Yavuz Bahadiroglu – Boslukta Yurumek

Bel kemiğine çömelen ağrıyı ürkütmek ister gibi hızla doğruldu, bir kolunu kazmanın sapına dayayarak gerindi, öylece köyden yana baktı. Yukarıköy, tabiatın yeşiline sarınmış terliyordu. Kestane püsküllerinin kokusu ıhlamur çiçeklerinin kokusuna karışmış, her yer baharın büyüleyici güzelliğine banmıştı. Yukarıköy’ü Aşağıköy’den ayıran dere uzun ıhlamurların siperinde kayıptı, görülmüyordu. Ama Ali için bu köyde meçhul yoktu, her karış toprağı avucunun içi gibi biliyor, tanıyordu. Avuçlarına baktı. Günlerce yağmur yüzü görmemiş toprakları andırıyordu. Çatlak çatlak ve kup kuru. Sürekli kazma sallamanın, balta kullanmanın, toprakla uğraşmanın katmerli nasırları göz göz; vakitsiz yaşlanmış, zamansız kartlaşmış köylü eller. Yer yer taze kabarcıklar, sarımsı şeffaf. Sonra tekrar dereden yana aşırdı gözlerini, “Suyu ak paktır şimdi,” diye düşündü, “taşların arasında köpürerek şırıl şırıl yuvarlanıyordur. Kıyılarında yabanî çiçekler boy atmıştır, bazı bazı sazlıklar meydana gelmiştir.” Üstündeki kestane köprüyü hayalledi. Geçen yılki selden sonra kurmuşlardı. “Şimdilik yerli yerinde, belki kor10 Boşlukta Yürümek haluklarından birkaçı sökülmüştür, biraz da yamulmuştur belki, nepsi bu kadar.


” Derenin kaç kere köprüyü alıp götürdüğünü hatırlamıyordu bile. O kadar çok ki. Birkaç gün durmadan yağmur yağıyor, dere bir bulanma bulanıyor, bir yayılma yayılıyor, bir kudurma kuduruyor; öfkeli soluklarla hamle üstüne hamle ediyor köprüye; koparıyor, acımasız kıskacında sürükleye sürükleye götürüyordu. Ne köylünün emeğini dinliyordu,.ne alın terini, ne masrafını, aldı mı götürüyordu Karadeniz’in sonsuzluğuna doğru. Sonra enkaz halinde kıyıya vuruyordu. Aşağıköylüler yakmak için topluyorlardı kırık dökük ağaç parçalarını. Ardından yeni bir köprü kurma çalışmaları başlıyordu. “Bir beton köprü otuttmalı,” diye geçirdi içinden, “ama önce bir şose vurmalı kasabadan teey Yukarıköy’lüye. Otomobilleryolboyu homurdanarak gitmeli gelmeli, gelmeli gitmeli ki, destan olup söylenmeli.” Aklı erdiğinden beri istiyordu bunu, sağa sola sormuş danışmıştı da. “Olur olmasına amma” demişlerdi, “muhtar olacak adamın kolları sıvaması lâzım. Bu işler başıbozukça yürümez, hele bir askerliğini bitir hayırlısıylan, hele bir dön köyüne, bir de muhtar ol, vur vurabildiğin yerden yolu.” İlle muhtar olmak lazımsa olurum,” dedi yüksek sesle, “ille askerliği bitirmek lazımsa bitiririm, hayırlısıylan bitirir gelirim, çıkarım köy milletinin karşısına, yolunuzu yapacağım beni seçin derim. Canlarına tak demiş yıllar yılı.

Bir hastan olsa sırtında götüreceksin, yolda ölmezse ulaşırsın doktora, köy yerinde hayat zordur.” Tam kazmanın sapına yapışmışken durdu. Kara bir hayal gelmiş çakılmıştı gözlerinin önüne. “Ha, MimaroğJu Süleyman” dedi içinden, “muhtarlığı kaptırmaya hiç mi hiç niyeti yok. Kıran kırana savaşır. Savaşsın, bende savaBoşlukta Yürümek 11 sırım, o zenginse ben gencim, onun beslemeleri varsa benim pazularım var, çeker alırım muhtarlığı elinden Allah’- ın izniyle.” Azıcık düşününce, bunun zorluğunu anladı. Mimaroğlu Süleyman’ın elinden muhtarlığı çekip almak deveyi hendekten atlatmaktan da zordu. Bir kere para çuval çuvaldı adamda. Köylü böyle derdi: “Adamda para çuval ilen, saymaya gelesi değil, kullanmaylan bitesi değil.” Servetin kökü, büyük dedesine kadar uzanıyormuş. Güya dedesi padişah sarayında mimarbaşı imiş. Köprüler kurmuş, hanlar, hamamlar yapmış; padişahın gözüne girmeyi becermiş. Bir gün açmış padişah hazine dairesini, mimarbaşıyı yığın yığın altınların içine sokmuş. ‘ ‘Al dilediğin kadarını,” demiş.

O da deve yükü mü, katır yükü mü ne altın almış. Bu birinci rivayet, daha doğrusu Süleyman’ın söyleye geldiği. İkinci rivayet başka çeşit. Adam mimarbaşı filan değilmiş de seyis imiş sarayda. Çıkan bir kargaşayı fırsat bilip sarayı yağmalayanların arasına katılmış, kapabildiğini kapmış, gelmiş köyüne. Zaman harp zamanı. Gidip de dönmeyenlerin arazilerini satın almış, yok pahasına. Topraklarını Aşağıköy’den Yukarıköy’e doğru uzatmış, genişletmiş. Sonunda ölmüş gitmiş ya, topraklar da, servet de sağ kalanlara intikal etmiş. Gele gele Süleyman’da toplanmış. Adam senelerin muhtarı. 950’de Demokratlar iktidara gelince, Mimaroğlu’nur muhtarlığı bitmişti, ama 60’da Halkçılar dönünce yine al mıştı. O gün bugün yürütüyor muhtarlığı, daha doğrusu muhtarlığı yürütüyor görünüp işini yürütüyor. Kimsenir de gıkı çıkmaz. Göze alamazlar Süleyman’la didişmeyi kolaylıklan.

Ali tekrar işe koyuldu, kazmanın sapına yapıştı, Mima roğlu’nun karanlık hayaline doğru salladı hırsla, vurdu h; vurdu; on sekiz yaşın verdiği taze güçle dadandı kök sök 12 Boşlukta Yürümek meye, “Anam sevinir,” diyerek, “aferin oğulcuğuma, ne işler de becermiş,” der diyerek. Anasını hatırlayınca sevimli sevimli güldü. Yaman kadındı. Yılların yıkıcı fırtınasına dul haliyle göğüs gere gere kocamış, kula kul olmamak için, hele de Mimaroğlu’- nun avucuna bakmamak için yerine göre erkekçe, yerine göre kadınca her işe koşmuş, koşa koşa yıpranmıştı. Babasızlık çektirmemişti Ali’ye, birçok babalılardan iyi büyütmüştü. Yaşlıydı yaşlı olmasına, fakat yaşının çökmüşlüğünde değildi—diri, canlı, yeni gelinler gibi. Köylü severdi onu, sayardı da. Büyük küçük herkes “Hala” derdi, “Münevver Hala.” Oğlunun üstüne titriyordu. On sekizinde bir erkek değil de hâlâ sekizinde bir çocuk gibi görüyordu Ali’yi. Sevgi dolu bakışlarla okşuyordu gördüğü yerde, “Koç oğulcuğum,” diyordu. “Ali’m, bir tanecik yavrum, koç oğulcuğum. ” Ali’den söz ederken porsumuş yanakları ala banardı, gözleri sevgi ışığına boğulur, kelimeleri üst üste bindirir; ikiler, üçler, yığardı yığabildiği kadar cümlelerin içine. “Ali’m bi tanedir komşu, bi taneciktir tosunum, koç oğulcuğum. Hemi de güçlüdür, hemi de saygılıdır, bir efendidir, bir efendidir… Okumuş yazmışlar yanında kaç para, kalem efendileri eline su dökemez bi tanemin, Ali’min.

Yangındır anacığına komşu, Ali’m, anacığına yangındır.” Yangındı anasına, yalnız anasına değil, bir de teyzesinin kızı Fadime’ye yangındı. Beşik kertmesi gibiydiler. Ama neye yararmıştı sanki beşik kertmesi olmak? Hiç. Teyzesi kadın kafasına kalem efendisini takmıştı bir kere. “Bı tanemi kalem efendisine vereceğim, köy yerinin çilesini çekmesin anası gibi,” diyordu. Ali’nin annesi bu sözü ilk duyduğunda iyice bozulmuştu, bozulmuştu da bir güzel azara tutmuştu kızkardeşini: “Hay körolasıDürds- Boşlukta Yürümek 13 ne! Hay deli kız! Nah şu duvara çiziyorum. Dediydi dersin, nasd oldu da bildiydi dersin. Şu ablam Münevver evliya kısmına mı karıştıydı dersin. Aklında bulunsun Dürdane, köy kızı köyde kalır, ötesi yok. Senin gibi kaç ana böyle tatlı rüyalar görür, bilir misin, kaç ana?” Ama Fadime’nin annesi takmıştı işte, ille bi tanesini kalem efendisine verecek, verecek de rahat ettirecek. Acaba bu fikir nereden geliyor kadına? Aklına düşmesiyle Mimaroğlu Süleyman’ın mühendis mektebinde okuyan oğlunu hatırlaması bir oldu. Hatırla- masıyla kazmayı öyle bir indiriş indirdi ki kökün en çapraşık yerine “çat” etti kırıldı sapı, hırsla fırlattı bir köşeye. “Boşuna mı?” dedi yüksek sesle, “Fadime’nin babası Mimaroğlu’nun semtinden ayrılmıyor, boşuna mı kuyruk gibi takılmış ardına, sanki kuyruk. Töbeler olsun, var işin içinde bir iş.

Peki boşuna mı Mimaroğlu durup dururken Fadime’nin babasını korucu yaptı?” Yavaş yavaş şekilleniyordu herşey. Şimdiye kadar mânâsız bulduğu, üstünde durmadığı noktalar ağır ağır önem kazanıyordu. Teyzesinin “ille de kalem efendisi” diye tutturması, ihtiyarın—Fadime’nin babası—korucu olup Mimaroğlu’na sürtünmesi, Fadime’nin bile eskisi gibi evlerine sık uğramaması. Oluyordu birşeyler. Kendisine de yangınını içine gömmek kalıyordu kala kala. Başka ne yapabilirdi ki? Mimaroğlu Süleyman’ın oğlu Kemal mühendis mektebinde okuyordu, birkaç yıla varmaz kalem efendisi olup dönerdi köye. “Demek teyzem olacak kadın kalem efendisi derken aklından onu geçiriyor, vay başıma, vay ki nasıl vay!” Yaz tatillerinde köye geldiği sıra ellerini arkasına bağlayıp köy meydanında bir dolanması, Istanbul ağzıyla bir konuşması vardı ki, Ali dişlerini sıkaraktan geçerdi yanından, bulaşmamak için de elinden geleni yapardı. Yine de Fadime’ye laf attığını duyduğunda kendi14 Boşlukta Yürümek ni kaybetmişti. Köy meydanında Kemal’i yakalamış, eyvalla dedirtinceye kadar çiğnemişti. Zevklendi aklına düşünce. “Oh olsun! Köy kızlarının, hele de hele Fadime’nin başına tebelleş olur musun bir daha?” Uyuz oğlan, sünepenin teki filan derlerdi köy yerinde, ama ne olursa olsun, okumuştu işte. Ali de okumuş olsa, Dürdane Teyzesi kalem efendisi derken onu hayallerdi mutlaka, kızını da gönül rızasıylan, tel duvak gelin verirdi. Şimdi büs bütün zordu artık, zorun ötesinde imkânsız görünüyordu. Dürdane Teyze kafasına Kemal’i koymuşsa işi bitikti Ali’nin. Canı çıkıktı hulkundan, ebedî kavuşamayacaktı yavuklusuna.

Ah, “Köy yerinde okuyup da ne yapacaksın oğul!” demeseydi anası, “Sarıl kazmanın sapına, koca gövdeli ağaçları yık ha yık, ek fındığını, çayını, çayırını, gül gibi geçin git oğul; toprak kendine bakana bakar ay oğul, koç oğul” demeseydi. Kenara fırlattığı kırık sapı aldı, evirdi revirdi. Burasını kazmaya başlayalı beri kırdığı kaçıncı sap olduğunu düşündü, o kadar çok ki bulup çıkaramadı. İşin kötü yanı sap yapmak için evde kuru meşe yarması da kalmamıştı. Kalsaydı Topal Ismayil Dayıya götürür, “Dayı, yine kırdım, sevabına yapıver” derdi, Ismayil Dayı da yapardı üşenmeden. “Kerata, senin pazulara sap neylesin, demir- den yapmalı, tutuşturmalı eline, o zaman tarlaya sağlam götürdüğün gibi sağlam getirirsin!” Kırığı fırlattı köyden tarafa, yere düşünceye kadar ardından baktı; sonra elerini oğuşturdu. Acıyordu elleri, bazı yerlerinde Ntaze kabarcıklar çıkmıştı. Hep böyle olurdu, hep. Önce kabarır, ardından patlar ve nihayet nasırlaşırdı. Zamanla el, Vl olmaktan çıkar, bir köseleye dönerdi, dokunduğu yerin sert mi, yoksa yumuşak mı olduğunu bile zor çıkarırdı insan. Yine Süleyman düştü aklına, şehirden şehire sefer yapan iki kamyonu, kasabadaki bakkal dükkânı, tarlaları, Boşlukta Yürümek 15 beslemeleri ve oğluyla birlikte. “Hep dedesinden kalma” dedi içinden, “mimar veya arabacı, ne farkeder? Deve yü- kü altınla köyüne döndü mü, ona bakmalı. Bizim dede nerelerde idi acaba o sıralar?” Herhalde kör boğazını doyurmak için kök söküyordu, tıpkı kendisinin şimdi yaptığı gibi. “Yok be, böylesi de- ğil. Anam kaç kere anlattıydı.

Yemen muharebesinde şe- hit düştü adamcağız, derin hoca imiş, hocalığına bakma- dan gönüllü yazılmış muharebeye, gitmiş. Gidiş o gidiş, dönüşü yok. Canına bin rahmet, gani gani rahmet olsun. Şehit torunu olmak da az şey değil, değil ama yine de Mimaroğlu Süleyman gibi elleri cebinde dolanamıyor insan, oğlu Kemal gibi de büyük mektebe gidemiyor, gidemeyip kalem efendisi olamıyor, olamayıp Fadime’yi alamıyor.” Allah şahit, Süleyman’ın parasında pulunda gözü yoktu. Asıl içerlediği Kemal’di. Süleyman’ın “Kel, keleş oğlu Kemal.” O züppenin her yaz köye gelmesiyle tüyleri bir diken oluş oluyor, yüreğinin yağı bir erime eriyordu ki. “Okuyorsan oku,” diyordu. “Kimsenin bir diyeceği yok buna. İstersen kalem efendisi ol, istersen candarma kumandanı. Velakin köy kızlarının başına tebelleş olma, adam gibi gez, dolan köy yerinde, herkes nasıl geziyorsa öyle. Sarhoş ağzıyla naralar atıp masum kaçıkların adını kötüye çıkarma, köyü lekeleme. Bütün kasabada rezilliğimizi çıkardı, Yukarıköy’lüktenim dedin mi o saat bakışıp işmarlaşmaya başlıyorlar, buna can dayanmıyor ki, erkekliğe de sığmıyor ki, neresine koysan sığmıyor.” Kendisinden üç yaş büyük olmasına bakmadan Fadime için ileri geri söyledi diye köy meydanında yuvarlaya yuvarlaya bir dövdü ki, dillere destan.

Fiyaka atarken meydanda yanına sokuldu evvela. “Böyle böyle dediğini duydum Kemal, doğru mu?” diye sordu. Demedim dese. bırakacaktı. Ama “N’olmuş yani, bir yerine mi dokundu?” 16 Boşlukta Yürümek dedi. Demesiyle Ali patlattı yumruğu, Kemal yeri kucak- ladı. Herhalde sarhoştu, yoksa ilk yumrukta yere serilmez – di. Toplaştılar, evire çevire dayaklayışını seyrettiler, seyre doyunca da ayırdılar. Anası Münevver Hala duyduğunda telaşlandıydı iyiden iyi. “Etmeseydin oğul hiç el kızı için kavga edilir mi? Anası var, babası var, bize gelene kadar, ohoo!” Anasına verdiği cevabı bütün tazeliğiyle hatırlıyordu: ‘ ‘Bir yumrukta yıkmak yiğit işi ana, oğlunla övüneceğine dövünüyorsun. Şu halini gören de dayağı benim yediğimi sanacak. Ana yıktım onu, bir yumrukta hem de. İnanmıyorsan Sağırın Mustafa’ya sor, Kulaksızın Şakir’e sor, Temel’e sor ana, yıktım dedim. 3ir yumruk, yallah yere! Bekledim ki kalksın ana, kalkmadı itoğlu, dikildim tepesine. Ne dedim, biliyor musun ana? Hani Hazret-i Ali cenklerini anlatırsın ya, hani orda mübarek Hazret-i Ali, kâfirin karşısına geçip, ‘Hamle yâ kâfir!’ diye nâra atar ya ana.

Aynını yaptım ben de: Hamle ya kâfir dedim, kımıldayamadı bile, ezdim o zaman; evirdim, çevirdim, ezdim.” “Süleyman’ın kolu uzundur oğul, sana bir iş ederse? Gül oğul, babanla barışık değildi o, zaten oldu olası diş biliyor, babana hiç geçiremezdi dişini, bu yüzden düşman kesilmişti.” “E, ana, ne edebildi?” “Hiç oğul, hiçbir şey edemedi.” “Bana da hiçbir şey edemez, sen gönlünü serin tut, oğlun yiğittir ana, Süleyman gibilerine pabuç bırakmaz, evelallah!”. \ “İyi de oğul, nene lâzımdı kavga?” “Ana, biliyorsun Fadime için söz çıkarmıştı, fol yok, yumurta yokken. Ben Fadime’nin halini bilmez miyim, Boşlukta Yürümek 17 sen bilmez misin ana, namusuna toz konduruculardan mıdır hiç?” “Olsun, yine de bize ne? Babası var. Süleyman’ın eteğinde koruculuk yapacağına bi tanesini korusun, namusuna mukayyet olsun.” “Deme böyle anam, kurban olduğum, deme! Biz yabancı mıyız ki Fadime’ye. Babası koruyamıyor diye kenarda durmak yaraşır mı yiğit olana. Hem ana, Fadime için dövüştüm.” Bilgiç bilgiç başını sallayarak sofrayı hazırlamaya koyulmuş ve bir daha konuya dönmemişti anası. Yağmur damlaları kol kol ensesinden içeri girip belkemiğine dayanınca ürperdi. Düşüncelerinden bir çekişte kopardı kendini, gökyüzüne baktı. İyiden iyi kararmıştı. Biraz önceki berraklığın yerine koyu gri gelmişti Böyle olurdu çoğunlukla, memleket rutubetliydi, azıcık güneş çıkar, ardından yağmur bastırırdı.

Heybesini toparladı, koşar adım yola vurdu. Yağmur gittikçe hızlanıyor, şimşek ardı ardına çakıyordu. “Ağaçlıklı araziden bir an evvel kurtulmalı” dedi. “Mektepte okuduğumuz doğru ise yıldırım düşebilir.” Köye ne kadar daha kaldığını anlamak için başını kaldırınca yağmurun ortasında bir siluet jjördü. Başında şemsiye tutuyordu. Koltuk altında bir şemsiye ile bir kabalak sıkıştırmıştı. Biraz yaklaşınca tanıdı, tanımasıyla yüreği hop etti, yanık yanık vurdu: “Kız bu kıyamette nereye gitmektesin?” Fadime, şemsiyenin saçaklarından dökülen yağmur sicimlerinin ardında bir peri kızı gibiydi, yahut Ali’ye öyle geliyordu. “Anama Ali, küçük kardeşimle ot kesmeye gitmişlerdi, yağmur bastırdı, şemsiye yetiştiriyorum. Oğlancık zaten hastalıklı, bir de bu yağmuru yerse, yorgan döşek yatar.” 18 Boşlukta Yürümek “Hangi tarlaya gittiler?” “Güneliye, yolu yarıladım sayılır, akıl edip de sizin mezreye canlarını atsalar ıslanmaktan kurtulurlar.” Ali hiç düşünmeden heybesini uzattı, itirazına fırsat vermeden koltuğuna kıstırdığı şemsiye ile kabalağı çekti aldı. “Ben götürürüm, sen köye dön, heybeyi bizim eve bırak.” Mahcup mahcup gülümsedi. “Zahmet olacak.

” “Ne zahmeti Fadime, hiç zahmet olur mu? Dediğimi yap, köye dön, bir koşu ulaştırırım ben, tasalanma.” Fadime’nin başı yere indi, yer çamura kesmiş, vıcık vıcıktı. “Sağol,” diye mırıldandı. Aksi istikametlere doğru uzaklaştılar. Ali koşmuyor uçuyordu. Ayağındaki lastikler ikide bir çamura saplanıp çıkmasalar kendini havada sanabilirdi. Bir ıhlamur altına siperlenmiş buldu ana oğulu. Nefes nefese yanlarına gitti, şemsiyeyi, kabalağı uzattı. “Keşke bizim mezreye sığınsaydınız,” dedi birşey söylemiş olmak için, “iyi korunurdunuz.” Teyzesi uzatılanları aldı, kabalağı kendi örttü, şemsiyeyi oğluna verdi. \ “Hiç yoktan iyidir,” dedi, ‘sağol yiğenim. Nereden bildin ki burada olduğumuzu?” Ali ezildi büzüldü, gözleri önüne düştü. “Fadime getiriyordu da,” dedi ıslak ıslak, “yolda rastlaştık, aldım ben getirdim.” Derinden derine bir bakıştır attı Ali’ye şüpheyle tozlanmış, bulanık bir bakış. Yine de, Boşlukta Yürümek 19 “Sağol,” dedi, “eyi ettin.

Madem gidelim anık, bu yağmur gecesi değil, akşam yağmuru ki, sabaha kadar yolu var, dinme bilmez gayri.” Ali önlerine düştü, yürüdüler. Hava toprak kokuyordu nemli nemli, mis gibi. Her yağmurda koktuğundan biraz fazla limonî, mayhoş. Bu kokuyu pek severdi Ali. Soluklandıkça, toprağın içine doluştuğunu sanırdı, toprakla bütünleştiğini hisseder, zevklenirdi. Şimdi ise zevklenemiyordu. Toprağın kokusunu bile doğru dürüst soluklanamıyordu. Buzlu düşünceler beyninin tırtıllarına sokulmuşlardı. “Fadime’yi vermezler bana, dünyada vermezler. Anamı gönderip istetmeyeyim diye peşin peşin kalem efendisi der tuttururlar. Sanki ne var kalem efendisinde? Sanki efendilik kalemin ucuna mı sarılı? Biz de ilk mektebi okuduk ya, ağaçların nasıl yıldırım çektiğini belledik ya, yetmez mi?” Ellerini cebine saldı. Islaklık tenine değdi, ürpertti. İçindeki buzulu atmak için ılık düşüncelere sığındı: “N’olur sanki razı gelse anası. Fadime’nin anası, razı gelse, yiğenime kızımı verdim gitti, mübarek ola, dese.

Niye demesin sanki, kıyamet kopmaz ya demeynen, dünya yıkılmaz ya. Daha bir iyi olur herşey; daha çok çalışır, taşı bile söker, çay ekmeye, çim ekmeye davranırım. Geçinir gideriz işte, dünya geçim dünyası değil mi?” Yok, bu düşünceleri de sıcak bulmadı, içinin buzulunu çözmeye yetmiyordu, aksine daha beter ürpertiyordu. Olmadık şeylere takılmak hayır getirmez derdi anası. En iyisi teyzesinin ağzını yoklamalı, olup olmayacağını anlamalıydı. Belki Kemal’i köy meydanında haşladığından bu yana fikrini değiştirmişti, belki kızı için tehlikeye atıldığını duyunca kalbi yumuşamıştı. “Teyze.” 20 Boşlukta Yürümek “De Ali.” “Niye Fadime bu kıyamette yola düşer, dayım nerde peki?” “Bilir miyim nerde? Mimaroğlu Süleyman nerdeyse orda herhalde, eve de uğradığı yok, tek başımıza kaldık Fadime’ylen. Kadın halimizle bunca işi çeviriyoruz da erkek olacak, bir gün sormuyor ne halimiz var, nasıl oluyor diye. Çektiğimi ben bilirim, ne çektiğimi, deşme oğul.” Ali çakıldı olduğu yere, fırsat bu fırsattı; döndü yüzünü: “İstersen yardım ederim teyze, çekinmeden ne işin varsa söyleyebilirsin. Fadime evinde oturmalı bundan böyle, artık çocuk değil, ardından laf düşürürlerse…” Sözün gerisini getiremedi, kadın öylesine dik bakmaya başlamıştı. Yutkundu ve sustu. “Yürüsene, yağmur altında dinelmek de neyin nesi.

Kızımın anası benim, sağlığımda kimse yan bakamaz, kınalı kuzum için kimse ağzını açamaz.” Ali içinden geçeni attı orta yere: “Senin kınalı kuzunu eloğlu ceylan gibi görüyor.” “Gözleri çıksın!” diye aksilendi kadın. “İnşallah gözleri çıksın, kem gözle bakanların, ardımızla laf edenlerin. Ben bi tanemi kalem efendilerine saklıyorum. Şu çektiğim rezilliği çekmesin diye, köy yerinde pes perişan olmasın diye. Öyle her önüme çıjkanı damat edinip kabullenmem. Kimse kendine yakıştjırmasırı, önce kalem efendisi olup sonra gelsinler bakalım. Hadi, hadi fazlaca konuştuk, yürü.” /. Yürüdü. Nereye bastığını bilemeden yürüdü. Can evine bir s;\ri uçlu, en sivri uçlu hançer batmıştı, kan oluk oluk içine akıyordu. Boşlukta Yürümek 21 Bir daha ağzını açmadı. Sel ırmak ırmak olmuştu evle- rin arasında.

Tek kelâm etmeden evinin yoluna saptı. Dürdane Teyze alaylı seslendi ardından: “Anana selâm söyle.” Hırsından önüne çıkan taşı tekmeledi, ayağı müthiş acı- dı, ama dişini sıktı. Kapıya gelince yıkıldı yıkılacak duran evine baktı. Bu eve kim kızını gelin vermek isterdi? Büs bütün rüya idi gördüğü, renkli başlamıştı, renkli başla- mıştı ya, kısa süre içinde kâbusa dönmüştü. Anası pencereden gözlüyordu. Oğlunu farkedince kop- tu, attı kendini yağmurun koynuna. “Nerelerde kaldın be uşağım? Hava haniyse kararacak. Yağmur ip ip içime sızdı, sonra gözyaşı oldu yanaklarım- da aktı, ha oğul, nerelerde kaldın bu vakit?” Çekti kolundan, eve soktu. “Şimdiye kadar dışarda kalınır mı hiç? Ah oğul, ciğerimin bin parçası, yağmurdan korkmasaydım alırdım elime şemsiyeyi, dalardım çamur deryasının ortasına, bata çıka yürür, yetiştirirdim.” Durgun duruyordu Ali. ‘ ‘Fadime’ye rastladım da yolda, anasına yağmurluk götürüyordu, acıdım.” “Anlattı kızcağız. Geldi anlattı, anlatana kadar yüreğimin yağı da eridi. Oğul, onu sırtında heyben olduğu halde görünce içim bir tuhaf hoplama hopladı, ciğer köşemin başına birşey mi geldi diye bir korkma korktum.

Neyse, iyi ettin de yarı yoldan çevirdin kızcağızı, iyi ettin, velâkin adamakıllı da ıslandın oğul. O Dürdane olacak kalem efendisine vurgun teyzen bari bir sağol dedi mi sana?” “Dedi ana, selâm da söyledi.” “Selâm Allah’ın selâmı, almamak olmaz, ama kızgınım oğul, say ki Dürdane, kardeşim değil, düşmanım.” 22 Boşlukta Yürümek Niçin kızgın olduğunu biliyordu Ali, bildiği için de üstelemedi, oturmaya davrandı. “Dur!” diye bağırdı anası. “Oturmak olmaz, ıslık iken oturdun mu bir daha kalkamazsın. Marazın büyüğü insanı ıslak halde yakalar, bir daha da yakasını koyvermez, artık teneşir paklar. Önce geç değiş oğul. Canı rahmetli baban da bir akşam suları böyle vıcık vıcık geldiydi, değiş dediydim, ama dinletemediydim. Kazaklığa hevesliydi canı rahmetli, lâfımı dinlememeyi marifet sayardı. Çamaşır değiştirmedi, belki sırf ben dedim diye kulak ardı etti.” Sustu birden. Nefes nefese ölüm acısını soluklandı, yüzü allak bullak oldu. Tel tel yüreğinde yaraydı kocasının ölümü, hayatının en yokuşlu döneminin de başlangıcıydı. Yıllardır bu yokuşu tırmanıyordu, ıhlaya ıhlaya, soluk soluğa.

Tık nefes olmuştu yıllardır, oğluna sezdirmemeye çalışıyordu ya, bitmişti. Bitişik odaya doğrulan Ali’nin ardından sönük sönük baktı. “Yiğit oğlum benim,” dedi, “babasına çeken oğlum, tosunum.” Ali kuru çamaşırları üstüne geçirirken babasını düşündü. Öldüğünde henüz üç, dört yaşlarında bir çocuktu. Esmer mi, sarışın mı olduğunı)ı dahi hatırlamıyordu şimdi. Hatırladığı tek şey çok uzun/boylu olduğu, bir ıhlamur gibi uzun ve dik. Omuzları üstüne oturtur, gezdirirdi. Babasının omuzları üstünde iken kendini çok yükseklerde sanırdı, belki bu yüzden babasının uzun boylu olduğunu kurmuştu. Büyüdükçe babasızlığın acısını artarak duymuş, kulaklarında hep yoksulluğun canhıraş feryadı yankılanmış, MiBoşlukta Yürümek 23 maroğlu Süleyman’ın Kemal’i yeni elbiseleri içinde her görüşünde ciğerinden birşeylerin koptuğunu hissetmişti. “Şimdi de Fadime’ye takmaya kalkınca, çocukluktan kalma kıskançlık bütünüyle beynimi zonklattı ha, olur mu acaba?” Döndü. Anası sofrayı kurmuştu bile, başına çöktü. İsteksizce salladı kaşığı, tembel balıkçıların denize kepçe sallaması gibi, gönülsüzce. “Yemiyorsun Ali’m, yoksa babana yapışan o illet, hani ıslaklıktan kelli. Allah yazmasın, yazdıysa bozsun, yoksa oğul, yoksa niçin yemezsin gülüm çorbayı?” Kaşığı büs bütün bıraktı, annesinin endişeyle karışan yüzüne gülümsedi: “Yok birşeyim hamdolsun ana, sapa sağlamım.

” “Yemedin ama. Ne demiş atalarımız, can boğazdan gelir dememiş mi? Bir kör boğaz için değil mi bunca zahmet, bunca eziyet.” “Ana!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir