Yavuz Sultân Selîm (1470-1520; 1512-1520), Dünyâ târîhinin mîmarlarından biridir. 8 yıllık kısa saltanatında Orta Doğu’ya gelecek asırlar için yön vermiştir. Bugünki Türkiye’nin Anadolu sınırlarını çizmiştir. Orta Anadolu’ya kadar uzanacak bir Şîî Türkmen İran devletinin oluşmasını önlemiştir. Gerçi Arab ülkelerine ilk ayak basan Osmanoğlu’dur, fakat bu hususta Selçuklular’ın bıraktığı yerden devâm etmiştir. Arab ülkelerini bir çatı altında toplamaya başlamıştır. Mûsul’dan Cezâyir’e, Haleb’den Yemen’e ve Sûdân’a kadar Arab âlemini Osmanlı çatısına almış, halefi olan oğlu Kaanûnî Sultân Süleymân, bu hususta babasının eserini tamamlamıştır. Hilâfet-i İslâmiyye’yi Arablar’dan Türkler’e, Abbâsîler’den Osmânoğulları’na alarak, İstanbul’u, İslâm âleminin merkezi hâline getirmiştir. Kızıldeniz’e, Hind sularına, Barbaros Kardeşler vâsıtasiyle Batı Akdeniz’e çıkmış, dedesi Fâtih’in Boğazlar’ı ve Karadeniz’i Osmanlı tekeline alan deniz politikasına devâm etmiş, oğlu Kaanûnî’ye Basra Körfezi’ne ve Ummân Denizi’ne çıkışı hazırlamıştır. Gerçi Osmanlı Türkiyesi, 1447’den beri Dünyâ’nın en kudretli devleti idi. Fakat 1517’de Mısır’ın fethi ile Osmanlı Türkiyesi’ni Cihân Devleti (Fr. Puissance mondiale, Alm. Weltreiches) hâline getiren, Yavuz Sultân Selîm’dir. Cihân Devleti, Arz’a hâkim olan devlet demek değildir, zâten târihte böyle bir devlet yoktur. Mutâbakatı olmaksızın Dünyâ politikasında kapital bir değişiklik yapılamıyacak güce erişmiş Devlet demektir. Osmanlı Türkiyesi, 1683’e kadar bu durumu, 1771’e kadar da 1. Dünyâ Devleti durumunu muhâfaza etmiştir. Yavuz, târîhin gördüğü fenomen şahsiyetlerden biridir. Şaşırtıcı işler yapmıştır. Onu târih sahnesine çıkartan, doğudan gelen Şâh İsmâîl’in Şîî Türkmen tehdîdidir. Safevî Devleti’nin XVI. asır metinlerinde geçen adı Türkmen Devleti’dir. Şâh İsmâîl’in Anadolu’dan kopartıp büyük imtiyazlar vererek İran’a götürdüğü birkaç yüz bin Türkmen tarafından kurulmuştur. Bu iş 1500 yılında olmuştur. 30 yaşında ve Şâh’ın yanı başında, Trabzon’da bulunan Şehzâde Sultân SelîmŞâh, bu oluşmanın şâhididir. Bu oluşmayı teessürle seyretmiş, genç İsmâîl’in yüz binlerce Anadolu göçerini mezheb değiştirterek, müfrit bir Şîî mezhebin çatısına aldığını, kendisini âdetâ mâbûd hâline getirdiğini, esefle tâkîb etmiştir. Bu oluşmayı Şehzâde üzüntüyle izlemiş, İstanbul ve Osmanlı üzüntüyle izlemiş, ancak İkinci Bâyezîd Türkiyesi çâresini bulamamıştır. Şehzâde Selîm, bu çâreyi bulduğuna ve düğümü kılıcıyle çözeceğine Ordu’yu ve milleti inandırdığı için tahta yükselmiştir. Babası İkinci Bâyezîd, öyle fazla ihtiyar falan değildir. 60’ını ancak geçmiştir. Ama derde devâ olamadığı için tahtı kaybetmiştir. Yavuz’un hayatta bulunan iki ağabeyi şehzâde vardır. Onlar, düğümü çözebilecekleri husûsunda inandırıcı olamadıkları için tahttan mahrum kalmışlardır. Yavuz’un pan-İslâm Şark politikası, halefi Kaanûnî Sultân Süleymân tarafından tâkîb edilmemiş, Osmanlı Türkiyesi’nin geleceği Doğu’ya değil Batı’ya teveccüh etmiştir. 1520’de babasının yerine geçen Sultân Süleymân ilk 3 seferini, Batı’ya yapmış, ancak 4. seferinde İran üzerine yürüyerek Irâk’ı İran’dan alıp Basra Körfezi’ne çıkabilmiş, bu müddet içinde Şîî Türkmen Safevî rejimi İran’da kökleşmiştir. Daha açık ifâdeyle, Şâh İsmâîl’in Sünnî Türkmen Akkoyunlular’dan aldığı İran’ı, Sünnî’liğe döndürmek mümkün olmamıştır. İran, çevresinde kendisini tehdîd eden Türkiye, Türkistân, Hindistân gibi üç çok kudretli Sünnî Türk imparatorluğuna rağmen, hayâtiyetini devâm ettirmiştir. Kafkas Türklüğü’nü Şîî’leştirmiştir. Sünnî Türkiye ile Sünnî Türkistân’ın arasını kesmiş, Türkistân’ı dışa kapalı bir ülke hâline getirmiştir. Türklük büyük zarar görmüştür. Doğu Türk âleminin Rus tahakkümüne düşmesinin uzak temellerini atmıştır. Şâh İsmâîl derecesinde Türk’lüğe zarar veren hiçbir Türk’ü târih kaydetmiyor. Yavuz’un halefi ve tek oğlu Sultân Süleymân’ı babasının radikal Doğu politikasını Osmanlı Devleti’nin ikinci derecede meselesi hâlinde telâkkî etmeye zorlayan sebep, Avrupa’da CharlesQuint’in zuhûrudur. İspanya kralı Charles-Quint’in, önce Almanya imparatorluğunu ele geçirerek Avrupa’nın yarısına hâkim olması, Fransa’yı ezmesi, İngiltere’yi tehdîdi, Charlemagne’ın Batı Roma imparatorluğunu gerçekleştirmesine ramak kalmasıdır. Ve Sultân Süleymân’ın Avrupa politikası olmasa idi bunu gerçekleştirecekti. Bu durumda Osmanlı Türkiyesi’nin bir Avrupa Devleti olarak hayâtiyetini muhâfaza edebilmesi ve Akdeniz’de hâkimiyetini devâm ettirmesi, imkânsız hâle gelirdi. Kaanûnî’nin fetihleri, babası Yavuz’unkinden az değildir, fakat fazla elde tutulamamış, büyük kısmı daha 18. asır girmeden tasfiye edilmiştir. Yavuz’un fetihleri ise kalıcı olmuştur. Anadolu’daki fetihlerini Türkiye her zaman muhâfaza etmiştir. Fethettiği Arab ülkelerindeki Osmanlı hâkimiyeti ise 1918’e kadar 4 asır devâm etmiştir. Yavuz, dedesi Fâtih’in planladığı Cihân Devleti’ni gerçekleştirmiş kişidir. Ancak Fâtih’in planladığı ve 49 yaşında ölümü ile gerçekleştiremediği Cihân Devleti, daha fazla Batı’ya dönüktür. Yânî Kaanûnî politikasına paraleldir. Yavuz ise mecbûren Doğu’ya dönmüştür. Belki İran’da Sünnî Akkoyunlu Türkmen hâkimiyeti devâm etse, Şâh İsmâîl zuhûr etmese, Yavuz da Batı politikası izliyecekti veyâ bir denge kuracaktı. Kaanûnî’yi Batı politikasına nasıl Charles-Quint’in beklenmedik zuhûru sevk etti ise, babası Yavuz’u da Doğu politikasına mecbûr eden, Şâh İsmâîl’in beklenmedik zuhûrudur. Ve iki zuhûr arasında 20 yıl kadar bir müddet vardır. Vaktiyle müfrit Şîî Fâtımîler, İslâm âlemini ikiye bölmüşlerdi. Salâhaddîn Eyyûbî haklarından gelmişti. Şimdi İslâm’a ayni oyunu Şâh İsmâîl adlı Türkmen şeyhi oynuyordu. Kürdler, Tebrîz’deki Şâh ile İstanbul’daki Pâdişâh arasında kaldılar. Hepsi Şâh’ın tebeası idiler. Fakat Sünnî’likten ayrılamadılar ve Pâdişâh’ın tarafına geçtiler. Zîrâ Şâh, Türkmen beylerine verdiği akıl almaz imtiyazları, Kürd beylerine tanımamıştı. Jeopolitik bir mücâdele olduğu ortadadır. Ancak mânevî bir mücâdele olduğu da gerçektir. Şâh İsmâîl’in törenle Ebû-Bekr, Ömer, Osmân, Âişe gibi İslâm büyüklerine lânet ve küfr ettirmesi, öz annesi dâhil Şîî olmayı reddeden Sünnîler’i öldürtmesi, kılıç ve kan siyâseti, Müslümanlar’ı müteessir etmişti. Büyük tepki doğurmuştu. “Babacığım” diye riyâkârca yaltaklandığı Sultân Bâyezîd’in topraklarını çiğnemesi, Anadolu’da ihtilâller çıkartması, Anadolu halkını Şîa’ya ve kendisini imâm tanımaya dâveti, mağrur Osmanlı’yı alt üst etmişti. Yavuz, ulemâ meclisini 1514’te topladı. Şeyhulislâm Zenbilli Alî Efendi, Şâh’ı tekfîr etti. Kazasker Sarıgürz Nûreddîn Hamza Efendi, ünlü fetvâyı kaleme aldı. Bu fetvâda şöyle deniyor: “Tâife-i Kızılbâş ki reîsleri Erdebîloğlu İsmâ’îl’dir, Peygamberimiz’in şerî’atını, ve sünnetini, ve dîn-i İslâm ve Kur’ân-ı mübîni istihfâf etdikleri, ve Allâhü Ta’âlâ harâm kıldığı günâhlara helâldir dedikleri ve mushafları ve kütüb-i şerî’ati tahkıyr edip oda yakdıkları ve mescidleri yıkdıkları ve dahi reîsleri la’îni (Şâh İsmâîl’i) mâ’bûd yerine koyup secde etdikleri ve dahi Hazret-i Ebû-Bekr’e ve Hazret-i Ömer’e sövüp hılâfetlerini inkâr etdikleri ve dahi Peygamberimiz’in hâtûnu Hazret-i Â’işe anamıza iftirâ edip sövdükleri ve dahi Peygamberimiz’in şer’ini ve dîn-i İslâm’ı götürmek kasdin etdikleri mâ’lûm ve zâhir olduğu sebebden fetvâ verdik ki, zikr olunan tâife kâfirlerdir ve mülhidlerdir. Bunları kırıp cemâ’atlerin dağıtmak cem’-i Müslümânlar’a vâcib ve farzdır. Müslümânlar’dan ölenler sa’îd ve şehîd ve Cennet-i â’lâdadır ve anlardan ölenler hôr ve hakıyr, Cehennem’in dibindedir, bunların hâli kâfirler hâlinden eşeddir…”. Yavuz’un Çaldıran seferi için yaptığı hazırlık ve masrafların, dedesi Fâtih’in Otlukbeli seferi için yaptıklarının iki katı olduğu biliniyor. Otlukbeli’nde İran’ın Türkmen şâhı Sultân Uzun Hasan Bey, Osmanlı’yı Anadolu’dan atmak için, bütün Avrupa devletleri ile ittifâk etmişti ki, Avrupalılar da Osmanlı’dan Rûmeli’ni almak istiyorlardı. Uzun Hasan, Şâh İsmâîl’in –annesi tarafındanbüyük-babasıdır (annesinin babası). Ama Sünnî-Hanefî’dir. Binâenaleyh onun 40 yıl önceki tehdîdi, Osmanlı düzenini yıkmak, Türkmen aşîret beyleriyle Anadolu’yu yönetmek, Türkiye’yi gene Orta Çağ’a döndürmek şeklindedir. Anadolu’yu Şîîleştirmek gibi bir tehdid yoktur. Zîrâ İran’ın çoğunluk mezhebi de o dönemde Sünnîlik’tir. Ancak Uzun Hasan’ın 20 kadar Hristiyan Avrupa devleti ile Osmanlı Türkiyesi aleyhine ittifâk etmesi, durumu ve tehdîdi ağırlaştırıyordu. Yavuz, Safevî tehlikesini bertaraf ettikten sonra, başka bir Türk imparatorluğuna, Memlûkler’in üzerine döndü. Dedesi Fâtih’in Memlûk politikasını daha radikal biçimde izlediği gibi, babası Sultân Bâyezîd’in Memlûkler karşısındaki başarısızlığının öcünü de alacaktı. Haleb yakınlarında Merc-i Dâbık’ta Memlûk ordusunu sultânları ile berâber imhâ ve Memlûk ordusunda bulunan Abbâsî halîfesi Üçüncü Mütevekkil’i esîr etti. Haleb’e girince Ulu Câmî’de halîfe olarak adına hutbe okuttu. O andan îtibâren resmî vesîkalarda “Halîfe-i Rûy-i Zemîn”, “Hazret-i Zıll’ullâh”, “Pâdişâh-ı Cihân-penâh halledet hılâfetehü”, “Hılâfet tahtının sultânı”, “Halîfetü’r-Rahmân” gibi tâbirlerle anıldığı görülür. Kaahire’nin fethinden sonra da Melik Müeyyed Câmii’nde iştirâkiyle kılınan Cum’a namâzında “Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn, Sultân-ı Arab ve’l-Acem, Pâdişâh-ı İslâm” diye anıldı. Hılâfet sıfatına, Şâh İsmâîl’in imamlığını îlânı münâsebetiyle ehemmiyet vermiştir. Haremeyn (Mekke ve Medîne şehirleri) yoksullarına 200.000 altın sadaka göndermiş, Kaahire, Mekke ve Medîne’deki bütün şürefâ, sâdât ve ulemâya ağır hediyeler yollamıştı. Hılâfetine hiçbir taraftan îtirâz edilmedi. Ünlü müsteşrik-türkolog Wilhelm Barthold’ün 1912’de yayınladığı bir makalede Yavuz’un hılâfetini şüpheli göstermesi, politik bir manevradan ibârettir. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin dîğer İslâm ülkelerince desteklenmesini önlemek için, Türkiye hâkaanının hılâfet sıfatının üzerine gölge düşürmeye mâtûftur. Barthold’ün târihçi olarak şöhreti, birçok zihinlerde ve hılâfetin Osmânoğulları’nda bulunmasından çekinen Batı ve kıskananDoğu çevrelerinde akisler yapmasına zemin hazırladı ki, esâsen maksad da bu idi. Barthold’ün makalesinden sonra geniş Osmanlı târihleri kaleme alan İ.H.Dânişmend, İ.H.Uzunçarşılı gibi târihçiler, onun bu politik makalesine hiçbir ehemmiyet vermemişlerdir. Bununla berâber, Cihân Devleti yıllarında Osmanlı hâkaanının halîfe sıfatını, birçok sıfatı arasında kullandığı, Devlet geriledikçe bu sıfata ağırlık verildiği de bir gerçektir. 1774 Küçük Kaynarca Muâhedesi’nde Rusya, pâdişâhın halîfe sıfatını resmen kabûl etmiştir. Bununla berâber halîfe sıfatını ağırlıkla kullanan ve hâkan (pâdişâh) sıfatıyle eşdeğer sayan hükümdârları görmek için Sultân Abdülazîz, hattâ İkinci Abdülhamîd devrine kadar inmek gerekiyor. Ancak İkinci Abdülhamîd’in halîfe sıfatını, hâkan sıfatıyle eşdeğer şekilde kullandığı tesbît edilebiliyor. Barthold’ün iddiası doğru olsa idi, 1517’de son Abbâsî halîfesinin Yavuz tarafından İstanbul’a götürülmesinden birkaç yıl sonra oğlu Kaanûnî eski halîfeyi açıkça ve ağırlıklı şekilde sâhib çıkmalarına kadar, Hılâfet-i İslâmiyye makamının boş tutulduğunu kabûl etmek gerekir ki, ünlü müsteşrikın oluştumaya çalıştığı hava da bu idi. Zîrâ 20. yüzyılın başlarında İkinci Abdülhamîd’in hılâfet politikası İngiltere, Fransa, Rusya, Holanda gibi on milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı ülkeleri sömürgeleri hâline getiren Batılı emperyalist devletleri çok korkutmuştu. Bu korkunun, 1920 yılları başlarına kadar devâm ettiği, bilhassa İngiltere resmî vesîkalarının binlercesinde görülür. Gerçekte 632’de Peygamber’in vefâtından 1924’te hılâfet-i islâmiyye’nin ilğâsına kadar hılâfet tahtı, hiçbir dönemde velev kısa müddet için olsun boş kalmadı. 1924’den îtibâren ise tamâmen boşaldı ve sona erdi. Yavuz’un 50 yaşında ve kısa bir saltanattan sonra ölmesi, dedesi Fâtih’in 49 yaşında –fakat uzun bir saltanattan sonra- ölmesine benzer. Politikaları tamamlanamamıştır. Yavuz, 1470 yılının ilk aylarında, babası Ulu Şehzâde (İkinci) Bâyezîd’in sancak beyi bulunduğu Amasya şehrinde, Dulkadıroğlu Alâeddîn Bozkurd Bey’in kızı Ayşe Hâtûn’dan doğdu. Fevkalâde yüksek bir tahsil gördü. 1481’den önce dedesi Fâtih tarafından İstanbul’a çağırıldı. Çok küçük çocuktu. Dedesinin kendisini kucağına alıp sevdiğini, o sırada derin saygısından dedesi Fâtih’in yüzüne kucağında iken ancak bir ân için başını kaldırıp bakabildiğini, sonradan pâdişâhlığında anlatmıştır. Bir müddet İstanbul Sarayı’nda terbiye görüp Amasya Sarayı’na babasının yanına iâde edildi. 1481’de Fâtih ölüp İkinci Bâyezîd tahta geçince, Şehzâde Selîm de, 11 yaşında olduğu hâlde, 3 ağabeyi ile berâber İstanbul’a geldi. 1487’de 17 yaşında iken Trabzon sancak beyliğine tâyîn edildi. Trabzon’a, annesi ile berâber gitti ve annesi Trabzon’da öldü. Sert karakteri dolayısıyle “Yavuz” denen Şehzâde Sultân Selîm-Şâh Hân’ın 24 yıl süren Trabzon Vâlîliği, onu politikanın ve askerî hayâtın içine attı. Trabzon, serhad idi. Kafkasya’ya ve İran’a karşı serhad. 1500’e kadar Kafkasya ve İran’da Sünnî Türkmen Akkoyunlular hâkimdi. Osmanlı Devleti ile bir problemleri yoktu, Uzun Hasan Pâdişâh’ın vasıyyeti mûcibince 1473’ten sonra bir daha aslâ Osmanlı ile karşı karşıya gelmemeye dikkat etmişlerdi. Ama 1500’de Şâh İsmâîl, yıldırım darbesiyle –ana tarafından mensûb bulunduğu- Akkoyunlu hânedânını yıktı ve dedesi Uzun Hasan’ın vasıyyetini kulak ardı ederek Osmanlı ile uğraşmaya, derinlemesine (Antalya ve Muğla’ya kadar) Anadolu’ya hulûle çalıştı. Bu durum, Şehzâde Selîm’in, İkinci Bâyezîd’in 8 oğlu arasında(ki 4.’leri idi) parlamasına zemin hazırladı. 1500’de Şehzâde Sultân Selîm, 30 yaşında, yaşça ve tecrübece Şâh İsmâîl’den olgun, sert bir askerdi. Bu ândan îtibâren Yavuz’un biyografisini, Osmanlı ve zaman zaman Dünyâ târîhi çerçevesinde vermeye çalışacağım. Kitâbımın sonunda, İkinci Bâyezîd ve Yavuz âileleri üzerinde etraflı bir şecere bahsi vardır. Burada o çağın bütün Osmânoğulları, şehzâdeleri ve sultânları ile, görülecektir.
Yilmaz Oztuna – Yavuz Sultan Selim
PDF Kitap İndir |