Yılmaz Erdoğan – Hüzünbaz Sevişmeler

Bir dal düştü elimden yere, ağaç sustu. Bense, sanki yaprak konuşan, dal susan ağaçla sırnaş, yanımda iri göğüslü, küçük burunlu bir düşle sarmaş, oturmaktayım. Diyorum ki, — Ne güzel, gömleğinin üst düğmelerinden birini açık unutman… Ve oradan sütyen kıvrımının görünmesi. Diyor ki, Ben bir düş’üm. Pornografiye dönüştürme beni. Benim için fark etmez ama şiire ayıp olur. Düğmeyi iliklememi istediğin zaman, iliklenmiştir artık. Ama bunu niye isteyesin ki. Senin düşünü kim görebilir?. İnsan düşlerini bile paylaşamıyor, yazık. Mor dalgalarından sual olunma yenilgisine tünemiş kırılgan deniz. Kayık tıkırtısının şiiri. Ve her anlaşılmaz cümlenin içinde var olan ve hep yalan yere edilen yeminler… Kimi neye benzettiğini bilmeyen tasvirler.


Sebep ve sonuçlarıyla anlatılamayan bir yığın şeyin arasında düş kuran ben… Düşmüşüm, haberim yok. Nerden düştüğümün bilincinde değilim. Kendine teslimiyet bir şarkıdan belki de. Ki rast makamında, bir şeylerin küflendiği duygusuna kapılırım hep. Türk Sanat Müziği engelliyim. Diyorum ki, —Seni ellediğim için kızmıyorsun ya bana? Diyor ki —Ben bir düşüm. Senin. Elleyemezsin. İnsan kendi düşünü bile elleyemiyor, yazık. Kızıyorum ki, —Bana, düş’üm deyip durma. Zaten düşmüşüm. Biraz gerçek davranamaz mısın. Sömürü kadar mesela… Elle tutulur, gözle görülür bir açlık kadar olamaz mısın? Görüyorsun zor durumdayım. “Ben düş’üm” süz cümleler konuş benimle. Daracık tefecik, fermuara stres, streç bir kot giymişsin. Lastik ayakkabılar hesapta yoktu. Seni seviyorum.

Aşkımız hasır altı edilmiş, enflasyonist duygular yığını. Emisyon hacmimiz daralıyor. Ememiyoruz. Diyor ki —Ne anlatıyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum. Hep minareli, ayrıntı camlı camiinin minaresinden, komşunun apış mahremiyetini dikizleyen müezzin, bir dengesizlik ve şehvet anını iyi değerlendirerek aşağı yer çekimleniyor. Ne anlaşılmazdır ki, henüz yere düşmemişken daha ortada fol yok, yumurtanın birazı rafadanken ölüyor. Cenazesine konu komşular gelip dedikodu yapıyorlar. Konu, komşu, dedi, kodu birbirine giriyor. Saçların kendinden permalı. Kuaför çatlatan bir güzelsiz. Seni daha önce bir yerde mi gördüm, yoksa şimdi mi uyduruyorum? Diyorum ki, — Bilmiyorum. Belki bir dolmuşta, bir zahmet şunu uzatabilir misinizleşmişizdir. Biliyor musun, saçlarım dökülmeye başladığında, bıyıklarımdan iz yoktu. Çok berber sökün etti, muhabbet olsun dert paylaşımına. Seni yanımda tutabilmek için aklıma gelen her şeyi söylüyorum.

Daha ünce ağır kayıplar verdik. Yenildik ama ezilmedik. Hep beraberliğe oynuyoruz, ondan herhalde. Bir düş düştü elimden yere, unufak oldu. Onlar erdi muradına, biz kerevet bulamadık. Aşkımız, iki gözlüklünün öpüşme çabasıydı. Gözlükleri çıkarmak hiç aklımıza gelmedi. Diyorum ki, —Bu yalnızlık bana büyük geliyor. Çok. İç kavgalar dan arınıp, büyük kavgaya soyunmak istiyorum artık… Sana söylüyorum. Beni dinlemiyor musun?. Heeeey. Neredesin?. Nereye kayboldun? Bir dakika. Dön geri.

Daha sevişecektik. Ne yandasın? Bir düş düştü elimden yere. Undan ufak oldu. Onlar el koydu bütün kerevetlere, ben ve ağaç, yaprak konuş tuk, dal sustuk. Yazık. 1990 KÖPRÜALTI, VELER, VESAİRELER Kim bilebilir hangi dağın sırrına saklandı da güneş, akşam el koydu Galata Köprüsüne. Eski çamlar alın terine dönüştü bardak yapımında. Gece, tarihin emir kulu oluşundan öfkeli, geldi çöktü köprü altına. Hiç görmemişti kendi yüzünü, yorgundu. Mehmet’in mezelerden otlanışı ayın güneşten ışık araklamasından daha dürüstçe değildi. Ve bir içki içeni en sinirlendirici ağız şapırtılarıyla israfa masraf kazandırıyordu. içmiyordu, yiyordu. Nejla ise inadına çok içiyor, çevreye dikkat çekici, namus dürtücü göz gezintileri yapıyordu. Halil çok kızmaktaki çok haklılığını birayla tedavi etmeye çalışıyordu. Sazı döven kim? Kaç zaman daha çalışsa müziğe benzeyebilir bu kerpetenle tırnak çekişmesi? Neden çalmaya çabalıyor? Binleri Onu zorluyor mu? Çalmasa daha iyi olmaz mı? Herkes hangi gücün etkisiyle, sanki saz çalını yormuşçasına türküler heba ediyor? Kim bu tecavüzü durduracak? Ve hep aynı türküleri söylemek mecburi mi? Bir yiğit gurbete gitse başına neler gelebilir? Buna bayram günü deniyor diye niçin barışalım? Belki çelişkimiz uzlaşmaz, belki kanlı bıçaklıyız da halilim aman kurşun saçacağız? — Şerefe.

Pekiyi. — Seninle aynı görüşte olmadığımı söylemek zorun dayım. —İyi. — Ne demek iyi. Seninle aynı görüşte olmayışımın neresi iyi? Bir tane daha alayım. — Merhaba, n’olsun içiyoruz işte. — Bir kere seninki şiir değil oğlum, şiire anal tedavi. — Leylimleeeey, leylim ley. Ayın şavkı vurur sazım üstüne. — Pekiyi diyelim ki sen haklısın, bireyi anlamıyoruz. Birayı anlamıyoruz. Benim rakımı kim içti? — Ha şerefe moruk. — Kardeş, bize bira. Çok. Sen yüz elli tane getir, biz içinden seçelim.

— Ne yaptınız bugüne kadar, birini söyle. — Bana da çerez söylesene. — Yedi tepeli şehrimdee. Neydi lan devamı? — Yanlış kıtadan girdin salak. — Ne? —Yok bir şey. Masalarda dolan, boşalan yenik içki bardakları. Bitişik omuzlar arasından yürümek, tanıdık arayışına yönelik bakışlara güçlük getirmekle birlikte, yakışıklı bir mizansen oluşturuyordu. Hemen bir masaya yazılıp şu mayıştırılası ve tahtakurusu alkolsüzlüğe son verme isteği işin duygusal yanıydı. —Arkadaşım kusura bakmayın, konuştuğunuz konuyla ilgiliyim de. Bana güvenmeyebilirsiniz ama emin olun ki ben polis değilim. Ağbim polis. Şey, ben espri yapmıştım. Pardon. Allahaısmarladık. Affedersiniz oturağınızı biraz, hah, sağ olun.

— Şerefe. — Şey diyordum. Ne diyordum ben ya? —Ulan çıksana artık şu keneften. Haftada bir gün mü sıçıyorsun nedir? Belli, bu da kenefte kütüphane girişimcilerinden. Hadi be. hele şükür… Ohh. Yazılar. Rakı güdümünde devrimcilik yapmak kolay şerefe, “Çiğdem seni seviyorum lan ibneler”, “Biraz daha sıkarsam bağırsakları mı sıçacağım. Ulan ben kabız olacak adam mıydım be.” Ağbi şu masadaki herifler dün de buradaydılar. Ve aynı bugünkü gibi pis pis etrafı kesiyorlardı. — Eee? — Fazla emniyetli bir yer burası. — Ya bırak allahaşkına bunca yıllık siyasiyim, hiç rakı içerken tutuklanmadım. — Drama Köprüsü Haasan. dardır geçilmez bre Hasan.

lan nerdedir bu Drama ve ne anlatıyor bu yerli drama köprüsü? — Birader böyle iş olur mu? Sen git… —Nereye? — Nasıl? — Sen git dedin ya. — Yok oğlum sen değil, o gitsin. —Kim? —O ibne — Hangi ibne? — Ulan kim olacak… — Nejla iyice uçtu baksana. — Allah belasını versin. — Üzülme. Nejla’nın huyudur. Benimle birlikteyken de böyleydi. — Ne. Nejla ne zaman seninle birlikte oldu? Sana söylemedi mi?. Hassiktir sıçtık. Ama… Şey. Çok kısa sürmüştü. Yani ilişkimiz önemsizdi. Üzülme, sekse fazla ağırlık vermedik. — Ne diyorsun sen be? Bana bira getirin.

Hayvan herif. — Ağır ol bakalım, ne biçim konuşuyorsun? — Hey, noluyo be? Bir de kavga edin bari. — Ben gidiyorum Nejla. — Dur lan nereye? —Aaa,gitti. — Siktir edin. Kim işedi lan üstüme? Allah kahretsin. Köprünün üstünde serinletmeyen ama yine de erimeyi önleyici sulusepken bir esinti. Halil biraz önce takındığı, masayı hışım içinde terkeden jön tavrından henüz sıyrılamamıştı. Bacaklarını yalpalamaktan vazgeçirip yürümeleri için ikna etmeye çalışıyordu. Kaçıyordu, Nejla dan, biradan, türkülerden, kavram güreşlerinden, tartışmalardan, sözcük soykırımından… — Birader olacak iş mi? Sen git… — Nereye? —Efendim? — Sen git dedin ya be oğlum. — Yahu sen değil gitsin. — Kim? —O ibne. — Hangi ibne? —Nevzat, kim olacak? Gürültü pis bir sarmaşık gibi. Ve Kazım ve sinirli ve üzgün ve hızlı yürüyor ve neredeyse koşmaya yetişecek ve fakat ve benzerleri. — Arkadaşlar bu tip konuları rakıya meze yapmayalım — Kim ulan bu? — Hilmi.

— Ne var? Şu masadaki herif iki saattir bana bakıyor. — Deme kız. Adam rekor kırmış haberi yok. İki saat aynı yere bakmış. Ben bu azme ancak saygı duyabilirim. — Sen dalga geç. Bazıları buna namus meselesi diyorlar. Dikkat ettiysen imalı konuştum Hilmi. — Öyle ya. Şimdi seyret. Arkadaşım bir dakika konuşabilir miyiz, pardon şu oturağı. Sağ olun. — Buyurun. — Sevgilim iki saattir Ona baktığınızı söyledi. Ve bunun bir namus meselesi olduğuna kesin gözüyle bakı yor.

Burnunu kırmak zorundayım yani. Bardakları kırmayalım şöyle yukarı çıkalım diyorum. — Bir dakika bir yanlışlık var kardeş. —Ne gibi? — Ben şaşıyım ve tam olarak nereye baktığım henüz tespit edilemedi. — Haa. Evet…. Öyle mi?. Çok affedersin kardeş. Çok pardon. Sıcak soğuk ne içersin. İyi günler. ……….Kızım manyak mısın sen? Beni de rezil ettin? — Niye? — Çocuk şaşıymış. Yani sana baktığını sandığın sıralarda o, ters taraftan Edirne sırtlarına bakıyormuş. — Sen öyle san.

Şaşı maşı, adam gözleriyle beni soydu. Herkesin içinde don sütyen kaldım. Üşüyorum. — Tamam kapatalım bu konuyu. Hatta bu konuyu gömelim. Hayır kapatmayacağım. Zaten senin gibi. — Evet devam et, benim gibi ne? — Giderek çürüyorsun. Çürütüyorsun bizi farkında değilsin. —0 ne demek öyle? — Anlamam beklemiyorum zaten. Sahiplenmekten başka bir şey yapmıyorsun. — Ne diyorsun sen be? — Söylediklerim çok açık. Bir şey anlatırken bana bakmıyorsun. Çünkü ben senin malınım, başka biri değilim. Elimi iş olsun diye tutuyorsun.

Erken boşalıyorsun, özür bile dilemiyorsun. — Allah belanı versin Aysel. Koşarak çıktı merdivenlerden Hilmi. Hesap ödemedi. Başı dönüyordu. Ve midesinde çığlık kıvamında bir bulantı. Köprünün üstüne abanmış yıldızsız gökyüzüyle yüzleşti kusarken. Utandı. Nedir bu yalanla sıvanmış iç meler? Yok ü bana baktı, yok örgütlülük sorunu, o varken herif beni kesiyor, yok bilmem ne, yok Allah belamı versin. Köprü altında önüne bakmadan ilerleyen gece, içki bardaklarını, midye dolmaları, kabuklarım, Çiğ börekleri, çiğ köfteleri, çiğ sohbetleri telefon-adres alışverişlerini, hesap ödemeleri, çıkması önlendikten sonra derin ve an lamsız bir sohbete yol açan kavgaları, türkülü türküsüz kusmaları, turistlerle konuşurken heba edilen Türkçeleri, İngilizceleri, Almancaları ve artık kapatıyoruz kovulmalarını birbirine düğümleyip bitişine kavuşuyordu. Gece yarısı, köprü altı sakinlerini her zamanki gibi, anlayışlı ve sabırlı bir sarhoş kahrı çeken yüzle karşıladı. Hüznün şiire en yakıştığı ve ölümün en yüreklice selamlandığı zamandı. Bir alkol spazmını kokluyordu martılar. “Her suçu üstlenebilir, her şeyi anlatabilirdi şiir. Utanmasaydı…” 1989 HÜZÜNBAZ SEVİŞMELER Adam, sessiz sebepsiz aşklarının uğultusunu dinleyerek, hatta ve zaman zaman, bu seslere içten içe yanıtlar yetiştirerek yürüyordu, kaldırımı kendisinden büyük yolda.

Bulutlar vardı, mor, gri, beyaz, kül rengi bulutlar. Bu, mor gri, beyaz, kül rengi bulutlara bakadurdu bir süre. Ve yürüdü Adam mor, gri, beyaz, kül rengi bulutların gözetiminde kendisi kaldırımından küçük yolda. Simitleri gerçekten gevrek ve sıcaktı vapurdaki simitçinin. Simitleri satılsın da para kazansın diye bağırmıyordu, bir gerçeği dile getiriyordu insanca. Ama kimse inanmıyordu. Adam inanıyordu ve belki de bu yüzden buluştu gülücükleri, vapurun çok kuytu bir yerinde. Suya baktı Adam, sudaki yüzüne, kendisine. Kim, nerede ve ne zaman kendisidir? Deniz, parıltısı gözde yansı yan, mavilere giyinik bir sonsuzluk o zaman. Mavi’den siyaha kaçak ve mora meyilli, alışık gözlere yeni yeşil gökkuşakları sunmaya üretken çılgın bir ıslaklık. Islandı gözleri. İndi vapurdan. Vapur rahatladı. Hafifçe gerindi kaptan. Adam ince ince gülüyordu.

Körpe körpe, köpüre köpüre cilveleşen denizin kıyısında. Yakışıklı mıyım, diye sordu Bıyıklı Adama. Bıyıklı Adam orada değildi, duymazlıktan geldi. Bıyıklı bir adama yakışacak davranış değildi ama bıyıklı adamlar davranışacakları zaman bize sormuyorlardı. Çok az insan bilir soru eklerinin ayrı yazılması gerektiğini. Bıyıklı Adam da bilmiyordu, zamanın düşünceden ayrı yazılacağını. Yakışıklı sayılırsın, dedi Dilsiz Kadın. Yıllar yılı herkesler Onun kör olduğunu sanmışlardı. Kör olmadığını görememişlerdi ve yine yanılmışlardı. Yanılmışlıklarını yinelemişlerdi de denebilir ama bu gerçeğin façasını değiştirmez. Zaten hangimiz değiştirebildik ki, az buçuk gayri safii milli hasıla telaşlanmalarını? Değiştirmek gibisi var mı, dönüşmek gibisi? içine hagayretlik getirdiğin küçük evrak çantası ve özel kalem müdürü yaşantısının içinde bir çıban asilliğinde aykırılaşmak. Birinci Adam olmak da var, Yoldan Geçen Adamın Sesi olmak da. Ya da hiç zamanlanmadığı halde, bir teşrifatçının teşrifatına sanık o1arak, en arkadan kendi filmini izlemek de var… Kadın ürkek ve çorabı kaçmışçasına tedirgin ve trafik kurallarına Özenli adımlarla geçti kırmızı ışıktan. Söyleniyordu. — Neden sevgililer içi el teri paylaşımında bulunamıyorum.

Seni seviyorum, öyle mi? Niye? Söylenmiş replikleri yinelemek mi bütün işimiz? Yoksa darağaçlarının iz düşümüne serpiştirilmiş doğruları mı doğrultmaya didiniyoruz? Kadın, dalları salkım saçak özentili bir ağacın gariban gölgesine sokulurcasına, sessiz bir çığlık attı, teri diz boyu otobüs sıkıntısının içinde: — Ben otobüste değildim ki. Kırmızı ışıkta durmaya çalışıyordum. Neden başkasına ait kendi kaderimin tayin hakkı? Adam bankta, Kadın otobüste terlemekte. Saatler zamanın olağan seyrinde, sancı içinde. Belki birbirlerine verebileceklerinin çoğunu tüketmişler görücü yöntemi yazgılarında ama yine de anne sütü sıcaklar saklıyorlar, ikili düşlere yamanacak. Görseler, sezebilseler, konuşacak bir konu başlığı ortaya atmanın ve paylaşmanın deli deşik sevincini. Merhaba, nasılsınız, siz kimsiniz, ben nasılım, siz 0 musunuz, sağ olun, tanıştığımıza memnun olmak isterim, beni hayal kırıklığına uğratmayın, sağ olun kullanmıyorum. Kadın bankın biraz gerisinde durdu. Karşıya baktı. Karşılara. Kimi kimsesi olmayan nice kimseler bakıyor, kirli duvarlara yazılı, çok zaferler özlemiş yazıların, artık soyut resim olmuş haline, diye düşündü. Siyahla umut yazılmış, polis beyazla silmiş, diye düşündü. Diye düşünmek özgürce. İsteyen istediğini, diye düşünebilir, diye düşündü. Adam, rüzgara aldırmadan bakıyordu Kadına.

Kadının küçük ama dik başlı, varlığını her fırsatta duyurmaya çabalı armut memelerine. Keşke öyle oturmasaydı Kadın. Keşke, düşlediğim gibi, amaçlı sonuçsuz yolculuklara hazır, ölümle alaylı bir huzurla bırakı-düşü-oturuverseydi. Merhaba, diyebilseydim. Siz kimsiniz, nedensiniz, sorabilseydi. Merhaba, dedi Adam, — Merhaba, dedi Kadın. Oysa az geride, olmamış bir sevda böyle bitmişti: (Sana söylemeliyim. Haksızlık bu. Ama öyle incesin ki ya kırılırsan, bu dikensiz akşamüstü?. Bileklerim incinir, yüreğim burkulur inan. Sana bitti demek, üzgünüm söylemek, kal gitme, ben giderim, ben ölürüm, hasretler eritirim omuriliğim de. Ayrılalım. Dur, düşürme gözlerini katışıksız hüznüme. Hayır, ağlama n ‘olursun. Gemilerin çürür batak sularımda, intiharlara jilet olur.

Acım sırrına erdirmez. N’olursun ağlama. Biliyorum hazır değildin, beklemiyordun ama o güzel gözlerini yalanlamak. —Ama. ben seviyorum., neden?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir