmasına yaman, velâkin Umur Beyimin atı kendisini geçirtmez, parçalanır ama geçirtmez. Ben öylesini ne gördüm, ne duydum.” “Doğrusun, velâkin Mertoğlu’nun atını yabana atma, yaman bir şeye benziyor. Baksana, başa baş gidiyorlar.” “Görmekteyim de aklıma sığdıramamaktayım. Şimdiye çoktan arayı açmalıydı. Umur Beyimin atı Karakız. Açamadığına göre zorlu rakibe tosladı demektir. Sahi, Mertoğlu bu hayvanı nereden buldu?” “Önceki gün bir düşman kolunu vurmuştuk ya, ondan yadigâr kaldı. Söyleyip duruyordu, bana iyi bir at yadigâr ettiler, diyordu.” “Bre, düşman demektesin tıpkı da Umur Beyimiz gibi, ama hangi düşman? Buralarda hem düşman bol, hem de sürü sepet baskınımız var. Önceki gün bir değil, üç baskın verdik, biri gün ortasında, ikisi gece. Hangisini söylemektesin?” “Canım, anlasana işte, sonuncusunu söylemekteyim.

Papanın emriyle dünyanın teey öbür ucundan kalkıp bizi vurmaya gelen Töton Şövalyelerine verdiğimiz zorlu baskını demekteyim. Bana kalsa yine düşman deyip geçerim de hani çok bilmiş Kel Sadık var ya, ‘Bunlar Töton Şövalyeleridir, dünyanın teey öte ucundan bizi vurmaya gelmişler’ dedi. Fena bilendim ki, sorma. Sen misin dünyanın öte ucundan gelen; kâfirdir diye yüklendim ha yüklendim. Topunun canı cehenneme be, verdik konuşmaya, yarışı unuttuk, gözden bile kaybettik, sür bre sür!” “Haydaaa, süüür!” İleride kafile durmuştu. Yarış başa baş neticelenmişti. Umur Bey hayretle Mertoğlu’na bakıyor, hayvanını inceliyor, sonra kendi hayvanını süzüyor, başa baş gelmelerine akıl yatırmaya çalışıyordu. Dayanamadı, sordu: “Mertoğlu, madem Mertoğlu’sun, mertçe cevap isterim. Senin hayvanın benimkini nasıl geçer?” “Geçmedi ki Umur Beyim” dedi, güldü. “Geçti say, başa baş gelmeyi becerdi ya, geçebilir de. Belki bana hürmetinden geçmemişsindir.” “Yok beyim, atımı fazlaca zorlamak istemediğim için geçmedim.” Umur Bey has has baktı: “Yani geçebilirdin ha?” “Evelallah beyim, bu hayvan Töton Şövalyelerinin başının hayvanıdır. Herifi yıktığımda etrafında dönüp durması ve türlü numaralar yapması dikkatimi çektiydi, bu hayvanda iş var dediydim, aldanmamışım.” Umur Bey keçe külahını yere çaldı: “Vay ki şövalyelerin atı bunca yaman olur, zorları nedir heriflerin? Atları yaman, pusatları yaman, peki ne diye arkalarına bakmadan sıvışırlar?” “Çünkü Umur Beyim, gendileri yaman değil.

İşbaşı gendin yaman olmakta, at da pusat da biraz fayda verir, velâkin işin büyüğü insanın yüreğindedir. Pek olmalı, daha da mühimi ölümden perva etmemeli.” Umur Bey dağlara döndü. Gün kavuşuyordu, tepelerdeki kırmızı gülücükler silinmişti. “Madem durduk, mola verelim. Hem azıcık dinlenir, hem namazlarımızı kılarız. Mukayyet olun, ne olur ne olmaz, civar kâmilen düşman kaynamakta.” Binatlıdan biri, gencecik biri, henüz bıyığı çıkmış bir delikanlı çekingen sesiyle: “Umur Beyim” dedi. “Bunca insan nereden çıktı?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir