Yavuz Bahadiroglu – Selahaddin Eyyubi

Gece yarısı rüzgârı çadırların arasında yâlelli söylerken Sultan Selâhaddin Eyyûbî uyuyordu. Aylar süren meşakkatli bir seferin biriktirdiği yorgunluğu uykunun dinlendirici kollarında gidermek için, koyun postundan döşeğine uzanmış, Eyyûbîlerin geleceğini düşüne düşüne uykuya dalmıştı. Dışarda nöbetçilerin ayak sesleri vardı: temkinli, hafif, titrek. Sultanı rahatsız etmekten korktukları için de hayli mütereddit. Ay, kâh bulutların arkasında yitiyor, kâh başını uzatıp gecenin karanlığını pembe fısıltılara boğuyordu. Ay’ın bulutların gerisine çekilip karanlığın koyuluğu etrafı sarınca, bir gölge çadırlardan birinin kuytusundan çıktı. Sultan çadırına doğru atıldı. Kapıdaki tek nöbetçiye yürüdü. Sinsi sinsi yaklaştı. Her adımda durup sessizliği dinliyor, bakınıyor, görülmediğinden emin olunca bir adım daha atıyordu. Yeteri kadar nöbetçiye yaklaşınca fırladı. Bir elini ağzına kapatıp diğer elindeki hançeri iki küreğinin arasına gömdü. Bir can titreşerek uçarken zevkten dört köşe sırıttı. Titreşimler bitince elini gevşetti. Cesedin üstünden aşarak çadıra girdi.


İçerde bir yağ kandilinin titrek ışığı ürperiyordu. Sultana baktı. Uykusunda bile heybetliydi. Düşündüğünü yapmak zor olacaktı, fakat yapmalıydı. Büyük Efendi öyle istiyordu. İşin zor yanını halletmişti bile. Bütün iş şu kanlı, şu ucu baldıran zehirine batırılmış hançeri Sultan’ın kalbine, kalbi olmasa da herhangi bir yerine batırmaya kalmıştı. Ondan sonrasını biliyordu. Sultan Selâhaddin Eyyûbî, bir iki çırpınacak ve zehirin kahredici kasnağında tükenecekti. Adam bunları düşünürken gözlerinin önünde Mesyad Haşhaşîleri Reisi Şeyh-ül Cebel Reşidüddin Sinan vardı. Aldığı emir kat’î idi Sultan’ı öldürmesi istenmişti. Karşılık olarak da dünya cenneti vadedilmişti. Dağlar Şeyhinin dünya cenneti dillere destandı. Kendisi sadık bendelerini haşhaşla uyuşturur, rüyâ âlemlerinde işret ettirirdi. Ne ki sapıklıkları Sultan Selâhaddin Eyyûbî’nin kulağına erişmişti.

Saldığı haberde sahte cennetini başına geçireceğini söylüyordu. “Ya tövbe et, yaptıklarına pişman ol, doğru yola gir yahut başına geleceklere hazır ol!” diyordu. İki ay evvel sarp dağlar arasındaki ininden adamlarını salmış, kim Selâhaddin Eyyûbî’yi öldürürse dünya cennetine koyacağını vaadetmişti. Katiller dört koldan cinayete sıvanmışlardı. Sultan Selâhaddin o sıralarda seferden sefere koşuyor, sanki katillere şaşırtmaca veriyordu. Adamın elinde ucu zehirli hançer parıldarken Sultan Selâhaddin kımıldadı. Sanki gaipten bir ikaz aldı. Meçhul bir el dürtüp, meçhul bir ses “Kalk!” dedi. Gözlerini açtı. Açmasıyla üstüne inmek üzere bulunan hançerin soğuk parıltısını görmesi ve yataktan fırladığı gibi katilin eline yapışması bir oldu. “Alçak!” diye çağladı. Boğuşma başlamıştı. Zehirli hançerin herhangi bir yerini azıcık çizmesi demek, ölüm demekti. Katil bunu biliyor, ne olursa olsun, Sultanı azıcık yaralayabilmek için insanüstü bir gayret sarf ediyordu. Fakat Sultanın hayat mumu sönmemiş, vadesi bitmemişti.

Hasmını kıskıvrak yakaladı. Ne yazık ki, dövüşme sırasında hançer hasmının kolunu çizmişti. Bir dakika sonra kaskatı oldu. Nefes almıyordu. Yüzü morarmış, dudakları mânâsız bir sırıtıkla incelmişti. Artık konuşamazdı. Sultan çadırına koşuşanların başında Emir Adil vardı. İnsanın kanını donduran müthiş manzarayı gördü ve bir anda çadırda olanı biteni anladı. Dehşetle bağırdı: “Yine mi Haşhaşîler?” Emir Âdil’in aksine Sultan Selâhaddin gayet sakindi. Sadece boğuşmadan yorulmuştu. “Ortalığı velveleye boğdun, Âdil” dedi çıkışırcasına. “Evet yine onlar. Peki, ama çadıra kadar giriyorlar da niçin kimsenin ruhu duymuyor?” “Çadırın önündeki nöbetçiyi katletmiş, Sultanım, çok sinsi hareket ediyorlar.” “Bilirim,” dedi pöstekiden yatağına oturarak, “bu işlerde rakipsizdirler. Hadi gidin artık ve güzel güzel uyumanıza bakın.

Yakında seferimiz var.” Hiç kimse ağzını açıp “Nereye gidilecek?” diye sormadı. Sultan istese söylerdi. Söylemediğine göre bilinmesini istemiyor demekti. Elbette bunda da bir hikmet vardı. Zira Sultanın sebepsiz sustuğu yahut konuştuğu görülmezdi pek. Susunca sorulmazdı daha, konuşunca da susturulmazdı. O Müslümanların Emiri’ydi. Mutlak biat ve itaat edilirdi. Çadırdan çıkarken Emir Âdil düşünceye gömülüydü. Sultan nereye gidileceğini söylememişti, ama adı gibi biliyordu. Yanı başına çöken gölgeye: “Haşhaşîlerin üzerine gidilecek Bilâl’im” dedi. “İni başına geçirilecek. Daha önce yola gelmesi söylenmiştir, tövbe etmesi söylenmiştir, işte cevap geldi: Sultanımızı, gözbebeğimizi öldürmek istediler.” Aynı yaşlarda iki civandılar.

İkisi de gençliğini din yoluna adamıştı. Zaten Sultanın ordusunda başka türlüsünü bulmaya pek imkân yoktu. Sorgusuz sualsiz, gidelim dendiğinde giden, ölelim denirse zerrece perva etmeyip din yolunda ölmeyi nimet sayan serdengeçtilerle doluydu ordu. Böyle olmayı bir fazilet addetmiyorlar, görev sayıyorlardı. Sultan Selâhaddin’in ardından, gerekirse, ölüme gitmek onların göreviydi. Üst tarafı, Sultanın bileceği işti. Karışmazlar, sadece istişareye oturulduğunda düşüncelerini açıklıkla ifade ederlerdi. Sultan da böylesini isterdi. “Sünnet üzre istişare edilsin, kim ne düşünür, ne bilirse söylesin” derdi. Netice kendi fikrinin aksine de çıksa rıza gösterir, “Mademki ümmetin reyi bu cihettedir boynumuz kıldan ince” diyerek, o fikrin gerçekleşmesi için ne mümkünse yapardı. “Reşidüddin Sinan’ın üzerine seferimiz var ha!” diye söylendi Bilâl. ‹İyi olur derim. Vakti geldi de geçti derim. Velâkin, kalesi pek muhkemcedir. Biz ise yorgunuz.

Adaam sende, yine de canına okumaya yetişiriz, evelallah!” O sırada bir başka sinsi gölgenin atlara yaklaştığını ve Sultanın atının yanında bir süre eğleştiğini kimse fark edemedi. Sabah namazından sonra Sultan Selâhaddin Eyyûbî her zaman yaptığını yapmak üzere hazırlandı. Atıyla şöyle bir gezecekti. Âdetiydi. Bunun kendisine de, atına da çok iyi geldiğini söylerdi. Atını getirdiler. Sırtına binmesiyle düşmesi bir oldu. Sultanın atı o zamana kadar hiç yapmadığını yapmış, sahibini sırtından atmıştı. Bereket yine Allah korumuştu. Başında toplananlara atı muayene etmelerini emretti. Eğerin altına bir iğne sokulduğunu gördüler. “Hainler aramızda!” diye kükredi, Sultanın kardeşi Turan Şah, “Billâh elime geçirirsem, yaşatmayacağım!” Sultan kalkmış üstüne bulaşan tozu, toprağı silkeliyordu. O işi yapmak için seğirten askerleri itmişti, “siz askersiniz” diyerek, “hizmetkâr değil.” Kardeşine gülümseyerek baktı: “Celâleddin hay Turan’ım, öfke bulutuna döndün, şimşeklenip çakmayadurdun yine! Belli ki sözlerini tartmadan söylersin, elde delil yokken hainler aramızda demekle koca orduyu töhmet altına soktuğunun farkında değil misin? Böyle bir şeye inanmam, ordumda hain yoktur. İslâm askeri içinde paraya tamahen Haşhaşîlere imanını satacak namertler bulunmaz.

Böyle bilinsin.” İkinci suikast Haşhaşîler üstüne sefer yapma fikrini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramamıştı. Bir sabah güneş tepelerin ardından ayçiçeği gibi başını nazlı nazlı uzatırken, İslâm ordusu çadırları toplayıp yürüdü. Güneşin gözüne doğru toza, dumana karıştı. * * * Kudüs Kralı gergin yakalığının içinde mahsur boğazını havalandırmak ihtiyacını duydu. Lüle lüle kurdelalı kıskaca parmaklarını sokup çekti. Hafif bir cayırtı duyuldu. Ya düğmeler kopmuş veya dikiş sökülmüştü. Her zaman giyimine aşın derecede dikkat ettiği halde, şu an umurunda değildi. Burnundan soluyor, karşısına oturttuğu Kont Şatiyö’ye hayli zamandır öfke boca ediyordu: “Böyle pis bir vaziyetle daha karşılaştığımı hatırlamıyorum desem, inanın Kont, aklım almıyor. İki ay mıdır, yoksa iki yıl mıdır şu minnacık kaleye mahsur ettiğimiz Sultan Selâhaddin teslim olmuyor. Suyu da, yiyeceği de bitmiş olmalı, değil mi? Peki, ama nasıl dayanıyor hâlâ? Aklım almıyor, Kont.” Kont Röno dö Şatiyö ise sabırla Kralı teselliye çalışıyordu: “Merak etmeyiniz, Kral hazretleri, yakında süngüsü düşer de bağışlanması için yalvarmaya gelir.” Acı acı güldü Kral, yalnız acı değil aynı zamanda da alaycı: “Şu sözlerini bininci defa mı duyuyorum Kont, yoksa ilktir mi söylüyorsun? Artık neyin, ne olduğunu karıştırmaya başladım. İki ay mı iki yıl mı derken samimiydim.

Şaka etmiyorum Kont, bıktım usandım. Bitti dersin, bitmez; öldü dersin, ölmez; yıkıldı dersin, yıkılmaz! Baskınlarla, üstelik bizi yıpratır. Şu Askalan ovasında kaç Hıristiyan can verdi desem, sayısını sen bile hatırlayıp söyleyemezsin. Papa hakkımızda iyi düşünmeyecektir. İsa’nın onca evlâdını çölde bıraktığımız için bize mutlaka kızacak ve yardımı kesecektir.” “Aksine,” dedi Kont inançla, “bilseydi yardımı arttırırdı. Ne yapıyorsak Hıristiyanlığın şanını yüceltmek için yapıyoruz. Sultanı burada boğamazsak, o gelir bizi Kudüs’te boğar. Bu ise Papa hazretlerinin hiç mi hiç işine gelmez.” İç çekti. “Haklısın belki de. Sultan Selâhaddin’in belini kıracaksak, burada kırmalıyız.” “Öyle yapacağız Kral hazretleri. Yoruldunuzsa Kudüs’e dönmenizde bir mahzur yok. Ben demir gömlekli şövalyelerim ve Frank askerleriyle Sultanın işini görürüm.

Sürüye sürüye huzuruna getiririm. Daha fazla yorulmanıza gönlüm razı gelmez. Bırakınız ben halledeyim.” Kral da zaten bunu söylemek istiyor, fakat küçümseneceğini düşünüp bir türlü teşebbüs edemiyordu. Teklif muhatabından gelince, iri gözleri parladı. “Evet, evet” dedi acele ile “benim Kudüs’te yapacak çok işim var. Uzun zamandır ayrı kaldım. Bir kargaşa çıkmasından korkarım. Askerin çoğunu seninle bırakacağım. Nasıl istersen öyle hareket et.” İş tatlıya bağlanmış, iki taraf da çok memnun olmuştu. Kont Şatiyö, Kralın yanından çıkarken göbeğini hoplatarak gülüyordu. Askalan Kalesinde Selâhaddin Eyyûbî’nin içtiması vardı. Kumandanlarını büyük bir odada toplamış, vaziyeti kısaca anlatmıştı. Uzun anlatmaya lüzum yoktu.

Zaten gözleriyle görüyorlardı. O kadar istedikleri halde Halife yardım göndermemişti. Kırıla kırıla birkaç yüz kişi kalmışlardı. Aylar süren müdafaa kimsede güç bırakmamışta. Gaziler iman kuvvetiyle ayakta duruyor, Allah denince şavklanıp vuruyorlardı. Açtılar, susuzdular. Karınlarına taş bağlayıp savaşıyorlardı. Bu kötü vaziyet karşısında ne yapmak lâzımdı? Gerçi yiyecekleri olsa Askalan’ı Şatiyö’ye yahut krala teslim etmek akıllarından dahi geçmezdi, ama yoktu işte. Aşırı sıcaktan kuyular da kurumuştu. Her seferinde hayli uzak olan suya gitmek birkaç cana mal oluyordu. Su almaya giden grupların çoğu, suyu tutan Frank askerleri tarafından çevrilip katlediliyordu. Sonunda üzgün üzgün: “Ümmetin reyi ne cihette ise öylece amel olunacaktır” dedi. “Fikirler eksiksiz söylensin. Düşmanla anlaşalım mı, yoksa Askalan’ı müdafaa ederek ölelim mi?” “Ölmek, elbette ki, teslim olmaktan evlâdır” diye atıldı Turan Şah. “Kudüs Kralına teslim olmanın, zaten, ölümden kalır tarafı yoktur.

Kral kendi ruhsatında olsa neyse ne, ama yanında bir Şatiyö var ki, herif Müslüman kanına susamış sanki. Teslim olunmasın, derim. Cenk edilsin. Eslihamızla çıkıp gitmemize razı olacakları vakte kadar dayanalım. Allah bizimledir.” Şeyh İsa: “Karındaşımın fikrindeyim” diye konuştu. ‹Teslim olunmasın, diyorum. Alınacak bütün tedbirleri aldık mı, yapılacak her bir şeyi, bir tamam, bir tekmil yaptık mı? Bunu kendi kendime belki yüzüncü defa sormaktayım da bir türlü dilimi döndürüp evet diyememekteyim.” “Sence ne yapılması iktiza eder?” diye sordu Emir Âdil. “Şeyh efendi onu da söylesin, düşünelim.” “Orasını meşveret meclisi kararlaştırır gayri. Benim demem o deme ki, vicdanıma söz anlatamadım. Her bir şeyi eksiksiz yaptık diyememekteyim. Bir yol kendi vicdanlarınıza da danışın, sesi nasıl gelir görün de, ondan sonra, beni kınayın.” Sultan: “Seni kimse kınamıyor, İsa biraderim.

Âdil kardaşımın sözü bir tedbir düşünür müsün sualine yatkın. Var mı?” “Var!” dedi birden. “Aha Bilâl kardaşımla dün gece uzun uzun konuştuk. Düşman ordugâhına bakaraktan oturuyorduk. Her taraf pırıl pırıldı. Ordugâhın içinde sayısız ateş yanıyordu. Bundan da belliydi ki düşman kalabalıktı. O sıra Bilâl kardaşım arkadaşları çoğaltmamız lâzım dedi. Nasıl, diye sorduğumda şaşılası teklifini yaptı. Samandan korkuluklar yapıp asker libası giydirelim ve dahi bunları burçlara dikelim, dedi. Düşman takviye aldığımızı sansın. Birkaç hücumdan sonra belki gözü yılar ve müsait şartlarla sulh teklif eder. Şimdiki niyeti bütünümüzü buraya gömmektir. Derim ki, ne kurtarırsak o kâr kalır.” Şaşırmışlardı.

Hiç kimsenin aklına gelmeyen şey gencecik Bilâl’in aklına nasıl da gelmişti. Gözler Bilâl’dan yana dönüktü. Bilâl ise sarığını kaşlarına yıkmış, başını bütün bütün yere indirmişti. Yüzü kıpkırmızıydı. Bir şeyler mırıldandı. Fakat ne dediğini anlamadılar. Öylece uzun uzun, takdir dolu gözlerle baktılar. Bir sabah düşman ordugâhı çığlıklarla sarsıldı. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes birbirine Askalan kalesini gösteriyordu. Burçlarda asker cümbüşü vardı. Bu uzaklıktan bile çok kalabalık oldukları görülüyordu. Mutlaka takviye almışlardı. Fakat nasıl becermişlerdi bunu? Her taraf sarılmış olduğu halde nasıl başarmışlardı? Kont çılgına dönmüştü: “Olamaz!” diye bağırıyordu. Biraz sakinleştikten sonra “Olabilir!” dedi. Karşımızda Sultan Selâhaddin Eyyûbî var.

Şimdiye kadar neler yapmadı da bunu yapamasın. Belli ki, Halife yardımına geldi. O da gelen askeri kalenin arkasındaki sarp kayalıklardan aşağı aldı. Orası dağlıktır, kuş uçmaz, kervan geçmez diye başıboş komakla hata ettim. Reşidüddin Sinan’ın sarp kayalarla çevrili muhkem kalesini muhasara edip yemin üstüne yemin verdiren Sultan Selâhaddin’den bu da beklenir vaktinde düşünmeliydim.” Kaleden bir toz bulutu kopunca yüreği ağzına dayandı: “Vurmaya geliyorlar, hazırolun!” diye bağırdı. Kralı göndermekle iyi etmemişti galiba. Hiç değilse sorumluluk ona ait olurdu. Şimdi bir bozguna uğrarsa hesabını vermek kendisine düşecekti. Şöhreti lekelenecek, belki de boynu vurulacaktı. “Daha neler! Kral buna cesaret edemez. Demir gömlekli şövalyelerimden korkar. Ölesiye korkar ve kılıma dokunamaz.” Düşünüp dururken nerede olduğunu unuttu gitti. Oysa kaybedecek zamanı yoktu.

Selâhaddin Sultan’ın sarıklı mücahitleri rüzgâr gibi ordugâha yaklaşıyorlardı. Karşı çıkılmasını ve hepsinin kılıçtan geçirilmesini emretti. Asker pek isteksizdi. Besbelli burçlarda gördükleri manzara onları yıldırmıştı. Kaledekilerin günlerdir aç ve susuz olduklarını bilmiyorlardı. Takviye filân gelmediğini de. Bilseler böyle isteksiz davranmaz, bir an önce Askalan’ı yağmalamak için acele ederlerdi. Kont Şatiyö askerin isteksizliğini görünce küfretti. Sonra hepsini astıracağı tehdidini savurdu. Yetmeyince atına bindi ve demir gömleklileri cesaretlendirmek için ileri atıldı. Arkasından hoşnutsuz bir tavırla at sürdüler. Müslümanlar yaklaştıkça Şatiyö’nün korkusu azaldı. Seçebildiği kadarıyla iki yüz kişi ya var ya yoktu. Kendisi ise ikibin kişiyle karşılıyordu. Hepsini kılıçtan geçirmek için tam fırsattı.

“Görüyorsunuz bir avuç insan” dedi cesaretlendirmek için, “kırıp geçirelim ve Askalan’ı yağmalayalım ha!” Asker biraz canlandı. Yağma fikri kanlarını harekete geçirmişti. Bununla birlikte ikiyüz kişiyi durduramadılar. Aksine, kendileri aşılmaz granit kayalara toslamışcasına sersemlediler. Kanlı boğuşma kuşluk vaktine kadar sürdü. Kuşlukla birlikte çınlayan gür ses, Müslüman askerlerine geri çekilmelerini emretti. Vuruşarak çekildiler ve kaleye girip arkalarından gelen düşmanı ok yağmuruna tutup kaleye yaklaştırmadılar. Sultan Selâhaddin Eyyûbî müfrezeye kumanda eden kardeşi Turan Şah’ı kucakladı. “Berhudar ol!” dedi. “Yüzümüzü ak ettin.” Açlığa, susuzluğa ve her türlü yokluğa bir hafta daha dayandılar. Bir hafta içinde hemen her gün kaleden çıkıp düşmana saldırdılar. Her seferinde sanki aynı insanlar değil de yeni gelen askerler hücum ediyormuş gibi zinde idiler. Gören bunların haftalardır aç, susuz olduğuna; aylardır savaştığına, imkanı yok, ihtimal vermezdi. Nitekim Şatiyö’nün bunca kurnazlığı bile işe yaramamış, durumu kavrayamamıştı.

Ne yapacağını kara kara düşündükten sonra Sultan Selâhaddin’e bir elçi gönderdi. Sulh teklifinde bulundu. Küçük bir kale için daha fazla kan dökülmesi lüzumsuzdu. Eğer kaleyi terk ederlerse silahlarıyla birlikte gitmelerine müsaade olunacaktı. Akşama doğru Sultan elçisi Şatiyö’ye gitti. Sultan, Şatiyö’nün sözüne güvenmiyordu. Çünkü şimdiye kadar verdiği her sözden dönmüştü. Güvenebilmesi için teminat istiyordu. İsimlerini bildireceği haçlı kumandanlarını silahsız olarak kaleye göndermeliydi. Onları iki konak mesafeye kadar beraberinde götürüp, ancak kendini emniyette hissedince serbest bırakacaktı. Allah şahitti ki o zamana kadar verdiği her sözü tutmuştu. Şatiyö gibi ikide bir sözünden dönmezdi. Bunu cihan bilir ve şehadet ederdi. Şatiyö sulh istiyorsa şartlarını aynen kabul eder, istemiyorsa umumî taarruza hazırlanırdı. Tercih hakkı kendisinindi.

Ve sabaha kadar cevap vermeliydi. Elçinin kendinden çok emin hâli Şatiyö’nün endişelerini arttırmıştı. “Demek yardım aldınız” dedi. Elçi: “Bunu söylemeye mezun değilim,” diye cevap verdi. “Vazifemi yaptım. Sultanımın sözlerini naklettim. İstediğimiz kumandanları veriyor musunuz, vermiyor musunuz? Onu söyleyin, yeter.” Kısa bir tereddütten sonra iş olsun gibilerden sordu: “Siz bana güvenmiyorsunuz, peki, ben size nasıl güvenebilirim. Buradan uzaklaştıktan sonra kumandanlarımı öldürürseniz ne olacak?” Elçi akrebe bakar gibi baktı Şatiyö’ye, tok bir sesle: “Sultanımı biraz olsun tanıyan hiç kimse böyle bir sual sormaz,” dedi, “bu yüzden cevap vermeye tenezzül etmiyorum.” Şatiyö kaskatı oldu. Adamı kırbaçlatsa öfkesini bir güzel çıkarırdı. O takdirde Sultan affetmezdi. Bizzat gelir, elçiye zeval olmaz kaidesini kılıcıyla hatırlatırdı. “Pekâlâ,” dedi daha fazla düşünmeden, “Sultanına güvenimiz var. Hava kararmadan istedikleri kalede olacak.

Sabah erkenden çıkıp gidin.” “Ne zaman çıkıp gideceğimize Sultanım karar verir, siz değil.” Kırbaçtan beter cevabı Şatiyö’nün suratında şaklattıktan sonra yanından ayrıldı. Atına atladığı gibi Askalan kalesine doludizgin sürdü. Umduğundan da kolay olmuştu. Kalede kala kala kırk kişi kaldığını Şatiyö bilseydi bu teklife hiç yanaşır mıydı? * * * Deli rüzgâr, kum fırtınasına dönüşeceğe benzerdi. Gittikçe delileniyor, uçsuz bucaksız Tih Çölünün şurasını burasını karıştırıyordu. Hecin develeri üstünde pes perişan kılıklı yolculardan biri, sesini rüzgârın ıslığına karıştırdı: “Bilâl, hey yiğit arkadaşım. Bu rüzgâr hepten insafı elden çıkardı, görür müsün? Halimiz yamandır böyle giderse.” Arkadaşının sesi Bilâl’e sinek vızıltısı gibi geldi, ne dediğini anlayamamıştı: “Duyamıyorum biraz bağırsana!” Devesini mümkün olduğu kadar yaklaştırdı, rüzgârın savrukladığı ince kum tanelerinden korunmak için ağzına örttüğü eşarbı açtı: “Diyorum ki, rüzgâr şiddetini arttırıyor. Fırtına diyorum, çıkarsa…” “Çıksın!” diyerek sözünü kesti. Bilâl. “Çıkarsa çıksın. Gökten taş yağsın da, tek Sultanım Selâhaddin’in yanında bulunayım.” İkisi birden aynı istikamete baktılar.

Eyyûbilerin Sultanı Selâhaddin, bir Hecin devesinin sırtında, önden gidiyordu. En önden. Tolgasına sardığı sarığın sırtına sarkan ucu, rüzgârın kırbacında şahlanıyor, kıvranıyor, bazen bir omuzuna, bazen diğer omuzuna takılıyordu. “Yorgun görünmüyor değil mi, yiğit kardaşım? Ölümden kılpayı kurtulmuş bir serdarın yılgınlığını taşımıyor.” İç çekti, rüzgârın savurduğu bir tutam ince kumla birlikte: “Zorlu muharebeydi essahtan, şimdiye kadar görmedim böylesini desem inan bana; çok başkaydı, çok da acıydı.” “Kudüs Kralının ahde vefasızlığı yüzünden Zaten ehl-i sâlibin sözüne sâdık kaldığını görmüşlüğüm yok ki. Ne vakit kılıcımızı üzerlerinden çeksek, ne vakit iyi niyet gösterip anlaşmaya varsak, hemen baş dikerler, en zayıf yerimizi kollayarak vururlar. Ah, içimizdeki düşmanlıklar, kin, hased, ah! Anlamadığım ne biliyor musun, ey Sultanımın kardaşı Turan Şah?” “Şudur ki, ehl-i sâlip dururken, kocca bir küffar dünyası karşımızda diş bilerken, Müslüman sultanlar, ne demeye birleşmezler de küçücük meseleleri bahane edip birbirlerini tökezletmeye bakarlar? Sen sultan kardaşısın, bilmişliğin varsa böyle, bir teselli ver.” “Nereden bilebilirim, yiğit arkadaşım! Sır demeli çıkmak işin içinden. Lâkin böyle desek de çıkılası değil. Kaç defa sordun bu suali bilir misin, belki yüz defa, belki de bin.” “İçimin büyük derdidir, sormadan duramıyorum. Öğrensem rahatlayacağım, ama kime sorsam öğrenemiyorum. Varıp Sultan Selâhaddin’e…” “Şimdi sırası değil, hiç sırası değil. Umulur ki, o da aynı şeyleri düşünmekte, bir izahını bulunca helbet bize de söyler, sabret.

” “Sabır güzel şey, velâkin kuvvetleri birleştirmek daha da güzel. Niye birleşemediğimizi bulsak, belki, birleşmenin de yolunu bulurduk. Bir bakıyoruz Sultan Nureddin, Abbasî Halifesi Adid’le ihtilâfa düşmüş; bir bakıyoruz, yalvara yakara serdar yaptığı Selâhaddin’e, vezir Şaver diş bilemeye geçmiş; bir bakıyoruz, Konya Selçuklu Sultanı aleyhimize ordu çıkarmış. Neyin nesi anlayana kadar işler öylesine karışıyor ki, deli rüzgârın çöl kumunu karıştırmasından beter.” “Doğru dersin. Tam Haşhaşî Reisi Şeyhülcebel Reşidüddin Sinan’ı melanetlerine tövbe ettirmişken, tam Mısır’ı surlarla çevreleyip medreseler, camiler, kervansaraylar kurmaya başlamışken fesat zuhur ediyor. Kudüs Kralı, Frank askerinin başında Askalan’ı basıyor, etrafı tahriple yağmalıyor. Az daha sultanımızla bile esir olacaktık, o dillere destan soğukkanlılığı olmasaydı, o akıllara durgunluk veren harp oyunlarını bilmeseydi kurtulmamıza imkân yoktu. Bir de senin saman adamların tabii. İyi buluştu, sağol. Neyse, Sultan kardaşım Selâhaddin ne dedi bana, bilir misin? ‹Birkaç defa neredeyse helâk olmuştuk, Cenâb-ı Hakkın bizi kurtuluşa ulaştırması, elbette, tahakkukunu istediği bir iş içindir’ dedi. Başını çevirip şöyle bir etrafa göz atmaması niçin bakalım?” “Niçin dersin?” “Kafası çok meşgul olduğu için helbet, düşünüyor. Zaten ya okur, ya savaşır veya düşünür. Çocukluğunda da böyleydi, Baâlbek şehrindeki evimizin bahçesinde koca gövdeli bir palmiye vardı. Uzanırdı serinliğine, önüne yığardı kaim kalın kitapları vururdu okumaya.

Bazen muhterem babamıza, bazen sevgili anamıza öyle sualler açardı ki, sade onların değil, Baalbek’in ünlü âlimlerinin bile aciz kalıp cevaplandıramadıkları olurdu.” ‹Peki, bunca muharebe usûlünü hep kitaplardan mı öğrendi?” “Yok,” dedi Turan Şah elini kaldırarak, “bu ona Allah vergisi. Kurban olduğum Allah, Selâhaddin kulunun büyük bir serdar olmasını istemiş, olsun da bütün ehl-i İslâmı tek inanç etrafında birleştirmesini murad etmiş ve buna göre kabiliyetlerle donatmış. Sade okumaylan, öğrenmeylen olacak şey mi şimdiye kadar yaptıkları? Helbet okumanın faydasını görmüştür, zihni açılmıştır, görüşü genişlemiştir, velâkin İlahî nusret de girmiştir işin içine. Hatırlasana, kum taneleri kadar çokluk düşmanın içinden şu bir avuç yiğitle nasıl kurtuldu? Küffarın şaşkınlığını gördün öyle ya, aralarından geçiyoruz da insan denizi ikiye açılıyor. Yılmışlar, korkmuşlar, bu muhakkak. Peki bir avuç serdengeçtiden niye korkmuşlar? Niye ki, Cenab-ı Mevlâ meleklerini yardıma göndermiş, bizi olduğumuzdan çok göstermiş gözlerine, yıldırmış. Bir huruç anında Ağam Sultanı bir ara insan selinin orta yerinde gözledim. Eyvah, dedim, öldürecekler. En azından esir edecekler, dedim. Ölümünü veya esaretini görmektense, dedim, ölmek evlâ. Ya Allah bismillâh diyerekten o yana koptum. Bir de baktım yanındayım. Bir de baktım gülümsemekte, gülümseyerek kılıcının kanını temizlemekte; bir yandan da, tasalanma karındaşım Turan Şah’, demekte, ‹ehl-i salibin savleti bizi hak yoldan alıkoyamaz.’ Bu iş nasıl oldubitti dersen bilmem, oldubitti işte; belki bin Frank askerinin içinden sağ salim çıktı.

Velidir demezsen bu sırrın altından kalkamazsın, imkânı yok kalkamazsın!” “Bir veli ha! Biliyordum. Senin ağzından da duyunca hepten inandım. Başka türlü onca iş işlenmez yiğit Turan Şah’ım, işlenmez ey sultanımın kardaşı.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir