”Günlerini dışarıda geçirse de, Tanrı her geçe Ruanda’ya geri döner.” Benim ülkemde bu, misyonerlerin kuşatmasından daha eski bir atasözüdür. Evet, Imǚ ana’nın her akşam uyumak için Ruanda’ya döndüğü söylenirdi. Rahipler, ona Mungu dememiz gerektiğini öğretmişlerdi bize; Svahili dilinde Tanrı demekti bu. Ancak kısa süre içinde, önceleri gizlice, sonradan açık açık, yeniden Imǚ ana demeye başladık ona. Geceleri de dualar ederdik. Ruandalı ruhu böyledir işte, doktrinlere başkaldırır. Anlayabilene! Imǚ ana hâlâ akşamları uyumak için ülkeme dönüyor mu? 6 Nisan akşamı orada mıydı? Bizi şeytanın pençesine terk etmedi mi? Belki de o akşam hava erkenden karardığı için, Ruanda’ya dönecek zamanı bulamamıştır. “Nasıl bu kadar kötü yaralanabildiniz?” “Yaralanmadım, Muganga! Beni öldürmek istediler. Beni katletmek istediler. Kigali’ye doğru, yolda yürüyordum. Başkanlık Koruma Alanı’nın önünden geçiyordum. Birden, üç asker çıktı önüme. Silahlı bir milis de onlara katıldı. Askerlerden biri kimliğimi sordu, milis kuşkulu bir tavırla süzdü beni. “Tutsi! Tutsi!” diye bağırdı aniden. Geri dönecek zamanı bulamadan, bacağımda keskin bir acı hissettim. Derken, milisin otlar arasında palasını temizlediğini gördüm. Bütün bildiğim bu kadar, Muganga.” “Bütün Tutsileri katletmeyecekler herhalde, öyle değil mi Makuza? {1}” “Hepimizi öldürecekler. Seni de, Muganga.” “Sayıklıyorsun. Sana bir uyku ilacı vereyim de, yarına kadar sakin sakin uyu. Odžbür gün gel de, analizin sonucunu öğren. “Peki Muganga. İyi akşamlar!” Makuza’nın bacağını sürüyerek dispanserimden çıkışını izliyorum. Biraz daha çalışıyorum, dispanserin pencerelerinden bir tek beyaz gömleğimin görüntüsü yansıyor; kolları, bacakları, kafası olmayan, görünmeyen iplerle çekilen bir kukla gibi hareket eden bir gömlek sanki. Ben siyah bir kadınını, camlar bedenimi yansıtmıyor. Makuza’nın birkaç damla kanını, kurusun diye lamın üzerinde bırakıyorum. Hazır kanı akmışken, sıtmaya yakalanıp yakalanmadığını öğrenmek istemişti. Bu, her zaman yaptığım bir iş, hareketlerim robot gibi, düşe dalıyorum. Kan bir türlü kurumuyor, analize hâlâ başlayamıyorum. “Bu insanlar asi kanlı.” Bu çağrışıma gülüp geçiyorum. Makuza’yı bir daha hiç göremeyeceğim. On altı yıldır evliyim. Sekiz gün sonra on altıncı yılımız dolacak. Joseph’e ne hediye alsam? On altı yıldır süren bir aşk. Aşk mı? Aşkın ne olduğunu bu on altı yıl içinde öğrendim. Evet, böyle söylemek daha doğru olur. Ghristian da yakında on beş yaşını dolduracak. Amatör karateci, geleceğin rahibi, küçük arkadaşlarının koruyucusu. Odžlüm hakkında kendine sorular yönelten Christian. Daha o yaşta! Bana öğütler vermeye kalkışan Christian, ne çocuk ama! Nadine ise tam tersi; hâlâçıtı pıtı, gün boyu şarkı söyleyip dans eder ve nasıl yanıtlayacağımı bilemediğim bir soruyu aniden soruverir. En iyi arkadaşının neden Hutu olduğunu sorar örneğin. Evin küçük güneşi Nadine, on üç yaşına ulaştı bile… Bir de, evlat edindiğim sevgili küçüğüm, yuvanın perisi, yemek pişirmeye, ev işlerine meraklı, çalışkan ve insanın içine dokunacak kadar çekingen olan Sandrine var. Ben “Muganga”yım. “Doktor” anlamına geliyor. Ama doktor değilim. Udžç çocuğu, bir kocası, ülke içinde ve dışında bir sürüakrabası olan bir başhemşireyim. Tutsiyim. En büyük kusurum bu. Halim vaktim yerinde Bu da ikinci kusurum. Gururluyum, bu da üçüncüsü. Dispanserim benim gurur kaynağım. Sağlık Bakanlığı onu model gösteriyor; benzerlerini tasarlamak için ziyarete geliyorlar, Beyaz duvarları ve mavi perdeleriyle mis gibi. Tek sorun şu ki, muayene odamın önünde basit bir bölme var sadece, Alçak sesle konuşmak zorunda kalıyorum. Günün birinde araya bir duvar ördürmem gerekecek. Telefonun sesi düşüncelerimi bölüyor. Hayrola! Bu saatte kim arıyor acaba? Yine hastalar. Hep aynı hikâyeyi anlatan yaralılara bakmaktan bıktım artık. “Beni yakaladılar, beni öldürmek istediler, kolumu kesmeye kalkıştılar.” Almacı kaldırmak gelmiyor içimden. Çocuklarımı, Joseph için düzenleyeceğimiz kutlama törenini düşünmek istiyorum. On altı yıldır süren evliliğimizi. Butare’deki akrabalarımdan bütün gece birlikte dans etmek için buraya gelmelerini istesem mi acaba? Şimdi çocuklarımı ya da kocamı değil, gün boyu kasabaya egemen olan güneşi düşünüyorum. Ruanda’nın en iyi dostu güneş sayesinde mutlu bir gün geçirdik. Joseph’e ne hediye alsam? Hayır, almacı kaldırmayacağım, yarın bir daha arasınlar. Kaldırıyorum. “Yolande, Yolande, çabuk ol, hemen eve dön. Seninle konuşmalıyım.” “Ne? Ha! Joseph. Neler oluyor?” Kapattı bile. Evi arıyorum. Hat kesik. Joseph bana ne söylemek istedi acaba? Kocam sevişmek istediğinde, arada bir böyle tuhaf şeyler yapar. Dispanserde geç saatlere dek çalıştığım akşamlar, beni görebilmek için bahaneler uydurur bazen. Döndüğümde, sofrayı kurulmuş bulurum. Çocuklar yatmış olur. Joseph yanıma oturup güçlü olmam gerektiğini söyler, nefis yemeği kaşıkla ağzıma verir. “Önümüzde uzun, bir gece var, gücünü toplamalısın,” diye güler. Ben de yerim. Gece boyu sevişiriz. Sabah, yeni yetme bir çocuğunki gibi olur yüzü. “Sen hem yüreğimin, hem de bedenimin Muganga’sısın,” diye bana laf atıp Ulaştırma Bakanlığı’na gitmek üzere dans edercesine ayrılır evden. Joseph’i seviyor muyum? Bilmem ki. Benimle evlenmek istediğinde ona âşık değildim. Sonradan oldum. Tek bildiğim bu. “Yolande, Yolande, çabuk ol, hemen eve dön. Seninle konuşmalıyım.” Bu sözler hâlâ kafamın içinde çınlıyor. Genelde, Joseph’in niyetinin ne olduğunu sesinden anlarım. Oysa bir akşam, düş kırıklığına uğradım. Dispansere telefon ederek hemen eve gelmemi istemişti ama, amacı sevişmek değildi, sadece Tanzanya’dan ansızın gelen akrabalarımın ziyaretini kutlamak istiyordu. Bu akşam her şey farklı, sesinden belli oluyor. Yoksa evde bir şeyler mi dönüyor? Yolunda gitmeyen ne? Sandrine yemek pişirirken ciddi biçimde bir yerini mi yaktı yoksa? Nadine’in ateşi çıkmış olmasın sakın? Makuza’nın kanını bırakıyorum. Lamın üzerinde gece boyu kurusun, yarın analiz ederim. “Bernard! Ben çıkıyorum.” Gece bekçisi, elinde bir kâse pirinçle beliriyor, parmaklarıyla yiyor yemeğini. Muganga’ya iyi geceler! Bernard her şeyle ilgilenir, özellikle de ilaç deposunu kilitlemeyi ihmal etmez. “Kimse bu gece bir şeyler araklayamaz, Muganga!” “Tamam, Bernard. Tamam.” Bernard masum bir gülümsemeyle karşılık veriyor. Geceleri, arkamı döner dönmez yatıştırıcı ilaçlar dağıttığını biliyorum. Benim adıma doktorluk yapması için güvenimi kazanmış ve bu işi yapması için iznimi almış olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor. Bir gece, polis onu sarhoş bir halde yakaladı. Cezayı ben ödemek zorunda kaldım, çünkü Bernard her zamanki gibi parasızdı. Evet, burası benim dispanserim, aletler, ilaçlar hepsi bana ait, onları kendi paramla satın aldım. Yeri kiraladım, ama içerideki her şey bana ait. Tırtıklandığımı biliyorum. Ama ilaç alacak parası olmayan insanların hırsızlık yapmasına nasıl karşı çıkılır? Aslında ihtiyaç duyanlara yardımcı olma isteği dışında, hiçbir şey benim sayılmaz. Ben doktorum. Yakınlarda doktor bulunmadığı için doktorluk yapan bir hemşireyim. Doğum yaptırır, anestezi yapar, hatta küçük müdahalelerde bulunurum. Bütün bunlar Uzmanlık alanımı aşan şeyler. Ancak acilen ameliyat olması gereken bir insanı, Kigali Hastanesi’nde bakıma alınmadan önce iki gün bir sedye üzerinde yatacağını bile bile nasıl terk edersiniz? Burada, Kigali’nin dışında kalan Nyamirambo bölgesindeki Cyivugiza’da tek bir dispanser var; o da benimki. Yedi yüz nüfus için. Hava biraz soğuk. Evime giden dar yokuşu hızlı adımlarla iniyorum. En fazla, beş yüz metre. Hayret, Nicolas dış cephesini beyaza boyatmaya karar vermiş. Zamanı gelmişti. Kimse benimle konuşmuyor. Şurada, ahşap bir evin önündeki banka oturmuş iki adam sigara içiyor. Orada, kurumuş muz yapraklarından yapılma bir çardak altında duran birkaç kadın yüksek sesle gevezelik ediyor. Ikǚ i delikanlı, bir kümese tırmanmış, bağıra çağıra hâlâ oyun oynuyor. “İyi akşamlar, arkadaşlar!” diye sesleniyorum. Karşılık vermiyorlar. Bakışlarını gözlerimden kaçırıyor, ben geçerken yüzlerini çeviriyorlar. İki kadın, hâlâ sohbet ediyor. Neler oluyor? Sabah vakti benimle konuşmuş, bana gülümsemiş, yanıma gelip beni kucaklamışlardı. Bu akşam ise bir şeyler dönüyor. Bir sundurmanın altında zayıf bir ampul ışığı parlıyor. Dört erkek orada, sivrisinekler ve beşinci erkeğin öğütleri arasında kâğıt oynuyor. Dişleri arasından,”Muganga bu,” diye homurdandıklarını duyuyorum. Kimse bana iyi geceler dilemiyor. Benim dileklerim ise yankısız, karşılıksız kalıyor, kendimi yalnız hissediyorum. Tehlikede miyim? Beni Afrikalı saymadıklarını biliyorum. Acaba kot pantolon giydiğim için mi, yoksa sadece iki çocuk doğurduğum için mi? Ayrıca kocama baskın çıktığımı ve günün birinde onu terk edeceğimi söylüyorlar. Çünkü erkekler açık kadınlardan hoşlanmaz; hele parası, beyaz dostları, bir de Pierre Cardin marka gözlüğü varsa, hiç hoşlanmazlar. Ona egemen olmak, onunla yatmak isterler. Beni baştan çıkarmak isteyen kim bilir kaç erkeği geri çevirdim. Kim bilir kaç kadın benden kuşku duyuyor. Oysa başkasının kocasını elinden almam ben, kendiminki bana yetiyor. Köylüler ise beni sever, belki de yoksul oldukları için. Bir an duruyorum. Mehtap bir tepeyi çırılçıplak aydınlatıyor. “Bin tepeli ülke”yi, yani ülkem Ruanda’yı yüceltmeyi çok iyi bilen popüler şarkıcı Masabo’yu düşünüyorum. Yürürken şarkı mırıldanıyorum. Yine duruyorum. Tanrı İmana’nın her akşam dinlendiği kutsal Ruanda! Hamile kalmış Tutsi kızlarının bir zamanlar gökyüzünün aynası olan yeşillik cevheri Kivu Gölü’ne atılışından söz eden bir şarkıyı anımsıyorum. Ruanda’nın batısında, Kibuye’de yaşayan Amanda adlı güzel bir kıza da ailesi bu cezayı layık görür, ancak gizlice bir kayık kiralayan büyükbaba torununu kurtarır ve Ijǚ vi adasına gönderir. “Akşamları Ijǚ vi’ye baktıkça, küçük Amanda’mı düşüneceğim,” der. Ijǚ vi Adası’nda oturan Zairelilerin o günden beri, güzelliğine hayran kaldıkları Tutsi kızları kurtarmak, kaçırmak ve onlarla evlenmek için kayık kiraladıkları söylenir. Karisimbi volkanının Ruanda’yı koruyabilmek için hiç uyumadığı söylenir. Bu da bir başka efsane, çünkü Karisimbi binlerce yıldır faaliyete geçmedi. Arada bir, tepesi beyaz karlarla kaplanır, tıpkı bir çengi şalvarı gibi. Yamaçlarında koşuşturan goriller bazen insanlar gibi ağlarmış, yavruları ise çiçeklerin dilinden anlarmış sözde. Daliya, ülkenin merkezindeki bir tepe üzerinde yaşayan genç bir kadındır. Başka ülkelerdeki pirinç gibi, art arda dizili sekilerde manyokanın yetiştiği o bin tepeden biridir bu. Masabo, karşı tepeden ona seslenir, yokluğundan yakınır, onu görmek için sabırsızlanmaktadır. Ancak Daliya, iç kıpırdatan bu acıklı ezgilere duyarsız kalır. Ruanda’da insan, tepesinin üzerinde kendi yağıyla kavrularak yaşar. Peki bataklıkların vahşi hayvanları ile Akagera bozkırları, şarkıcılarla çengilerin kendilerini üne kavuşturduklarını bilirler mi? Gergedanlar, zebralar, karacalar, aslanlar, leoparlar, sırtlanlar, zürafalar, ϐiller, Ruandalıların kendilerini ekilebilir topraklardan yoksun bırakıp bu yerleri onlara sunduklarını bilirler mi? Zaman zaman, Masabo’nun sesinin ülkemi betimlediği izlenimine kapılıyorum; önce volkanlardan gelen tiz ve sinirli bir sestir bu, ardından tatlı tatlı dalgalanır, bin tepenin yamaçlarıyla birleşir, sonunda sakinleşip neredeyse huzura kavuşarak Tanzanya bataklıklarında yitip gider. 2. Bölüm Yemek odasına fırtına gibi dalıyorum. “Joseph! Ne yapıyorsun orada? Neler oluyor?” Kocam yere çömelmiş, sırtı duvara dayalı, başı elleri arasında. Ampulden çiğbir ışık yayılıyor, çevresinde pervaneler çılgın bir dans halinde dönüp duruyor. İçki dolabı kapalı, sofra kurulmamış, zeytin yeşili çiçekli perdeler ardına kadar açık duruyor. “Joseph! Neyin var senin?” Kralın uşağı gibi, önünde diz çöküyorum, Yavaşça başını kaldırıp bana bakıyor. Ağlıyor. “Yolande…” Sözcükler bir türlü çıkmıyor ağzından. Ellerini tutuyorum. “Yolande, bağışla beni!” “Bağışlamak mı? Ama neyi?” “Habyarimana az önce öldürüldü.” “Haby…” Gırtladığımdan ancak bu kadarı çıkabiliyor. Onun yanma çöküveriyorum. Uzun bir süre böyle yüz yüze, tek bir söz söyleyemeden kalıyoruz. Rahatsız bir konumdayım, devrilmemek için bir elimle yere tutunmak zorundayım. Bir ağacın içinden, kuşun biri, gitgide yükselen yumuşak ve tiz bir sesle üç nota şakıyor ve inatla tekrarlayıp duruyor. “Bana öyle bakma Yolande, suçlu olduğumu biliyorum.” “Suçlu değilsin. Bilemezdin ki.” “Senin istediğin gibi çocukları ülke dışına göndermeyi kabul etseydim…” “Bilemezdin ki.” İtiraflarından kuşku duyarcasına, kuru bir sesle konuşuyorum. Aslında, ülke dışına kaçmaya gizlice hazırlanıyordum. Bankadaki hesaplarımızı paraya çevirmiş ve bir kısmını dispanserimdeki kasaya, kalanını da misyonerlerin evine bırakmıştım. Gitme kararını almamız için her gün Joseph’e baskı yapıyordum. Ancak her seferinde uzun tartışmalar sonucu, karar erteleniyordu. Normal çiftler arasında genelde olduğu gibi. Joseph aniden ayağa kalkıyor, odayı arşınlıyor, duvarın üzerinde bir sivrisinek eziyor, kendine lanet okuyor. Kükrüyor. “Biliyordum.” “Sakin ol! Yol yolcuyu uyarsaydı, kimse yönünü şaşırmazdı.” “Biliyordum! Kendi çocuklarımı öldürdüm! Hata benim. Çocuklarım ölmek üzere. Tanrı beni kahretsin!” Her cümlenin sonunda, yumruğunu hırsla masaya vuruyor. “Habyarimana’nın planlarını üç yıldır herkes biliyor. Radyo sekiz aydır Hutuları, Tutsileri öldürmeye teşvik ediyor. Udžç aydır da, kendi partisinin aşırı kanadının Habyarimana’yı aştığı biliniyor. Katliam hazırlığının yapıldığı biliniyor. Biliniyor. Oysa ben görmek istemedim!” Joseph kendini bir hasır iskemleye bıraktı. Yenilmiş, güçsüz, öϐke ve üzüntüden altüst bir halde, ağlıyor, “Biliyordum Yolande, biliyordum. Ama inanmak istemiyordum, Bu kadar küçük bir ülkede, herkesin aynı dili konuştuğu, insanların aynı gelenekleri paylaştığı bu ülkede, nasıl akıl edebilirdim…” Bakışlarıyla bana yalvarıyor. Her şeyin yitirilmiş olmadığını söylememi istiyor sanki. “Her şey yitirilmiş değil.” Bunu öylesine söylüyorum, inanmadan. Ama Joseph ağlamayı kesiyor! “Her şey yitirildi,” diyor bir öfke nöbetine kapılarak. Erkek kardeşim rüzgâr gibi içeri dalıyor. Irǚ i gözlerini üzerime dikiyor. Yüzüher zamankinden de süzgün. Ağlıyoruz. Népo ellerimi avucuna alıp sımsıkı tutuyor. Uzaklarda bir patlama oluyor, Joseph kendini bahçeye atıyor. Ruanda’nın gece karanlığı, evlerden gelen ışık noktalarıyla bezenmiş kasaba, yokuş boyu sokak lambaları ve yıldızların ışıltısı dışında hiçbir şey görünmüyor. “Yolande,” diyor Népo,”her şeyin bittiğini seziyorum.” Avucumu yavaşça ama sıkıca, direnen bir kabuğu açmak istercesine kavrıyor. “Şu ele bak… Bak ve gördüklerimi dinle.” Arkasına dönüp bahçeye bir göz atıyor. Joseph uzağı daha iyi görebilmek için bir masa üstüne çıkmış. Elim açık, bekliyorum. Birdenbire, dehşete kapılmış bir halde, Sandrine beliriyor. Erkeklere şimdiden baş çevirten, on üç yaşına özgü serpilmiş ve çevik bedeni kapının aralığından belli belirsiz görünüyor. “Ufaklık, un getir!” diye sesleniyor Népo, kâhinlere özgü bir sesle. Kızıma “ufaklık” diye seslenmesi beni güldürüyor. Bir zamanlar bu, onun takma adıydı. Artık bir anlamı kalmadı. Sandrine’in boyu benimkinden daha uzun. Ancak onu görür görmez içimden ağlamak geliyor. Annesi öldüğünde kendisini evlat edinmeseydim, Sandrine belki de bugün ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olmazdı. “Un mu? Peki ama niye?” diye soruyor. “Un getir, dedim sana!” Sandrine zarifçe salınıyor. Hemen ardından elinde küçük bir manyoka unu torbasıyla yeniden beliriyor. Népo torbaya elini daldırıp bir tutam alarak, avucuma bırakıyor. “Sandrine, git de bizi biraz yalnız bırak. Çocukların önünde kehanette bulunmak istemem.” Sandrine geri geri gidiyor, gözlerinde hafif bir dehşet ifadesi var. “Git, ufaklık,” diyorum tatlı bir sesle.”Bizi yalnız bırak.” “Seni seviyorum, anne. Sense beni kovmak mı istiyorsun? “Anlayamazsın. Git. Birazdan seni çağırırım.” Sandrine çekiliyor, mutfakta ayak seslerini duyuyoruz, kulağı kuşkusuz bizde. Kapıyı kapatıyor. Çok şükür! “Şu unu görüyor musun, Yolande?” Avucumun içinde beyaz bir un tepeciği var, “Kilimancaro’nun tepesine benziyor,” diyorum neşeyle. “Bu un, senin yakınların. Joseph, Christian, Sandrine, Nadine. Ayrıca ben, kız kardeşlerimiz, bütün akrabaların.” Birden, Népo hızla avucuma üϐlüyor. Un uçup gidiyor. Geride belli belirsiz, çizgiler üzerinde daha bariz görünen hafif bir iz kalıyor. . “Una ne oldu şimdi?” “Uçup gitti, soruya bak!” “Sevdiklerin de işte aynen böyle yok olacak. Uçarak. Hepsini kaybedeceksin. Tek başına kalacaksın. Çünkü ölüm seni istemiyor. Kısa süre sonra her şeyini yitireceksin. Sevgi dışında. Inǚ ancını, umudunu ve güvenini kaybedeceksin; Ama sevgin kalacak. Ve bizim intikamımızı alacaksın.” Ona inanmak istemiyorum. Öfkeyle atılıyorum. “Habyarimana’nın ölümünün Tutsilerin katledilmesine yol açacağını kim söylüyor?” Ayağa kalkıp kalan unun yere dökülmesi için ellerimi birbirine çarpıyorum. Gülüyorum, ama umutsuzum. “Katliam filan olmayacak!”
Yolande Mukagasana – Olum Beni Istemiyor
PDF Kitap İndir |