Yavuz Bahadiroglu – Osman Gazi

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu, beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vakıalarından biridir. Grenard Bir atlı doludizgin Kayı Han Aşireti’nin içine daldı. Ardında yumak yumak bir toz bulutu bırakarak doğru Ertuğrul Bey’in önüne gitti. Gırtlağına sığmayan yorgun soluğunu bir cümleye sığdırdı: “Tepenin ardındaki yazuda [düzlük] cenk var beyim!” Ertuğrul Gazi’nin bir tarafında Yahşi Hoca, bir tarafında kardeşi Dündar Bey vardı. Sohbet ede ede yürüyor, sanki uzun süren göçün tadını çıkarıyorlardı. Karşısında duran Gazi Abdurrahman’ın kavruk yüzü tozdan büsbütün kararmış, gözlerindeki zekânın şavkı büsbütün artmıştı. “Kimler olduğu belli mi Gazi Abdurrahman?” “Belli Ertuğrul Beyim.” dedi. Atından aşağı inip dizini yere vururken göğsünü de yumruklayarak aşiret beyini selamladı: “Bir taraf ‘Lu, lu, lu!’ şeklinde savaş narası atarken, diğer taraf ‘Allah, Allah!’ zikriyle cenk eder. Belli ki bir yanda Selçukîler, öbür yanda Moğollar var. Bunun tedbiri n’ola?” Ertuğrul sağ elini havaya kaldırdı: “Göç dursun! Çadırlar kurulsun!” Çadırı kurulur kurulmaz aşiretin ileri gelenleri toplandı. Gazi Abdurrahman, Samsa Çavuş, Turgut Alp, Saltuk Alp, Akça Koca, Konur Alp, Yahşi Hoca diz dize bağdaş krurp oturdular. İlk söz Yahşi Hoca’ya verildiğinde, ak bulaşık sakalını çekiştire çekiştire söze başladı: “Bu cenk işidir Ertuğrul Beyim. Cenk işi cenk adamlarıyla konuşulur, iş ehline sorulmalı, buyrulmuştur. Biz bu mevzuda ehil sayılmayız.


” Yahşi Hocanın mütalaasını böylece alan Ertuğrul Gazi, Akça Koca’ya döndü. “Koca yiğit, sen ne dersin?” “Beyim, evvela malûmatı bir tamam almalı değil miyiz? Gazi Rahman kardaşım cengi ne cihette görmüştür? Galip ile mağlûp belli midir?” Gazi Abdurrahman “Bellidir,” diye cevap verdi, “Mongol kötü yüklenir. Çingiz takımı, Selçuklu’nun soluğunu kesmiş görülür. Zafer Mongol hesabına yakın görülür.” “Bu hesapça,” diyerek tekrar söz aldı Akça Koca, “bizim 400 kılıçtan ibaret olduğumuzu da düşünürsek, mağlûp tarafa, yani Selçuklu’ya kuvvet verirsek onlarla Mongol bizi dahi silip süpüreceğinden, ben, cengi görmemiş gibi yapıp yola devam edelim, derim!” “Ya senin reyin ne cihette Saltuk Alp?” Saltuk Alp rahatsızlıkla kımıldadı. Omuzları sualin ağırlığı altında ezilmiş gibi çökmüştü: “Göçüp gidersek Mongol bir gün bunu anlayıp, ‘Vay ki siz müşkül vaktimizde ırak duranlardansınız!’ demesiyle bizi de kılıca lokma etmesi bir olmaz mı? Celâlüddin Harzem Şahına yardım ederken zaten Mongol’u fena kızdırmışız. Celâlüddin’in ölümüyle buralara gelip İklim-i Rum’da [Anadolu] yurt tutmaya niyetlenmişiz. Görünen o ki, Mongol, Harzem’i silip süpürdüğü cihetle Selçuklu’yu da silip süpürmekte. Bu kargaşa bizi de yutmadan Mongol’un gözüne girmenin çaresini bulmalıyız!” “Yani?” diye sordu Ertuğrul Gazi. “Yani beyim, cenkte Mongol tarafını tutmalıyız!” Ertuğrul Gazi, sabırsızlıkla elini dizine şaplattı: “Bre siz ne dersiniz? Biz Müslüman oğlu Müslüman’ız. Hem de Oğuz’un Günhan kolundan olmağılen Selçuklu kadar Türkmen’iz. Dinimizden ve dahi soyumuzdan biri Mongol putperestinin kılıcına lokma olurken bize ne çekip gitmek yaraşır, ne de Müslüman dururken Mongol’a yardım etmek… Yerimiz Selçuklu’nun yanıdır. Kader bu yolda yok olmak yazmışsa alnımıza, şerefle, izzetle yok oluruz. Bizi vatanımızdan sürüp çıkaran, yeryüzünde Müslüman, hele hele Türkmen bırakmamaya andı olan Çingiz askerine yardımda dinin gayreti yoktur. Din gayreti, Müslüman’ın Müslüman’a yardımında vardır.

Cenk davulu vurulsun. Kadınlar, çocuklar ve kocalar burada kalsın. Allah nasip ederse döner alır, göçümüze devam ederiz.” Karar böylece çıktı ve çıkan karara herkes uydu. Dört yüz kişi tek bir kılıç gibi birleşip tepeyi aştı. Savaşın kanlı bir biçimde devam ettiği ovaya uçtu. Selçuklular, arkadan taze Moğol kuvvetleri geldiğini zannedip ümitlerini büsbütün kaybederken, Kayılar yalınkılıç Moğol saflarına hücum ettiler. Selçuk Sultanı Birinci Alâüddin Keykûbâd (1220- 1237), cıva gibi akıcı, ateş gibi yakıcı Kayı cengaverlerinin maharetle kılıç salladıklarını görünce etrafındakilere sordu: “Kim bunlar?” “Bilmeziz,” dediler, “fakat bize dost oldukları yardımlarından bellidir.” “Belli olan bir şey daha var. Cenk ediş biçimlerine bakarsanız görürsünüz. Bunlar bizim din ve soy kardaşlarımızdır. Allah’ın izni ve bunların yardımları sayesinde cenk zaferle neticelendiğinde, beylerini huzurumuzda isteriz, aklınızda bulunsun!” Ve cenk Selçukluların zaferiyle bitti (1231). İki tarafın da çok yorgun ve bitkin olduğu bir zamanda harp meydanına dalan 400 Kayı Hanlı (bir rivayete göre de tam 444), savaşın gidişatını değiştirdi. Keykûbâd çok memnundu. Teşekkür için otağına çağırdığı Kayı Beyi Ertuğrul Gazi’ye samimiyetle soruyordu: “Bir dileğin, bir arzun var mı?” “Sultanım, önce sağlığınızı dilerim, lakin göç vurgunuyuz.

Pederimiz Gündüz Alp’i yol aldı. Beşelerimiz [büyük kardeşler] Sungur Tekin’le Gündoğdu, Caber’den geriye döndü. Aramıza katılmış bazı boylar, pederimizin vefatı üstüne dağılıp her biri bir başka tarafa gitti. Biz 400 çadır kaldık. Hamiyetinize sığınmak için topraklarınıza girdik. Yazın kalabilecek bir yaylağa ve kışın hayvanlarımızı otlatabilecek kışlağa muhtacız. Konduğumuz yeri imar eder, gavur ve putperest şerrinden hudutlarınızı koruruz.” “Nereden gelirsiniz?” “Tey Horosan civarında Merv denir, Mahan denir yerlerden, Sultanım. Bir zaman Celâlüddin Harzem Şah’la bile olup Mongol’a set tuttuk. Celâlüddin babasına çekmedi. Onun gibi Mongol şerrinden korkup kaçmadı. Birçok zafer de kazandı. Lakin kader, bir gün sizinle karşılaşıp yenildikten sonra dağlarda sırtından hançerlenip şehit edildi!” “Böyle bitmesini istemezdik. Hakikaten Celâlüddin Mengübirti, İslam’ın kahraman bir evladıydı. Askerî bir deha olduğunda şüphem yok; lakin siyasî hataları bu neticeyi doğurdu.

Ve böylece Harzem seti yıkıldığından, Mongol topraklarımıza girdi. Tarih belki de, Celâlüddin’le cenk edişimizi iki tarafın büyük bir hatası olarak kaydedecek.” Buruk bir iç çekişten sonra devam etti: “Sana ve aşiretine Söğüt kışlasıyla Domaniç yaylağını dirlik verdik. Bizans hududuna uç beyimizsin. Göreyim topraklarımızı Bizans sergerdesinden, Mongol çudarından ve Katalan eşkıyasından koru. Hacetin oldukta da bize müracaatta gecikme. Ordumuzla Karaca-Hisar Tekfuru’nun [bey, kale muhafızı] isyanını kırmak üzere Karaca-Hisar’a giderdik. Mongol yolumuzu kesti, bizi ziyadesiyle yordu. Fethi sana ısmarladık. Yanına bir miktar da asker vereceğiz. Allah muinin olsun!” Ertuğrul Gazi, Karaca-Hisar’ın nerede olduğunu dahi sormadan huzurundan çıktı. Kendi emrine verilmiş Selçuklu askerlerini alıp yola düştü. Zaten muhasara altında bulunan Karaca-Hisar’ı vurdu, aldı. Fakat konmadı. Selçuklulara terk edip yeni yurdunun yolunu tuttu.

Göç artık bir meçhule gidiş değildi. Hedef belliydi. Aşiret Söğüt’e gidiyordu-Arapların “Saf saf,” Acemlerin “Bîd,” Bizanslıların “Tebazyon” ve Selçukluların “Söğüt” dediği beldeye. Belki kendisi dahi farkında olmadan, Kayı aşireti, bir “devlet-i ebed müddet”in çekirdeğini atmaya gidiyordu. Yok, Ertuğrul farkındaydı. Devlet olacağını rüyasında görmüştü. Belki bu yüzden pervasız, belki bu yüzden o kadar emindi… O gece gökyüzü küme küme yıldızdı. Dolunay altın bir tepsi gibi gök kubbenin ortasına çakılmıştı. Ertuğrul Gazi çadırında uyuyordu. Rüyasında, bir kazanla su kaynatmaktaydı. Sular önce fokurdamaya, ardından taşmaya durdu. Taştı, taştı, derya oldu. Dağları aştı, ovaları sardı, dünyaya yayıldı. Bütün dünya Ertuğrul’un kazanından taşan deryanın altında kaldı. Sabah uyanır uyanmaz, isabetli rüya tabiriyle meşhur birine rüyasını tabir ettirdi.

“Devlet görünür, Ertuğrul Beyim. Kuracağın devlet Allah’ın izniyle dünyanın yarısına hâkim olup, uzun yıllar şan ü şerefle yaşayacak. Torunların devletin hudutlarını genişletecekler, büyük cenkler yapıp muazzam zaferler kazanaraktan yürüyecekler ve bir gün Bizans’ın hudutlarını söküp atmak suretiyle ‘Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan, onu fethedecek asker ne güzel askerdir!’ hadis-i şerifinin müjdesine mazhar olacaklar. Yürü, yol senindir, Ertuğrul Beyim…” Bir zaman sonra Ahi erenlerinden birine misafir gitmişti. Tatlı sohbetin sonunda buzlu şıralar içip serinlediler. Nihayet yatmaya çekildiler. Dergahın hizmetlisi dervişlerden biri, Ertuğrul Gazi’ye odasını gösterdi. “Allah rahatlık versin!” deyip çekildikte, Ertuğrul Gazi bakındı. Yatağının başının ucundaki rafta bir Kur’an-ı Kerim gördü. Dayanamayıp aldı. Niyeti birkaç sayfa okumaktı. Ama satırlar gözlerini mıknatıs gibi çekiyor, okudukça okumaktan kendini bir türlü alamıyordu. Sabah ezanı verilip dergahın hizmetlisi derviş, Ertuğrul Gazi’yi namaza kaldırmaya geldikte, onu, diz çökmüş, Kur’an-ı Kerim okur, yatağını ise bozulmamış görünce hayretini yenemeyerek sordu: “Hiç uyumadınız mı?” Ertuğrul Gazi, ezanı dahi duyamayacak kadar dalmıştı. Şaşkın şaşkın bakındı. Sabahın alacalı şafağını pencerede görünce, sabahı ettiğini anlayabildi.

Kalktı. Kur’an-ı Kerim’i üç defa öpüp başına koyduktan sonra: “Allah Kelâmı karşısında uzanıp yatmaya gönlüm elvermedi, biraz olsun okumak üzere çöktüm ya, vakit çabuk geçti!” dedi. Derviş görüp şaştığı hadiseyi şeyhine anlatmak için acele savuşur savuşmaz, odayı zangır zangır sarsan ve Ertuğrul Gazi’nin tüylerini diken diken eden bir ses duyuldu: “Mademki Benim Kelâm-ı Kadimimi o kadar hürmetle okudun, çocuğun, çocuğunun çocuğu nesilden nesile şanlı ve şerefli olacaklardır.” (Hammer, c. 1, s. 61. Âli ve Neşrî aynı rüyayı Osman Bey’e hamlederler.) Avusturyalı bir diplomat ve oryantalist olan Hammer’in alaycı bir üslûpla naklettiği bu rüya aynen tahakkuk edecek ve Söğüt’te atılan inanç çekirdeği kısa denebilecek bir müddet zarfında neşv ü nema bulup, Ertuğrul Gazi’nin torunları hakikaten tarihe şan ve şeref kazandıracaklardır. Ama bir Garplıdan “Şark tefekkürünü idrak etmesi, hele hele Kur’an-ı Kerim’in mucizelerini kavramasını beklemek” elbette mümkün değildir. * * * Ol vakit ki Ertuğrul 400’e yakın erle Rûm’a [Anadolu] azm itdiler, Sultan Alâüddin-i Evvel bazi a’dâsıyla cenk sadedinde idi. Bunlar dahi göçmel gelüp ittifak Sultan Alâüddin’ün şol hâline yetişürler ki, Tatar, Sultan Alâüddin’i bunaldub sıyayürür. Ertuğrul’un yanında birkaç yüz yarar yoldaş var idi. Ertuğrul eytdi: “Hay yârenler, cenk tuş geldük. Yanımızda kılıç götürürüz. Avret gibi geçüb gitmek erlik değildür.

Elbette şunlarun birine muavenet etmek gerek. Galibe mi muavenet idelüm, yoksa mağlûba mı?” Eytdiler: “Mağlûba muavenet asîrdür. Âdemimüz azdur ve hem yeğine kuvvet dimişlerdür.” didiler. Ertuğrul eytdi: “Bu söz merdaneler kelâmı değildür. Erluk oldır kim, mağlûba yardım idevüz. Hızır gibi bun deminde bîçarelere medet yetişe. Dest-gîr olavuz.” didi. Beyt: Bin hac iderse bulmaya kes ol sevabı kim, Vaktinde çâresüzden ide def’i iztırâb. Pes heman Ertuğrul etbâiyle el kılıca urub bir taraftan ki Sultan Alâüddin’ün mukabelesinde idi, Tatar’a kılıç koydılar. Şahin kargaya girer gibi girüb fî’l-hâl aduvvi münhezim kıldılar. Sultan Alâüddin anı görüb Ertuğrul’a istikbal gösterdi. Ertuğrul dahi etbâiyle inüb Sultan Alâüddin’ün elin öpdi. Sultan Alâüddin dahi Ertuğrul’a hil’ât-i fâhir giydirüb tevâibine ve levâhikine atâlar ve ihsanlar eyledi.

Andan Söğüt nam yiri halkına kışlak ve Tomanîci ve Ermeni tağlarını yaylak virdi. Neşrî

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir