Zecharia Sitchin – 12. Gezegen

Anavatan Mu’dan ve sonraları da Atlantis’ten göçler ile oluşan kolonilerle birlikte yeryüzünde çeşitli kültür odakları kurulmuştur. Bunların başlıcaları Mezopotamya, Mısır ve Hint uygarlıklarıdır. Bu kültürlerin ortak özellikleri, özellikle de varlık ve evren hakkında paylaştıkları ortak bilgiler pek çoktur. Bu bilgiler öylesine derindir ki, günümüz bilim adamlarının hâlâ bu eski evren bilimini teyit eder durumda olması şaşırtıcıdır. Modern bilimin bugün ulaştığı temel anlayışta, uzaysal-evrensel bir bilgi açıkça yer almamaktadır. Bu nedenle insanlığın yazılı ve sözlü tarihinde, mitolojilerde, destanlarda ve masallarda çeşitli tanrılar, ölümsüzler, mucize yaratanlar vs. vardır. Kadim milletlerin yaratılış efsanelerinde göklerden gelenlerden, göklerden verilen hükümdarlıklardan sık sık söz edilir. Bunlara sembolik demiş, halk üstünde otorite ve üstünlük kurmak için uydurulmuş deyip geçmişiz. Bu bilgilerin herkese mal olamayışının sebebi budur. Bu bilgilerin en önemlilerinden biri de kendi güneş sistemimiz ile ilgili olan gerçeklerdir. Hâlâ açıklanacak, bilinecek pek çok gerçek mevcuttur. Şu an biliyor olduklarımızın, bilinecek olanların yanında cüce kalacağı zamanlar gelecektir. Bu yeni yorumlar karşısında her türlü mantal açıklığa sahip olmamız gerekiyor. Okuyucularımıza sunduğumuz bu kitap, ünlü yazar Zecharia Sitchin’in tamamen belgelere dayanarak açıkladığı ve tam bir mantal açıklık gerektiren teorilerini içeren Dünya Tarihçesi adlı dizisinin ilk kitabıdır; böylece Türk okuyucusunu Zecharia Sitchin ile tanıştırmış oluyoruz.


Özverili çevirisinden dolayı Sayın Yasemin Tokatlı’ya teşekkür ederiz. BİLYAY Vakfı Ruh ve Madde Yayınları Yazarın Notu On İkinci Gezegen’ de Eski Ahit’ten yapılan alıntılar, orijinal İbranice metinden alınmıştır. Başvurulan tüm çevirilerin -kitabın sonunda başlıcaları sıralanmıştır- sadece çeviriler ve yorumlamalar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Sonuçta, geçerli olan orijinal İbranice metindir. On İkinci Gezegen’de geçen son versiyon içinde mevcut olan tüm çevirileri birbirleriyle ve İbranice kaynaklar ve bunlara paralel Sümer ve Akkad metinleri/hikâyeleri ile karşılaştırıp, en doğru çeviri olduğuna inandığım hâlini ortaya çıkardım. Sümer, Asur, Babil ve Hitit metinlerinin tercümesi, bir yüzyıldan uzun bir zamandır çok sayıda düşünür ve uzmanı meşgul etmiştir. Yazı ve lisanın deşifre edilmesini yazının kopyalanması, başka bir lisanın alfabesinde yazılması ve sonunda tercümesi izler. Birçok durumda, farklılık gösteren tercümeler ve yorumlamalar arasından seçim yapmak ancak daha çok önceki transkripsiyonlar ile karşılaştırmakla mümkündür. Diğer durumlarda ise çağdaş bir düşünürün son görüşleri, daha erken döneme ait bir tercümeye yeni bir ışık tutabilir. Bu kitabın sonunda verilen Yakın Doğu kaynakları listesi, en eskiden en yeniye doğrudur ve bunları, bu metinlerle ilgili anlayışa çok değerli katkılar sağlayan akademik yayınlar izlemektedir. Zecharia Sitchin ÖNSÖZ: TEKVİN Tekvin Eski Ahit, çocukluğumdan bu yana yaşamımı doldurmuştur. Bu kitabın tohumlan, yaklaşık elli yıl önce atıldığında, o sıralarda sürmekte olan, Evrim teorisi ile İncil arasındaki zıtlıklarla ilgili tartışmalardan tamamen habersizdim. Ama Tekvin’i orijinal İbranicesinden inceleyen genç bir okul öğrencisi olarak, kendi başıma bir karşı koyma yaratmıştım. Bir gün, Tanrının Büyük Tufan ile insanları yok etme kararı aldığında, insan kızları ile evlenmiş bulunan “tanrı oğullarının” Dünya üzerinde olduğu 4. Bölümü okuyorduk, İbranice orijinal onları Nefilimler diye adlandırmaktaydı; öğretmenimiz bunun “devler” anlamına geldiğini açıkladı ama ben itiraz ettim; aslında bu kelime tam anlamıyla “Aşağıya Gönderilmiş Olanlar”, Dünya’ya inmiş olanlar anlamına gelmiyor muydu? Cezalandırıldım ve geleneksel yorumu kabul etmem söylendi.

Bundan sonraki yıllarda ben, kadimYakın Doğu’nun dillerini, tarihini ve arkeolojisini öğrendikçe, Nefilimler bir takıntı hâline geldi. Arkeolojik bulgular ve Sümer, Babil, Asur, Hitit, Kenan ve diğer kadim metinler ve efsanelerinin deşifre edilmesi; İncil’deki antik zamanların krallıklarına, şehirlerine, hükümdarlarına, yerlerine, tapınaklarına, ticaret yollarına, eşyalarına, araçlarına ve geleneklerine yapılan göndermelerin doğruluğunu gittikçe artan biçimde doğrulamaktadır. Dolayısıyla, artık Nefılimleri göklerden Dünya’ya gelen ziyaretçiler olarak gören aynı kadim kayıtların sözlerini kabul etme zamanı gelmedi mi? Eski Ahit tekrar tekrar belirtir: “Yahveh’nin tahtı göklerdedir”, “Rab, Dünya’ya göklerden bakar”. Yeni Ahit “göklerde olan Babamız”dan söz eder. Ama İncil’in güvenilirliği, Evrim anlayışının ortaya çıkışı ve genel olarak kabul görüşüyle sarsılmıştı. Eğer insan evrimleşmişse, o zaman şüphesiz, düşünüp taşındıktan sonra “Adamı kendi suretimizde, benzeyişimizde yapalım” diye öneride bulunan bir İlâh tarafından bir kerede yaratılmış olamazdı. Tüm kadim halklar göklerden Dünya’ya inen ve istediklerinde göklere yükselebilen tanrılara inanmaktaydı. Ama bu hikâyelere hiçbir zaman inanılmadı, daha en başından itibaren bilginler tarafından mit olarak etiketlendiler. Kadim Yakın Doğu’nun astronomik metinler bolluğu da içeren yazıları, bu astronotların veya “tanrıların” gelmiş olduğu bir gezegenden açıkça söz etmektedirler. Ancak yüz elli yıl önce bilginler gök cisimlerinin kadim listelerini deşifre ve tercüme ederken, astronomlarımız henüz Plüton’un (ancak 1930’da saptanabilmiştir) bile farkında değillerdi. Güneş sistemimizin bir üyesi daha olduğunu gösteren kanıtları nasıl kabul edebilirlerdi? Ama artık biz de, tıpkı eskiler gibi, Satürn’ün ötesindeki gezegenlerin farkındayız; öyleyse On ikinci Gezegen’in varlığına dair kadim kanıtları niye kabul etmeyelim? Bizler uzaya açılırken, kadim yazıtlara taze bir bakış ve onları kabulleniş için zaman bundan daha uygun olamaz. Artık astronotlar Ay’a da indikleri ve insansız uzay araçları diğer gezegenleri keşfe koyulduğundan dolayı, bizimkinden çok daha ileri bir başka gezegendeki bir uygarlığın kendi astronotlarını geçmişte bir zamanlar Dünya gezegenine indirmiş olabileceğine inanmak, hiç de imkânsız değildir. Gerçekten de çok sayıda popüler yazar, piramitler veya dev taş heykeller gibi kadim yapıtların, bir başka gezegenden gelen daha ileri ziyaretçiler tarafından yapılmış olduğunu öne sürmekteler -zira ilkel insan, gerekli teknolojiye kendi başına sahip olamazdı değil mi? Ya da başka bir örnek: Yaklaşık 6000 yıl önce hiçbir öncesi olmaksızın Sümer uygarlığı anîden nasıl ortaya çıkıvermiştir? Ama bu yazarlar genellikle bu kadim astronotların ne zaman, nasıl ve hepsinden de önemlisi nereden geldiklerini ortaya koymakta başarısız olmaları sebebiyle, akılları karıştıran soruları cevapsız spekülasyonlar olarak kalmaktadır. Kadim kaynaklara geri dönerek onları kelimesi kelimesine kabul etmek ve zihnimde tarih öncesi olayların sürekli ve mantıklı bir senaryosunu oluşturmak, otuz yıllık araştırmaya mal oldu. Dolayısıyla On İkinci Gezegen, okuyucuya Ne Zaman, Niçin ve Nereden gibi belirli sorulara cevaplar veren bir anlatım sağlamayı hedeflemektedir.

Gösterdiğim kanıtlar, esas olarak kadim metinler ve resimlerin kendileridir. On İkinci Gezegen’de, güneş sisteminin nasıl yaratılmış olabileceğini, istilâcı bir gezegenin güneş yörüngesine takıldığını, Dünya’nın ve güneş sisteminin diğer kısımlarının nasıl ortaya çıktığını, belki de modern bilimsel teoriler kadar iyi açıklayan gelişmiş bir kozmogoniyi deşifre etmeyi de amaçladım. Sunduğum kanıtlar On İkinci Gezegenden Dünya’ya yapılan uzay uçuşları ile ilgili göksel haritaları içermektedir. Daha sonra, ardından, Nefilimler tarafından Dünya üzerinde ilk yerleşimlerin dramatik biçimde kuruluşu gelir; liderleri, ilişkileri, aşkları, kıskançlıkları, başarıları ve uğraşları tarif edilecek; “ölümsüzlüklerinin” doğası açıklanacaktır. Hepsinden de önemlisi, On İkinci Gezegen, insanın yaratılmasına yol açan önemli olayları sıralayacak ve bunun başarılmasına yarayan gelişmiş metotları anlatacaktır. Daha sonra insan ve onun ilâhları arasındaki karmaşık ilişkiyi ortaya atacak ve Cennet Bahçesi, Babil Kulesi ve büyük Tufan gibi olayların anlamına yeni bir ışık tutacaktır. En sonunda, yapıcıları tarafından biyolojik ve maddî olarak donatılan insan, tanrılarını Dünya’dan kaçıracak kadar çoğalacaktır. Bu kitap, güneş sistemimizde yalnız olmadığımızı önermektedir ve evrensel bir Tanrıya imanı azaltmaktan ziyade çok daha fazla artırmaktadır. Zira eğer Dünya üzerindeki insanı Nefilimler yarattı ise, onlar sadece çok daha engin bir Ana Plâna uygun iş görmekteydiler demektir. Zecharia Sitchin New York, Şubat 1977 SONSUZ BAŞLANGIÇ Vardığımız sonuçları desteklemek için biraraya getirdiğimiz kanıtların bir numaralı olanı insanın ta kendisidir. Birçok bakımdan, modern insan -Homo sapiens- Dünya’ya yabancıdır. Charles Darwin’in kendi zamanındaki bilgin ve ilahiyatçıları evrimin kanıtları ile şok etmesinden bu yana, Dünya üzerindeki yaşam, insan ve primatlardan, memelilere ve omurgalılara ve milyarlarca yıl önce yaşamın başlamış olduğu düşünülen noktadaki çok daha aşağı yaşam biçimlerine kadar geriye izlenmiştir. Ama bu başlangıçlara vardıktan ve güneş sistemimiz ve ötesindeki başka yerlerde yaşam olasılıkları üzerine düşünmeye başladıktan sonra bilginler, Dünya üzerindeki yaşam ile ilgili bir huzursuzluk duymaya başladılar: Bir biçimde, yaşam buraya ait değildi. Eğer yaşam bir dizi kendiliğinden kimyasal tepkime yoluyla başladı ise, Dünya üzerindeki yaşamın neden birçok şans eseri kaynak çokluğu değil de tek bir kaynağı vardı? Ve niçin Dünya üzerindeki canlı maddenin hepsi, Dünya’da bol bulunan kimyasal elementlerin çok azını ve gezegenimizde nadir bulunan kimyasal elementlerin pek çoğunu içermekteydi? Öyleyse, yaşam Dünya üzerine başka yerden mi getirilmişti? İnsanın evrim zinciri üstündeki konumu da bulmacayı karmaşıklaştırıyordu. Şurada bir kırık kafatası, burada bir çene kemiği bulan bilginler ilk başta insanın Asya’da 500.

000 yıl önce türediğine inandılar. Ama daha eski fosiller bulundukça, evrim değirmeninin taşının çok, çok daha yavaş öğüttüğü açık hâle geldi. İnsanın atası olan maymunlar artık 25.000.000 yıl öncesine dayandırılıyor. Doğu Afrika’daki keşifler, insanımsı maymunlara (hominidlere) 14.000.000 yıl önce bir geçiş olduğunu gösteriyor. Ancak yaklaşık 11.000.000 yıl sonra, Homo sınıflandırmasına girecek ilk maymun-adam ortaya çıkıyor. Gerçekten insan gibi olduğu düşünülen ilk varlık (Gelişmiş Australopithecus), Afrika’nın aynı kısımlarında, yaklaşık olarak 2.000.000 yıl önce yaşadı. Homo erectus’u üretmek de bir milyon yıl daha aldı.

En sonunda, bir 900.000 yıl sonra, ilk ilkel insan ortaya çıktı; kalıntılarının ilk kez bulunduğu sit alanının adı olan Neanderthal ile adlandırıldı. Gelişmiş Australopithecus ve Neanderthal arasında 2.000.000 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın, bu iki grubun araç gereçleri olan keskin taşlar, neredeyse aynıydı ve bu grupların kendileri (nasıl göründüklerine inanıldığı biçimiyle) birbirlerinden zor ayrılmaktaydı. (Şekil 1) Şekil 1 Derken, anîden ve açıklanamaz biçimde, 35.000 yıl kadar önce, yeni bir insan ırkı, yani Homo sapiens (düşünen insan), sanki yoktan var oldu ve Neanderthal insanı Dünya yüzünden siliniverdi. Cro-Magnon diye adlandırılan bu modern insanlar bize o kadar çok benziyorlardı ki, bizler gibi modern giysiler giymiş olsalar, herhangi bir Avrupa veya Amerika şehrinde kalabalığa karışabilirlerdi. Yaratmış oldukları muhteşem mağara sanatı sebebiyle, ilk önceleri, “mağara adamı'” olarak adlandırıldılar. Aslında, özgür biçimde Dünya üstünde dolaşmaktaydılar zira gittikleri her yerde taşlardan ve hayvan derilerinden barınaklar ve evler inşa etmeyi biliyorlardı. Milyonlarca yıl boyunca, insanın araç gereçleri hep yararlı biçimlerdeki basit taşlar olmuştu. Ancak Cro-Magnon insanı, tahtadan ve kemiklerden özel amaçlarda kullanmak üzere araç gereç ve silâhlar yaptı. Artık “çıplak maymun” değildi, çünkü örtünmek için derileri kullanıyordu. Toplumu örgütlüydü; ataerkil bir hegemonya ile klanlar hâlinde yaşıyordu. Mağara duvarlarındaki çizimleri sanatçılık ve duygusal derinlik içeriyordu; çizimleri ve heykelleri bir tür “din”in kanıtlarıydı, bazen hilâl işaretiyle resmedilen bir Ana Tanrıçaya tapınımın varlığı açıktı, ölülerini gömüyordu ve dolayısıyla yaşam, ölüm ve belki de ölüm ötesi ile ilgili felsefesi de olmalıydı.

Cro-Magnon insanının ortaya çıkışı gizemli ve açıklanamaz olmasına rağmen, bulmaca daha da karmaşık hâle geliyordu. Zira Modern insanın diğer kalıntıları (Swanscombe, Steinheim ve Monmaria’yi içeren kazı alanlarında) keşfedildikçe, Cro-Magnon insanının; Cro-Magnon insanından 250.000 yıl kadar önce Batı Afrika ve Kuzey Afrika’da yaşamış olan daha erken bir Homo sapiens’den türediği açık hâle geldi. Modern insanın, Homo erectus’tan sadece 700.000 yıl sonra ve Neanderthal insanından 200.000 yıl kadar önce ortaya çıkmış olması kesinlikle mantıksızdır. Ayrıca Homo sapiens yavaş bir evrimsel süreçten o kadar aşırı uçta bir ayrılışı temsil etmektedir ki konuşma yeteneğimiz gibi özelliklerimizden birçoğu, daha erken primatlarla tamamen alâkasızdır. Bu konuda istisnaî bir otorite olan Profesör Theodosius Dobzhansky [Mankind Evolving (İnsanoğlu Evrimleşiyor)!, bu gelişmenin; evrimsel bir ilerleme için en uygunsuz zaman olan, Dünya’nın bir buzul çağından geçtiği bir dönem sırasında meydana gelmesi olgusu karşısında bilhassa şaşkındır. Homo sapiens’in daha önce bilinen tiplerin bazı özelliklerinden tamamen yoksun ve daha önce hiç meydana çıkmamış özelliklere sahip olmasına dikkat çekerek, şu sonuca varır: “Modern insan fosil bakımından soydaş birçok akrabaya sahiptir ama atası yoktur; dolayısıyla Homo sapiens’in türemesi bir bulmacaya dönüşmektedir.” Öyleyse, modern insanın, nasıl olmuş da, ataları daha ileri evrimsel gelişmeyi takip ederek 2.000.000 veya 3.000.000 yıl sonra değil de 300.000 yıl kadar önce ortaya çıkmıştır? Dünya’ya başka bir yerden mi getirildik yoksa Eski Ahit’in ve diğer kadim kaynakların iddia ettiği gibi tanrılar tarafından mı yaratıldık? Artık uygarlığın nerede başladığını ve bir kez başladıktan sonra nasıl geliştiğini biliyoruz.

Cevaplanamayan soru şu: Niçin? Niçin uygarlık ortaya çıktı? Zira çoğu bilginin sinir içinde kabul edeceği gibi, tüm verilere göre insanın hâlâ uygarlık yoksunu olması gerekmektedir. Amazon ormanlarındaki veya Yeni Gine’nin ulaşılmayan kısımlarındaki ilkel kabilelerden daha uygar olmamız için hiçbir bariz sebep yoktur. Ancak gerçek bilmece, Buşmanların geriliği değil, bizim ileriliğimizdir; artık kabul edilmektedir ki evrimin normal gidişatı içinde insan hâlâ Buşmanlar ile bir olmalıydı, bizlerle değil, insanın, “araç gereç endüstrisinde”, taşları doğal biçimleriyle kullanmaktan başlayıp, bu taşları amaçlarına daha uygun olacak biçimde yontup şekillendireceğini fark etmeye doğru ilerleyişi 2.000.000 yıl almıştı. Niçin diğer malzemeleri kullanmayı öğrenmek için 2.000.000 yıl daha ve matematik, mühendislik ve astronomide ustalaşmak için bir 10.000.000 yıl daha geçmemişti ki? Ama bakın, bu noktadayız, Neanderthal insanından 50.000 yıl sonra, Ay’a astronotlar indiriyoruz. Bariz olan soru şudur: Bizler ve Akdenizli atalarımız bu ileri uygarlığa kendi başımıza mı sahip olduk? Cro-Magnon insanı gökdelenler inşa etmese veya metalleri kullanmasa da, onunkinin anî ve devrimsel bir evrim olduğuna kuşku yoktur. Hareket hâlinde oluşu, barınaklar inşa edebilmesi, kendini örtme arzusu, üretilmiş araç gereçleri, sanatı; bunların hepsi de, milyonlarca yıla yayılan ve acı verici bir yavaşlıkla ilerleyen insan kültürünün sonsuz başlangıcında anî ve yüksek bir uygarlığın ortaya çıkıverişidir. Bilginlerimiz Homo sapiens’in ortaya çıkışını ve Cro-Magnon insanının uygarlığını açıklayamasalar da, artık bu uygarlığın köken yeri ile ilgili hiçbir kuşku mevcut değildir: Yakın Doğu. Doğuda Zagros dağlarına (günümüzde İran ve Irak sınırlarının birleştiği yere), kuzeyde Ağrı ve Toros dağlarına uzanan yaylalar ve dağlık araziden oluşan, aşağılarda ise batıya ve güneye doğru Suriye, Lübnan ve İsrail’in tepelik arazilerine inen yankavis; tarih öncesi ama modern insanın kanıtlarının korunduğu mağaralarla doludur.

(Şekil 2)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir