Yekta Kopan – Bir de Baktim Yoksun

Sabah işe gitmek üzere evden çıktığımda büyük bir panik yaşadım. Goncagül ortalarda yoktu. Sağa sola baktım, her zaman uyukladığı duvarın dibine doğru pisi pisi diye seslendim, kafamı ağaç tepelerine çevirip adını fısıldadım ama ortaya çıkmadı. Oysa hayatımın son sekiz yılında, evden her çıkışımda yanıma gelmişti. Her gün aynı şey yaşanırdı. Önce bacaklarıma sürtünmeye çalışır, biraz miyavlar, sonra da benimle sokağın başına kadar yürürdü. Ayrıcalıklı değildim gerçi, bu törensel uğurlamayı apartmandaki birkaç kişiye daha yaptığını biliyordum. Ama yine de kendimi özel hissetmemi sağlardı. Apartmandaki gösteriş meraklılarının yılbaşlarında ve bayramlarda ışıklı süslerle donattıkları avuç içi kadar bahçede de yoktu. Sekiz yıl sonra ilk kez kuyruğunu dikip yanıma koşmamıştı. İlk kez. Goncagül’ün ortalarda görünmemesi bugünün diğerlerinden farklı, olağanüstü bir gün olacağını fısıldadı kulağıma. Yol kenarına park etmiş arabaların altlarını kontrol ederek bakkala kadar yürüdüm. “Ben de meraklandım abi, sabahtan beri yok,” dedi Hakkı. “Çöp tenekesinin yanına biraz mama döktüm, normalde at gibi koşarak gelirdi ama yok işte.


Ben diyordum zaten, böyle arabaların falan arasından koşuyor ya bu salak, başına bir halt geldi herhalde!” Sırtımdan soğuk terler boşandı. “İnsanın aklına hemen saçma sapan şeyler getirme Hakkı,” dedim, “buradaki çöplerde yiyecek bir şeyler bulamadıysa aşağı sokağa gitmiştir belki!” “Onu da düşündüm. Verdim oğlanın eline bir kâse kuru mama, aşağı mahalleye yolladım. Eczanenin oraya kadar gitmiş, bulamamış. Oldu bir şey ama…” Yutkunamadım. Bir şey takıldı boğazıma. Metroya kadar Goncagül’ü düşünerek yürüdüm. Büyük bir hikâyenin –örneğin bir mahallenin yıllara yayılan çok kişili, çok olaylı hikâyesinin– temel parçalarından biri yerinden oynarsa, daha da kötüsü kaybolursa ne olur sorusunun cevabını bulamıyordum bir türlü. Dışarıdan bakıldığında her şey aynı görünecekti, bilinen yaşamlar bilindiği gibi akmaya devam edecekti. Bir sokak kedisinin kaybolması –o anda kendime bile itiraf edemiyordum ama Goncagül ölmüş de olabilirdi– evrenin dengesini bozmayacaktı elbette. Gündelik sayılabilecek, biraz şaşırıp sonra unutulacak bir olayı gereğinden fazla büyütüyordum belki de. Olanları anlatsam Melek böyle söylerdi; “Büyütüyorsun, işte yine aynı şeyi yapıyorsun, büyütüyorsun!” Aslında Goncagül’ü o da severdi, biliyorum. Zavallı yavruyu apartmanın karşısındaki ağacın dibinde bulduğumuzda ölmek üzereydi; Melek eve almamız için ısrar etmişti, hemen veterinere götürüp aşılarını yaptırmış, bir iki hafta boyunca biberonla beslemiştik. Adı konusunda biraz tartışmıştık. Melek bu küçük tekirin adını Çörek koymak istemişti, ben Goncagül diye inat etmiştim.

Sonuçta başarmıştık, insanlık görevimizi yerine getirmiş, hayvansever olarak doğru adım atmış, çevremize örnek bir hikâye anlatacak kadar deneyim yaşamıştık. Küçük kedimiz bir süre ev hayatı yaşadıktan sonra bir sabah tekrar sokağa salındı. Ölmekten kurtulmuştu ve artık bir adı vardı. Hepsi bu. “Büyütüyorsun,” derdi Melek. Goncagül’ü sevmesine severdi de olaylara duygusal anlamlar yüklenmesinden, simgesel açıklamalardan rahatsız olurdu. Bir de takıntılı bulurdu beni, takıntılarımla kendimi de, çevremdekileri de yorduğumu söylerdi. Yorucu biriydim ben. Metro treninin üstündeki reklama bakarken bir aydınlanma yaşadım. Diğerlerinden farklı olduğunu iddia eden banka, tüketiciyi mutluluktan ağlatacak düşüklükte faiz oranlarıyla ev kredisi veriyordu. Bu haber anne-baba-çocuklardan oluşan sahtekâr gülüşlü aileyi yeşil panjurlu bir evin önünde havalara zıplatmıştı. Gözümü iki katlı yeşil panjurlu evden ayıramıyordum; o sırada metro treni hareket etti, reklamın aydınlanma sağlayan görüntüsü karanlık tünele doğru yol aldı. Yürüyen merdivene doğru hızla koşarken kararımı vermiştim. Goncagül’ü bulmak için çocukluk kâbuslarımın üstüne gitmem gerekiyordu ama hiçbir korku beni durduramayacaktı. Mahalleye geri dönüyordum, şimdi oturduğum evden biraz daha aşağıya, çocukluğumun geçtiği sokağa gidiyordum.

İşe gitmeyecektim, zaten çoktan gecikmiştim, ayrıca yokluğum yayınevindekilerin umurunda bile değildi. “Evde rahat rahat çalışmak dururken buraya niye geliyorsun anlamıyorum ki, otur masana, koy çayını-kahveni, yap çevirini,” derdi Faruk. Belki de “Ayağımızın altında dolaşma, hem anla artık, seni pek sevmiyoruz, soyadına dua et, yoksa kimse böyle açıktan maaş alamaz bu sektörde,” demeye getiriyordu. Bunu arada bir doğrudan da söylerdi, “Eski kuşak birbirine çok bağlıymış, her şey daha gerçek yaşanıyormuş bir zamanlar, şimdi bile birbirlerinin her derdine koşarlar; işte en güzel örnek sensin, babanın dostları olmasa sen bu işi pat diye bulabilir miydin böyle, bulamazdın tabii,” derdi. Sadece Faruk değil, reklam-pazarlamadaki kızlar da pek severlerdi hakkımda ileri geri konuşmayı. Sevmiyorlardı beni, biliyorum, takıntılı biriydim çünkü, yorucuydum. Hayatım boyunca üç evde oturdum; Sacayağı Sokak’taki doğduğum tek katlı ev en unutulmaz anılarımla doludur. Dedem o evi yıktırıp yerine apartman diktirtmeye karar verdiğinde bir üst sokaktaki eve taşınmıştık. Annem dört odalı o evde öyle rahat etti ki apartman bittiğinde de geri dönmedik. Annemin istediğini yapmak zorundaydık, bütün o zenginliğin kaynağı dedemdi çünkü. Biricik kızını bir gün bile üzmeyen, her ne kadar karşı çıksa da sonunda kızının koca diye getirdiği adama razı olmak zorunda kalan, bu yüzden yazdığı üç beş satıra iş diyen damadına katlanan dedem. Hayatımın üçüncü evi de Melek’le tuttuğumuz şimdiki ev oldu. Annem buldu bu evi, “İki sokak yukarıda tam size göre bir yer var,” dedi, hemen kontrat yaptık. Bir üçgenin içinde geçti ömrüm. Bilmeyen birine Sacayağı Sokağı tarif etmek çok kolay olurdu; Yeşil Ev’in olduğu sokak, onu da kime sorsanız gösterir.

Sokağın hemen başındaki bu yıkıntıya, bahçe içindeki iki katlı bu ahşap eve, üst kat pencere pervazlarının yeşili nedeniyle herkes Yeşil Ev derdi. Birbirine düşman beş kardeşin bitmek bilmez kavgası-ihtirası yüzünden onlarca yıldır bomboş, kaderine terk edilmiş, öylece durur sokağın köşesinde. Çocukluğumun kâbusları, başta babam olmak üzere, bütün mahallelinin Yeşil Ev hakkında anlattığı hikâyelerle doludur. Önceleri perilerle, cadılarla, yaramazlık yapan çocukları öldüren palyaço suratlı katillerle doluydu anlatılanlar. Zamanla farklı hikâyeler duymaya başladım. Beş kardeş hakkında babalarını zehirle öldürmekten uyuşturucu kaçakçılığına, terör örgütü üyeliğinden yurtdışına kaçmış olmaya türlü palavra anlatılır mahallenin bakkalında, kahvesinde. Arada bir inşaatçı olduğunu düşündüğümüz adamlar sağına soluna bakar, belediye gelir inceler, polis evi mesken tutmuş serserileri toparlar, sonra yine aylar yıllar sürecek korkutucu yalnızlığına terk edilir Yeşil Ev. Mahallenin iç sıkıntısını, benim çocukluk korkularımı dillendirmekten başka hiçbir işe yaramayan sidik kokulu bir bina Goncagül’ü bulacağım yer olacaktı. En azından o anda tek umudum buydu. Bir keresinde, bir azgınlık döneminde Yeşil Ev’e kaçmıştı Goncagül. Metro trenindeki yeşil panjurlu eve bakarken Goncagül’ü o metruk binadan çıkarabilmek için elimizde konserve mamalarla, küçük oyuncak toplarla Yeşil Ev’e doğru gidişimiz aklıma gelmişti. Melek “Goncagüüüül! Bak sana ne getirdim?” diye konserve kutusunu açtığı anda kuyruğunu yatırıp koşarak gelmişti mahallenin şişko tekiri. Açlık duygusu cinsel arzulardan baskın çıkmıştı. Hakkı’dan bir torba kuru mama istedim. Şaşırmıştı beni gördüğüne.

“Ne oldu abi, buldun mu yoksa?” “Yeşil Ev’e gideceğim!” Garip bir cesaret vardı sesimde, etkileyici bir kararlılık. Hakkı pek etkilenmedi ama. Buruşuk bir naylon torbaya biraz kuru mama döküp uzattı. “Orada mıdır diyorsun?” “Öyle hissettim. Hani bir kere daha kaybolmuştu da Melek’le ben… Neyse, bir şişe de su ver bakayım!” Koşturmak susatmıştı, abartılı yutkunma sesleri çıkartarak bir dikişte içtim suyu, boş pet şişeyi Hakkı’ya uzattım, kuru mama torbasını sallayarak dükkândan çıktım. Hikâyelerin en acayibini babam anlatmıştı. Sabahlardan bir sabah mahalledekilerin ağzını bir karış açık bırakan bir olay olmuş. Yeşil Ev yerinde yokmuş. Herkes hayatın koşturmasından, hayhuyundan, didişmesinden bunalmış yorgun argın uyurken, ayaklanmış gitmiş. Birkaç gün ses çıkmamış, sonra haberler peş peşe gelmeye başlamış. Kimi Adalar’da gördük diyormuş, kimi Kilyos’ta, Beylerbeyi sahilinde balıkçı barınağı kılığına girdiğini iddia eden de olmuş, eski bir Türk filminde tarihî konak makyajıyla rol kestiğini söyleyen de. Gün geçtikçe haberler korkutucu bir hal almaya başlamış. Küçük bir çocuğu balkonundan fırlatarak bacaklarını kırdığı söylentisi gelmiş önce. Sonra iki balıkçıyı mangal kömüründe zehirleyerek öldürdüğünü duymuş mahalleli. Evlatlarından gördüğü ezadan kurtulmak isteyen seksenlik bir kadını zehirleyerek huzura kavuşturmuş kendince.

En fenası da üç çürük tahtasını feda etme pahasına çıkardığı yangınla koca bir semti kül etmesi olmuş. Mahalleli önceleri bu belalı heyuladan kurtulduğu için sevinmiş ama bir süre sonra boşluğunu hisseder olmuş. Korkularını geri istemişler. Korkularının kaynağı ellerinin altında, ruhlarının karanlık yanı gözlerinin önünde olsun istemişler. Toplanmışlar meydanda, konuşmuşlar tartışmışlar, peşine düşmeye karar vermişler. Yedi kişi el kaldırmış, tez vakitte bulur getiririz Yeşil Ev’i demiş. Hemen o anda, hiç vakit kaybetmeden yedi tepeye dağılmış yedi cesur adam. O gece mahalledekilerin gözüne uyku girmemiş, Yeşil Ev dönünce olacaklardan korkarlarmış korkmasına da hiç dönmezse olacakları düşünmek daha betermiş. Kimi uçuk, çıkarmış, kiminin saçı öbek öbek dökülmüş, gün doğmadan sessizliğe-uykuya zor kavuşmuş mahalleli. Sabaha karşı muhtarın on yaşındaki oğlunun bağırışıyla uyanmışlar. Her geceki gibi uyurken altına işeyen oğlan yatağın ıslaklığından rahatsız olup ayaklandığında Yeşil Ev’in ışıklar içinden gelip eski yerine oturduğunu görmüş, basmış çığlığı. O çığlıktan sonra zavallı çocuğun ses çıkardığını duyan olmamış. Hep susmuş, diyeceğini yazarak demiş. “O yedi kişi mi getirmiş Yeşil Ev’i?” diye sorardım tam bu noktada. Uydurduğu hikâyeye inanan masalcının hüznüyle başını sağa sola sallardı babam.

“Keşke öyle olsaymış. Keşke. O yedi kişiyi bir daha gören olmamış oğlum. Yeşil Ev, İstanbul’un yedi tepesine yedi kurban vermeden dönmemiş toprağına. Yedi tepede yedi kayıp ruh hâlâ dolanır durur derler.” Yeşil Ev’in bahçesine kuru mama dökerken bir yandan da babamın bu tuhaf hikâyesini düşünüyordum. On yaşında bir çocuğa böyle bir hikâye anlatmak bir bakış açısına göre saçmalık olabilirdi. Ama ben her zaman babamla aramızda bize özel bir iletişim olduğuna inanırdım. Kurmaca üstünden gerçekliği anlamaya çalışmak, genetik sürekliliğimizin önemli bir parçasıydı. Ön bahçede hiçbir hareket yoktu. Önceki firarında girişe çıkan üç basamaklık merdivenin yanında bulmuştum Goncagül’ü, bir umut oraya baktım ama sadece kırık bira şişeleri gördüm. Eğilip çalı diplerine, zıplayıp ağaç dallarına bakmam da boşunaydı. Tam vazgeçecekken… tam arkamı dönüp gidecekken… Goncagül her zaman yaptığını yaparak, bir at gibi dörtnala koşarak hızla yanımdan geçti. Arka bahçeye gidiyordu. “Goncagül, dur!” diye bağırdım ama bir an bile hız kesmedi.

Düşünmeden koşmaya başladım ama üç beş adım sonra yerimde çakılıp kaldım. Bunu yapamazdım, arka bahçeye gidemezdim. Arka bahçe ağaçlardan bir duvarla çevrelenmiş, bütün gözlerden uzak haliyle Yeşil Ev’in kendisini bile korkutabilirdi. Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı. Kararlı adımlarla yürüdüm. Yeşil Ev’in heybeti sesimi kısıyordu ama yine de korkularımı vücudumun bilmediğim bir yerlerine gömüp arka bahçeye doğru ilerledim. Gözlerimi kısarak sağa sola bakıyordum. Çürümüş tahtaların arasında gelecek bir gıcırtıda Goncagül’ü bulmaya çalışıyordum. Temkinliydim. Her adımımda “Goncagülll! Gel pisi pisi, gel pisi pisi!” diye fısıldayarak arka bahçeye ulaştım. Yeşil Ev’in köşesinden dönüp arka bahçeye adımımı attığımda görünmez bir sınırı geçmiş gibi oldum. Havanın kokusu, bitki örtüsü, dış dünyanın sesi… Hepsi bir anda değişti. Boğulacak gibiydim, güçlü bir elektrikli süpürge havadaki oksijeni çekivermişti bir anda. Derin derin nefes aldım. Karanlığa alışmam zaman aldı.

Gözlerimi kapadım. Birkaç dakika sonra aklımı ve bedenimi arka bahçenin koşullarına uygun hale getirmiştim. Gözlerimi yavaşça açtım. Gördüğüm şeyin dehşeti bir inilti oldu, dökülüverdi ağzımdan. Bahçenin tam orta yerinde bir bank duruyordu. Bir adam oturuyordu bankta. Sırtı bana dönüktü. Hemen tanıdım adamı. Bu imkânsızdı, biliyordum ama oydu işte, beş metre ötemde oturuyordu. Titredim. Bir kartopu ense kökümden kuyruksokumuma yuvarlandı. Dişetlerim kamaştı. “Baba!” Başını yavaşça çevirdi, sağ omzunun üstünden şöyle bir baktı bana. Kalın-kemik çerçeveli, camları kendinden renkli gözlüğünü hafifçe burnuna indirdi, dişlerini göstererek gülümsedi, “Hoş geldin oğlum!” dedi. Sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım.

İnsan, görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz bir başka olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. Unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. Unutmamışım. “Baba, ne yapıyorsun sen burada?” dedim. Kartopunun geçtiği yerlerde şimdi bir ateş topu zıplıyordu, kalbimin gümbürdeyerek atmasına, dizlerimin titremesine engel olamıyordum. Ağzımı dişçi koltuğuna oturmuş çocuk gibi açıp havayla doldurdum. Sakin adımlarla babama doğru yürüdüm. Dilini damağında şaklatarak başladı konuşmaya. “Sabah erken çıktım, Şişhane tarafına gidecektim. Epeydir oralarda geçecek bir şeyler yazmak istiyorum, şöyle bir sağa-sola bakarım, iki satır not alırım diyordum ama daha yola çıkmadan vazgeçtim. Bu aralar bir türlü toparlayamıyorum kafamı.” Bol bol yazabildiği, sık aralıklarla kitap yayınlattığı, okurunun bol olduğu yıllardan kalma bir neşe, öğlen yemeği üstüne orta şekerli Türk kahvesi içip sigarasını tellendirdiği günlerden gelen bir huzur vardı sesinde. Son görüşmemizden bu yana kilo vermiş gibiydi, alnı daha da kırışmıştı, gözaltı torbaları kılcal damarlarla dolmuştu, elmacıkkemikleri iyice belirginleşmişti, belki biraz da bu yüzden sarkık yanak etleri daha tuhaf görünüyordu. Ama asıl tuhaf olan, burada olmasıydı. Burada, Yeşil Ev’in arka bahçesinde, şimdiki zaman kipinde, karşımda… “Onu demedim babacığım,” dedim, sesim sanki incelmişti, “yani burada ne yapıyorsun demek istedim, anladın işte, senin burada olmaman gerekiyor galiba!” “Nerede olacağımı sana mı soracağım?” Ne diyeceğimi bilemedim.

Durumun garipliğini çok daha acıtıcı kelimelerle anlatabilirdim. Lafı dolandırmadan gerçeği söylemeliydim belki de. Yapamadım. Gözlerine baktım. O da bakışlarını bana dikmiş öylece oturuyordu karşımda. Zamanı dondurma yeteneği olan bir ressamın yağlıboya tablosu gibi kalakaldık. İkimiz de konuşmadık bir süre. Konuşamadık. Beş dakika? On dakika? Bilmiyorum. “Oğlum ne dikilip duruyorsun öyle, gel bakayım, otur şöyle yanıma,” dedi, bankın soluna doğru kayarken. Yanındaki kırmızı karton kapaklı defteri alıp kucağına koydu. Yazdıklarını kaldırıp oğlunun oturması için yer açan bir baba ne kadar sevilirse, öyle bir sevgiyle yürüdüm banka doğru. Oturdum. “Çok şaşırdım seni burada görünce baba. Dizlerimin bağı çözüldü birden.

Şey gibi hissediyor insan…” “Rüya gibi deme sakın. Hep aynı klişeler! Ama bir açıdan da haklısın. Şu olayı biri bana anlatsa, deli mi dürtmüş derdim. Saçmalık yani.” Neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Her zamanki numarasını yapıyordu, hem dünyayla hem kendisiyle dalga geçiyordu. “Korkak olduğun için böyle yapıyorsun,” demiştim bir keresinde, kavga etmiştik. “Sevmiyorum insan içine çıkmayı,” dedi. Pantolonunun paçasını çekerek bacak bacak üstüne attı, sanki ağzından çıkacak sözleri bulmak için zaman kazanmaya çalışıyordu. “Arada bir dolaşıyorum gerçi ama İstanbul eski İstanbul değil ki! Ne parkı park, ne meyhanesi meyhane. Pespayelik. Yolda mı yürüyorsun, araba tarlasında mı belli değil. Sağından solundan geçene insan desem hayvanlara ayıp olur. Böyle rezillik olmaz.” Kelimeleri yuvarlayarak “Anlamıyorum, yani sen sokaklarda mı dolaşıyorsun?” dedim, sinirlenmesinden korkuyordum.

“Nerede dolaşacaktım?” Gözlerimdeki soru işaretini görünce aslında ne demek istediğimi anladı, dudak kenarları yukarı kıvrıldı, gülümsemesi yerini büyük bir kahkahaya bıraktı. “Yoksa sen şey diye mi düşünüyordun, gider gitmez buna iki kanat takmışlardır, bütün gün o dam senin bu bulut benim uçup duruyordur. Ya bırak bu saçmalıkları oğlum. Gelsen de gitsen de insansın işte, bir bok değişmiyor.” “Burada mı kalıyorsun peki? Yeşil Ev’de mi kalıyorsun?” “Hm hm, kavgacı beş kardeşle anlaştım, uygun bir fiyata kiraya verdiler, banka kredisi aldım, içini de döşedim…” Sesinin bu tonunu gayet iyi biliyordum, alay ediyordu benimle. Eskiden olsa sinirlenirdim buna. İnsan yaşlandıkça sinirlerini halı altına süpürmeyi öğreniyor. Hem sinirlenecek ne vardı, bir rüya bile olsa güzeldi, bir daha asla olmayacağını düşündüğüm bir şey gerçekleşiyordu, babamla sohbet ediyordum. Sorumun aptallığına güldüm. “Ne bileyim, birden her şey o kadar garip geldi ki, bir evin falan vardır diye düşündüm. En iyisi bunları hiç sormamış olayım, yani nerede yaşadığını, nerelere, nasıl gittiğini, ne yediğini falan…” Kararımı başıyla onayladı. Gerektiğinde susmayı öğrenmek de geçen yılların öğrettiği bir erdem. Yine de dayanamadım, “İyi de bu üstündeki gömleği daha önce hiç görmemiştim, bunu nereden aldın peki?” deyiverdim. “Hay senin gibi evlada… Durduramıyorsun o geveze beynini değil mi? Onu ne yaptın, bunu ne yaptın, orada mı yedin, burada mı giyindin? Sana ne ulan? Çok rahatsız olduysan kalkıp gideyim yahu!”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir