Yilmaz Oztuna – Bir Darbenin Anatomisi

1876 Türkiyesi 11.827.170 kilometrekare üzerinde 64.343.000 nüfusu barındırıyordu. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bu ihtiyar devlete Avrupalılar “Türkiye” veya “Osmanlı İmparatorluğu” diyorlardı. Türklere göre ise adı sadece “Devlet-i Aliyye”, yani “Yüce Devlet” idi. Kendilerininkinden başkasını devlet yerine koymayan bir zamanların Türkler’in zihniyetlerini yansıtan bir isimlendirme idi. Hâlbuki o zamanlar mazi olmuştu… 1074’te kurulan Türkiye Devleti’nin Selçukoğulları’ndan sonra ikinci büyük-hâkanlık (imparatorluk) hânedânı Osmanoğulları idi. Osmanoğulları’ndan atası Gazi Ertuğrul Bey, Ahlat çevresindeki atalar toprağını bırakmış, 1231 yılında bugünkü Bilecik-EskişehirKütahya illerinin kesiştiği yöreye yerleşmişti. Oğuzlar’ın, yeni adlarıyla Türkmenler’in 24 boyu içinde en soylusu ve hâkanlık boyu sayılan Kayılar’dan bir oymağın beyi idi. O sırada Türkiye tahtında, Konya’da oturan Selçuklu padişahı Büyük Alâeddin Keykubâd, Ertuğrul Bey’e o çevreyi “yurt” olarak vermiş, Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu sınırının o kesiminin korunması ve genişletilmesi görevini tevdi etmişti. Ertuğrul Bey, Söğüt kasabasını Bizanslılar’dan fethederek kendine merkez yapmıştı. Osmanoğulları’nın menşei bu idi. Selçukoğulları düştükten sonra, onların açık bıraktığı Türkiye imparatorluk tahtına hak iddia etmişler, uzun çabalardan sonra kırk beyliğe bölünmüş Anadolu’yu Selçuklular devrindeki gibi derleyip birleştirmişler, iddialarını kabûl ettirmişlerdi.


Oğlu Osman Bey, 1300’de büyük uç-beyi olmuş, onun oğlu Sultan Orhan 1326’da Bursa’yı Bizans’tan fethederek artık gerçek bir kral hâline gelmiş, onun oğlu Birinci Sultan Murad da 1361’de Edirne’yi gene Bizans’tan fethederek imparatorluk tahtına hak kazanmıştı. Onun oğlu Yıldırım Beyazıt Hân, 1396’da bütün Avrupa’nın birleşik ordusunu Niğbolu’da mahvederek, Timuroğulları’nın Türkistan (Doğu Türk) hâkanlığından sonra dünyanın ikinci büyük devletini meydana getirmişti. Onun torunu İkinci Murad, 1447’de Timuroğlu Sultan Şâhruh’un ölümüyle, dünyanın en kudretli devletinin sahibi olmuştu. Onun oğlu İkinci Mehmed, 1453’te İstanbul’u fethederek çağ değiştirmiş ve bir cihan devletinin temellerini atmıştı. Onun torunu Yavuz Sultan Selim, 1517’de “cihan devleti”ni gerçekleştirmişti… 1683 Viyana bozgununa kadar bu cihan devleti devam etmiş, sonra gerilemeye başlamıştı. Ancak 1771’e kadar Türkiye, hâlâ dünyanın birinci devleti idi. Bu tarihten sonra İngiltere, Fransa ve Rusya çok güç kazanmışlar, Osmanlı Devleti’ni, ehemmiyet bakımından, dünya devletleri arasında 4. sıraya düşürmüşlerdi. 1871’e kadar Türkiye bu 4. sırayı muhafaza etmiş, bu tarihte bütün Alman devletlerinin birleşerek Almanya İmparatorluğu’nu yeniden kurmaları üzerine 5. sıraya düşmüştü… 1876 Türkiyesi; işte İngiltere, Almanya, Rusya ve Fransa’dan sonra dünyanın 5. mühim devleti idi. Onu ehemmiyet sırasıyla Avusturya-Macaristan, Çin, Birleşik Amerika, İtalya ve İspanya takip ediyordu. Bu 10 devlet dışındaki devletler “büyük devlet” sayılmıyordu. Esasen 1875 dünyasında müstakil devlet sayısı 58’den ibâretti.

Bugünkü kadar devlet yoktu. Türkiye İmparatorluğu 1875’te Almanya, Fransa ve Rusya’dan sonra dünyanın 4. ordusuna, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyanın 3. donanmasına sahipti. Nüfus bakımından 58 devlet içinde Çin, İngiltere ve Rusya’dan sonra 4., toprak bakımından İngiltere ve Rusya’dan sonra 3. geliyordu… 1876’da dünya nüfusu 1.326.427.000’den ibaretti. Bu nüfusun 1 milyar 108 milyonunu 10 büyük devlet aralarında paylaşıyorlar, diğer 48 devlete ancak 189 milyon toplam nüfus düşüyordu. Dünyada sadece 8 şehrin nüfusu bir milyonu aşıyordu ve Osmanlı Devleti’nin taht şehri İstanbul bunlar arasında 5. idi… 1875 Türkiyesi, demiryollarının uzunluğu bakımından dünya devletleri arasında 9. ve telgraf hatlarının uzunluğu bakımından ise 5. idi.

Bu sırada ne Çin’de, ne Japonya’da tek kilometre ne demiryolu, ne de telgraf hattı bulunuyordu… Demek Osmanlı Devleti, modernleşiyor, çağ daşlaşıyordu… Modern ordunun, donanmanın, bakanlar kurulunun, devlet teşkilâtının kurucusu İkinci Sultan Mahmud idi. 1826’da bu hükümdar, kesin şekilde Batı’ya dönmeye karar vererek Türk Devleti’nin geleceğini tayin etmişti. Gerçi Üçüncü Selim 1793’de “nizâm-ı cedîd = yeni düzen” reformu ile daha önce bu kararı almış, fakat 1807’de başarısızlığını ilân ederek tahtı bırakmıştı. İkinci Mahmud, Üçüncü Selim’in gerçi amca-oğlu idi ama aralarında 24 yaş fark vardı. Çocuğu da olmadığı için, Şehzade Mahmud’u, kendi kafasına göre yetiştirmiş ve çok itina etmişti… İkinci Mahmud, Üçüncü Selim’in çok daha dikkatli, azimli, kararlı bir talebesi idi. 1826’da eski Türkiye’ye darbeyi vurduğu zaman taviz vermedi. Yeni Türkiye’nin kurucusu oldu. Harbiye’yi, Tıbbiye’yi açtı, Mühendishâne’yi modernleştirdi. Avrupa tekniğine âit neyi faydalı gördüyse aldı… Yalnız teknik medeniyeti… Türk kültürüne dokunmadı. Kanunî Sultan Süleyman’dan, 1566’dan beri gelen padişahların en büyüğü sıfatıyla 1839’da öldü… İkinci Mahmud’un yerine önce büyük oğlu Sultan Abdülmecid, onun ölümü ile de küçük oğlu Sultan Abdülaziz geçti. Bugünkü Türkiye’de Atatürk ne ise, o günkü Türkiye’de de Sultan Mahmud o idi. Mezarından rejimi yönetiyordu. Nice memnuniyetsizlik, nice muhâlefetler oldu, hiç kimse İkinci Mahmud’un yolunu bırakmaya cesaret edemedi. İkinci Mahmud rejiminin esasları şu idi: Avrupa’nın teknik medeniyetini onlar derecesinde öğrenip uygulayamazsak, geldiğimiz yere, Orta Anadolu’ya döneriz. Bunu yapacağız.

Çepçevre düşmanla çevrildiğimiz için ordu ve donanmamızı en üstün çizgide tutacağız. Fakat orduyu ne padişah olarak iç siyasette kullanacağız, ne de ordunun politikaya müdahâlesine izin vereceğiz. Ordu, sadrâzam denen imparatorluk başbakanının kayıtsız şartsız emrinde olacaktır. Başkumandan padişahtır. Ancak ordunun ve donanmanın fiilen başkumandanları olan serasker ve kaptan-ı deryâ, kabineye bakan sıfatıyla katılacaklardır. Onlar dışında hiçbir subay, politika ile uğraşmayacaktır… İkinci Mahmud’dan sonra devlet yönetimini üzerine, bilhassa Büyük Mustafa Reşid Paşa aldı. Reşid Paşa… Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük başbakanı ve en büyük diplomatlarından biri… İkinci Mahmud’un has adamı idi, efendisinin yoluna devam etti. İkinci Mahmud 1826’da modern rejimi kurmuştu ama ölünceye kadar devleti bizzat idâre etti. Kendisinden sonra gelecek oğullarının kendi büyük dehâsına sahip olamayacaklarını hesaplamış, Tanzimat denen ikinci bir reformlar dizisi hazırlamıştı. Ölür ölmez Tanzimat’ı, Reşid Paşa -kelle koltukta- ilân etti. 17 yaşındaki yeni padişah Sultan Abdülmecid, Tanzimat’ı akıllıca destekledi… Tanzimat ile padişah, mutlak yetkilerinin bir kısmından, kendi irâdesiyle vazgeçiyor, bu yetkiyi sadrâzama, hükûmete, yargı organlarına bırakıyordu. Artık padişah dâhil, hiçbir vezirin emriyle hiçbir kişiyi ne idam etmek, ne hapsetmek, ne sürmek, ne servetini Hazîne’ye almak mümkün değildi. Hepsi için bağımsız mahkemelerin kararı gerekiyordu. Mahkemeler sadece teknik olarak adliye nâzırına (adalet bakanı) bağlı olup, kararlarına devletçe hiçbir müdahale yapılamıyordu. Örfî idâre mahkemeleri bundan müstesna idi.

Örfî idâre mahkemeleri de yalnız devlete karşı ayaklanma suçlarına bakabiliyorlardı… Bundan başka padişah, gerçi sadrâzamı kendisi seçiyordu ama artık eskisi gibi beğendiği vezîri bu makama getiremiyordu. Bürokratik dengeyi kollamak mecburiyetinde idi. Dehşetli bir Tanzimat bürokrasisi kuruldu… Herkes mülkiye ve hâriciye mesleklerine rağbet etti. İlmiye ve askeriye mesleklerine rağbet azaldı. Zira İkinci Mahmud, ilmiye sınıfının elinden de yetki alanlarını dörtte bire kadar daraltarak pek çok selâhiyetini almıştı. Bu sınıf kabinede tek üye ile şeyhülislâm ile temsil ediliyordu. Mahkemeler, okullar hızla bu sınıfın elinden alındı, yeni kurulan sivil adliye ve maârif nezâretlerine bağlandı. İlmiye sınıfı hemen hemen din işleriyle uğraşır hâle getirildi, fakat dinî okullar onların yetkisine bırakıldı. Bununla beraber vakıflar bile ilmiye sınıfından alınarak sivil ve mülkî evkaf nezaretine bağlandı. Binâenaleyh herkesin en büyük arzusu, çocuğunu devlet idâresinde kâtip yapmak hâline geldi. Sivil Tanzimat idaresinde bürokrasinin ilk kademesi idi kâtiplik… Ve sadrâzamlığa kadar yolu vardı. Devlet, bir aydın bürokratlar sınıfına verilmiş oldu. Padişah da, ordu da, ilmiye de, kendi nüfuzlarını çok daraltan bu duruma isteyerek veya mecbûren razı oldular. Zira Sultan Mahmud, bu yolu göstermişti… Sultan Mahmud’a kavuk yerine fes, şalvar yerine pantolon giydiği, kızını kışlaları ziyarete gönderdiği için halk “gâvur padişah” dedi ama gerçekte devlet adamlarından hiç kimse açık bir muhâlefete cesaret edemedi. Subay ise, zâten Sultan Mahmud’un eseriydi, onun reformlarına başkaldırması düşünülemezdi.

Zira Harbiye’yi açan Sultan Mahmud idi. Harbiye’den o zamanlar yalnız piyade ve süvari subayı çıkardı ama, bunlar da ordunun esası idi. İstihkâm ve topçu subayı yetiştiren Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn ile deniz subayı yetiştiren Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, Sultan Mahmud’dan yarım, hattâ bir asır önce açılmıştı… Vak’a-i Hayriyye ve Tanzimat ile Türkiye’nin güç kazandığını gören Avrupa devletleri, Osmanlı Devletini bir an rahat bırakmadılar. Güçlenmesini önlemek için her türlü müdahaleyi yaptılar ama 1875 Türkiyesi’nde Avrupa ile teknik mesafe henüz ehemmiyetli şekilde açılmış değildi. Böylesine şartlar içinde, karmaşık meseleler ortasında olan Orta Avrupa ile Orta Afrika arasında uzanan, Doğu Türkistan’da Çin sınırında toprağı bulunan bu büyük devleti kimler yönetiyordu?. Söylendi, sadrâzamın başında bulunduğu Tanzimat bürokrasisi… Padişah, saltanat sürüyor, hükûmet etmiyordu ama bu bürokratlar kimlerdi? Bunları tanıyarak mevzuya girmek gerekiyor. Âlî Paşa ve Sonrakiler Mustafa Reşid Paşa, çok kudretli bürokratlar yetiştirdi ki; böyle bir kadroyu, Kanûnî devrinden, XVI. asırdan beri Osmanlı Devleti görmediği gibi, günümüze kadar da bir daha göremeyecektir. Büyük bir adam seçme ve yetiştirme kabiliyeti vardı . Yetiştirdiklerinin içinde ikisi, kendisi gibi dehâ sahibi idi. Âlî Paşa ve Keçeci-zâde Büyük Dr. Mehmed Fuad Paşa… Bu iki paşanın da gerçek mesleği -her ne kadar Fuad Paşa tıp fakültesi mezunu ise de- üstâdları, Reşid Paşa gibi diplomatlıktı. Binâenaleyh Tanzimat bürokrasisi hariciye, dâhiliye, maârif, maliye gibi bölümlere ayrılırsa, devlet idaresinde büyük ağırlığın hâriciyede, diplomatlarda olduğu görülür. Bunun sebep ve felsefesi şudur: Bir imparatorluğun yönetimi, bir millî devletin yönetiminden çok farklıdır. İmparatorluklar normal devletler değillerdir.

Bugün çağı geçmiş acayip devlerdir. Yemen’e ve Libya’ya, İstanbul’dan nahiye müdürü, takım ve bölük kumandanı gönderen bir devleti düşününüz… Böyle bir devlet ancak çok kudretli bir ordu ve donanma ile ayakta kalabilir. Gerçi tebaasının mutlak çoğunluğu devletten memnundur… Üstelik Türk imparatoru aynı zamanda halîfe’dir, yani dünyadaki bütün Müslümanların en büyük lideridir ama başka imparatorluklar da vardır. İmparatorluklar, birbirlerine yutulmamak için birbirleriyle devamlı mücâdele içindedirler. İlk defa olarak 1683’te Osmanlı Devleti, 4 büyük devletin ittifâkına mağlûp olmuştur. Kanûnî devrindeki Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin dünyanın geri kalan bütün ordu ve donanmalarının toplam gücü üzerinde tutulması askerî politikasının mâziye karıştığı anlaşılmıştır. Son defa Türkiye, 1736-39 savaşında İran, sonra Almanya ve Rusya gibi üç büyük imparatorlukla tek başına yaptığı harbi kazanmıştır ve bu da sonuncusu olmuştur. 1770’ten itibaren yenilmeye başlamıştır… Binâenaleyh Sultan Mahmud ve Reşid Paşa, Avrupa devletlerinin durumlarını incelemişler, hiçbirinin yanına müttefik almadan savaşmadığını görmüşlerdir. Ancak kudretli müttefik edinilebilmek için gene kudretli bir orduyu elde bulundurmak icap ettiğini de müşâhede etmişlerdir. Büyük Devletlerin çok hassas dengesi içinde bulunmak ve imparatorluğu ancak bu şekilde yaşatmak gerektiğine inanılmış, diğer imparatorlukların da hayatlarını ancak böyle devam ettirebildikleri görülmüştür. Bir Londra, bir Paris büyükelçiliğinin, hâriciye nâzırlığı kadar mühim olduğu anlaşılmıştır. Reş id Paşa ve talebeleri uzun yıllar bu Avrupa merkezlerinde bulunarak yetişmişler ve çok mâhirane şekilde büyük devletler dengesine girebilmişlerdir. Reşid Paşa’nın ölümünden sonra Âlî-Fuad Paşalar ekibi, çok iyi uyuşan, birbirini hiç kıskanmayan bir çift olarak, Osmanlı İmparatorluğunu, akıl almaz yetkilerle yönetmişlerdir. Biri sadrâzam olduğu zaman, diğ eri hâriciye nezâretine geçmiştir. Padişahı hükûmet hattâ devlet işlerine karıştırmamışlar, üstelik bu işi yazılı bir yetkileri olmaksızın, otoriteleri ve şahsiyetlerinin gücüyle becerebilmişlerdir.

Ancak üstâdları Reşid Paşa’dan eksik bir tarafları vardır: Adam yetiştirmemişlerdir… Âlî Paşa, 5 defa sadrâzam ve 8 defa hâriciye nâzırı olduktan sonra, 7 Eylül 1871’de öldü. Fuad Paşa iki buçuk yıl önce hayattan çekilmişti. 57 yaşını bitirmeden ölen Âlî Paşa’nın da politika sahnesinden çekilmesiyle, Türk siyâsî edebiyatında ve devlet hayatında zamanımıza kadar çok kullanılan “kaht-ı ricâl” tâbiri yayıldı. “Kaht-ı ricâl”, “devlet adamı kıtlığı” demektir… Âlî Paşa’dan sonra devlet hayatında istikrar bozuldu. Sadrâzamlar birbiri ardınca beceriksizlikler yapıp değiştirilmeye başlandı. Âlî Paşa’dan sonra Mahmud Nedim Paşa 10 ay, 24 gün, Midhat Paşa 2 ay, 10 gün, üçüncü defa Mütercim Rüş dü Paşa 3 ay, 27 gün, Ahmed Es’ad Paşa 1 ay, 28 gün, Şîrvânî-zâde Mehmed Rüşdü Paşa 9 ay, 29 gün, Hüseyin Avni Paşa 1 yıl, 2 ay, 10 gün, 2. defa Es’ad Paşa 4 ay, 1 gün, 2. defa Mahmud Nedim Paşa 8 ay, 16 gün sadrazamlıkta kalabildi… Böylece 1871 yılından 1876’ya gelindi… Sultan Aziz, Âlî-Fuad Paşalar devrinde hükûmet etmeyi düşünmezken, sadrâzamlarının eskileri derecesinde olmadığını, liyâkatsizliklerini, kudretsizliklerini, ihtiraslarını, yetersizliklerini müşâhede etti. Hükûmet işlerine karışmaya başladı. Mahmud Nedim Paşa, Tanzimat esaslarına aykı rı olarak devlet adamlarını sürmeye, rüşvet almaya başladı. Haleflerinin ekserisi de türlü şekillerde devletin anayasası mâhiyetinde bulunan Tanzimat’a aykırı hareket ettiler. Padişah, devlet ve hükûmet işlerine müdâhalelerini artırdıkça artırır oldu. Haklı haksız, kendi aklının, bütün devlet adamlarından fazla olduğuna kanaat getirdi. Devlet adamları içinde ikisi, fevkalâde ihtirasları ve iddiaları ile dikkati çekiyordu. Bunlardan biri sivil valilikten gelme vezirlerden Midhat Paşa, diğeri ise müşîr (mareşal) Hüseyin Avni Paşa idi… Hüseyin Avni Paşa Hüseyin Avni Paşa, 1821 yılında Isparta’nın o zaman köy olan Gelendost karyesinde doğdu.

Çok mütevâzı bir aileden geliyordu. Üstelik ailenin şöhreti iyi değildi. Babasının adı Eşekçi Ahmed idi. Bu Ahmed, Eğridir eşrâfından Hacımemişoğlu’nun uşağı idi. Bu sırada İkinci Mahmud, yeni açtığı Harbiye’de subay yetiştirmek için, Anadolu’da belli başlı eşrafın oğullarından birinin askerî öğrenim için İstanbul’a gönderilmesini emretti. Hacımemişoğlu, kendi oğlundan ayrılmak istemedi. Uşağının oğlu Hüseyin Avni’yi İstanbul’a yolladı. Hüseyin Avni, Hacımemişoğlu tarafından Gelendost’ta köy okulundan sonra Eğridir Medresesi’nde okutulmuştu. 1836’da İstanbul’a geldiği zaman 15 yaşında idi. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderris olan dayısının yanına sığında. Medresede Kur’ân ve Arapça okudu. 1837 Temmuzunda nefer (er) olarak Harbiye’nin hazırlık sınıfına alındı. 8 ay sonra imtihanla onbaşı, 1839 Temmuzunda çavuş, sonra başçavuş oldu. 1842’de Mekteb-i Fünûn-i Harbiye-i Şâhâne’yi bitirerek 21 yaşında mülazım (teğmen) rütbesini aldı. O yıl mezunlarından 5 teğmen, Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’ye, Harb Akademisi’ne ayrıldı, biri Hüseyin Avni Efendi idi.

1849’da erkân-ı harb kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle 28 yaşında Harb Akademisi’nden çıktı. Sınıfının üçüncüsü idi. Sınıf birincisi 1891’de ölen Müşîr Mahmud Mes’ud Paşa, ikinci de 1859’da ölen Müşîr Safvet Paşa’dır. Bu, Harb Akademilerinin ilk kurmay s ınıfıdır. Daha önce Türkiye’de de, Avrupa’da da kurmaylık yoktu. Hüseyin Avni Efendi, 1852 Haziranında binbaşı rütbesi ve “bey” unvanı ile Harbiye’ye taktik öğretmeni tayin edildi. 12 Haziran 1853’te yarbay rütbesiyle Şumnu’ya, sonra Sofya’ya gönderildi, az sonra Vidin’deki tümenin kurmay başkanlığına getirildi. Rusya ile savaş (Kırım Harbi) başlamıştı. Ferik (sonradan müşîr) Ahmed Paşa’nın yanında Çatana Meydan Muharebesi’nde Rus Ordusu’nun yenilmesinde hizmet etti. Muharebede bir Rus güllesi, bindiği atın kellesini koparıp aldı. Kumandanı Mirliva Çerkes İsmail Paşa, kendisine bir at hediye etti. Modern Türk Ordusu’nun Ruslar’a karşı ilk zaferine katıldığı için bu başarı siciline işlendi ve çabuk yükselmesinin âmillerinden biri oldu. Osmanlı Devleti’nde askerî veyâ mülkî bir görevde yıl geçirerek değil, liyakat ve başarı veyâ teveccüh üzerine rütbe alınırdı. Aynı sınıf mezunu bir kurmay albayın yanında, aynı kıdemde müşîr rütbesine çıkanlara rastlanırdı. Yönetimi millî devletlere benzemeyen imparatorlukların ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, faydası kadar zararı da olan bir sistemdi.

Çatana zaferi üzerine padişah Sultan Mecid, Hüseyin Avni Bey’e altın kabzalı kılıç, albay rütbesi ve 5. rütbe olan Mecîdî Nişânı’nın yerine 4. rütbe nişan verdi. Sonra mirlivâ (general) olarak Kars’a, oradan Şumnu’ya gönderildi. Kırım Harbi bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1855’te Sohumkale’deki (Gürcistan) kolordunun kurmay başkanı oldu… 3. rütbe Mecîdî Nişânı aldı. Savaş bitince Karadağ’a gönderildi. 1858’de Mekteb-i Harbiye kumandanı, sonra Mekâtib-i Askeriye (askerî okullar) kumandanı oldu. Tümen kumandanı olarak tekrar Karadağ’a gitti. 1862 Şubatında ferik (korgeneral), Ocak 1863’te Askerî Şûrâ reisi, Temmuz 1863’te müşîr (mareşal) rütbesiyle Birinci Ordu (İstanbul) Kumandanı, bir ara Serasker (millî savunma bakanı) vekili oldu. Birinci Ordu Kumandanı iken, 42 yaşındaki genç mareşalin bir hareketi, netice bakımından Türk imparatorluğunu acı maceralara sürükleyecek bir şekilde gelişti: Avni Paşa, Fuad Paşa’nın himayesindeydi. Âlî Paşa, davranışından ve fizyonomisinden hoşlanmadığı için Avni Paşa’yı pek tutmuyordu. Ancak arkadaşı Fuad Paşa’nın adamı olduğunu bildiği için sesini çıkarmıyordu. Üstelik Avni Paşa, devrinin en iyi askerlerinden biri olarak tanınmıştı… Binâenaleyh Bâb-ı Âlî bürokrasisinin gelenekleri içine girebildiği takdirde, Seraskerliğe kadar çıkmasına hiçbir engel yoktu… Genç yaşına rağmen devletin en yüksek askerî rütbesi kendisinden esirgenmemişti.

Padişahlar her Cuma günü, bir camiye namaza gi-derlerdi. Cami içinde dinî olan bu tören, cami dışında padişahın saraya gidip gelişinde tamamen askerî bir gösteri halini alırdı. Dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar, halîfelerini görürler, Avrupalılar Türk birliklerini seyrederler, İstanbul mahşer gününe dönerdi. “Cum’a Selâmlığı” denen bu mühim imparatorluk törenine, devlet adamları da katılırdı. İstanbul’daki Birinci Ordu Kumandanı’nın da katılması tabiî idi… Böyle bir Cuma günü Avni Paşa da büyük üniforması ile nişânları ve müşîr apoletleriyle törene katılmıştı. Törene Hânedân’a mensup kadınlar da katılırlar, yalnız kadınları n Cuma namazı kılması bahis mevzuu olmadığı için, kapalı saltanat arabalarının içinde avluda padişahın camiden çıkmasını beklerlerdi. Böyle bir törende Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’in eşlerinden bir Kadın-Efendi’ye sözle sarkıntılık etti… Böyle bir şey, Osmanlı tarihinde ne görülmüş, ne işitilmişti. Padişah eşleri Türk imparatorluk düzeninde, kraliçe protokolündedir (fakat imparatoriçe protokolü uygulanmaz, tek imparatoriçe, hayatta bulunuyorsa padişahın “Vâlide Sultan” denen annesidir). Bir bakıma görülmemiş derecede ağır bir suçtu, bir bakıma da seviyeli bir külhanbeyine bile yakışmayacak bir hafiflikti ama garip olan, Avni Paşa’nın mizacını göstermesiydi. Padişah kadınına böyle muamelede bulunabilen bir adamın, başkalarına neler yapabileceği, hattâ yapmakta bulunduğu düşünülebilir. Garabet Sultan Aziz’de de mevcuttur. Çünki böyle bir adama, cezasını çektiğine kanaat getirdikten sonra, tekrar en yüksek devlet görevlerini emniyet edebilmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir