Zeynep Cemali – Patenli Kiz

O kasım günü, Postacı Erkan masanın başına geçmiş, imza karşılığında verilmesi gereken zarfları kaydediyordu. Az sonra dışarı çıkacak, yine kapı kapı dolaşacaktı. Hayırlısıyla emekli olsun, evden dışarı adımını atmayacaktı. Aslında Postacı Erkan, gün boyu taban tepmekten yorulmuyordu. Onu yoran, güzelim işinin teknolojiye yenik düşmesiydi. Fakslar, cep te- lefonları, elektronik postalar derken, işi anlamını yitirmişti. Artık, onu görünce el çırparak şarkı söyleyen çocuklar yoktu. Yolunu gözleyen yavukluların sayısı azalmıştı. Yürekleri pıt pıt, sıla kokulu mektupları bekleyen üç beş ana baba dışında yolunu gözleyen pek kimse kalmamıştı. Erkan’a göre, postacı dediğin duygusal olurdu. Zarfi eline aldı mı, kokusundan, üstündeki el yazısından; kimden gelmiş, ne yazıyor anlayıverirdi. Postacı dediğin, mahallelinin sırdaşı, dert ortağı olurdu. Ama şimdi nerdeee? Bunları her dile getirişinde, kendi çocukları bile gülüyor, “Ah, baba! Senin derdin, işinin teknolojiye yenik düşmesi değil,” diyorlardı. “Senin derdin, kim-nerde-nasıl, bilememek!” Hıh! Anlamıyordu veletler! Televizyona da karşıydı o. Teknoloji geliştikçe, insancıl duygular azalıyordu.


Nerede o eski komşu ziyaretleri? Sohbet edilir, mısır patlatılır, kestane kebabı yapılırdı. Şimdi insanlar ziyaretlerini televizyon dizilerine göre ayarlıyor. Aman, bugün olmaz; ancak yarın! Çocukların bunlara da yanıtı hazırdı: “Kumandası sende olan bir şeye neden karşı çıkıyorsun ki!” Zamane veletleri işte, onlarla yarışılır mı? Ama umursamıyordu Erkan. “Bu yaştan sonra değişecek halim yok. Varsın, teknoloji düşmanı bellesinler!” diyordu kendi kendine. Son zarfı da kaydederek, o günkü postayı yerleştirmek üzere çantasına uzandı. Üst üste duran büyük san zarfları, işte o an fark etti. Birini aldı, evirdi çevirdi. “Kitap bu… Kim, kimlere yolladı acaba?” diye mırıldanarak, diğer zarflara da göz gezdirdi. Hayda! Zarfların altısı da, köyün altı pinponuna gelmişti. Şerare Aydoğdu tarafından Suadiye’ den postalanmıştı. Kimdi bu Şerare Aydoğdu? Yakınlıkları selamlaşmaktan öteye geçmeyen altı kişiyle ne ilgisi vardı? Şu palavra şans oyunlarından ya da tanıtım kampanyalanndan biriyle mi ilgiliydi? Askıdan aldığı gocuğunu giydi. Masanın üstünde duran şapkasını başına oturttu. Çantasını da omuzuna asıp, arkadaşlarını yarım yamalak esenledi. Postaneden çıktı.

Yüzünü yalayan yeli hissedince, “Lodos bu!” diye mırıldanarak başını kaldırdı. Sürekli renk değiştiren gökyüzüne bakıp, “Kesin yağmur gelecek,” diye sızlandı. “Bugün bir de şu sarı zarflar yüzünden bütün köyü arşınlamak zorundayım.” Erkan, Yeşilbağlar’ı doğup büyüdüğü kendi köyünden bile daha çok seviyordu. Gerçekten de Beykoz’un ötesinde, yemyeşil bir ormanlık alanın ortasındaki Yeşilbağlar Köyü, İstanbulluların soluklandığı ender yörelerden biriydi. Yaz geldi mi, tatil günlerinde hemen her ev çay bahçesi, her bahçe piknik alanı olurdu. Mangallardan yükselen ızgara kokuları köyü kaplar; şen kahkahalar, çocukların sevinç çığlıkları en uzak, en sessiz köşelerde bile çın çın çınlardı. Efil efil esen yel, güzün gelmesiyle huy değiştirip hoyratlaşır, insanın yüzünü tırmalamaya başlardı. Ardından toprak kurur, sarı, kırmızı, kahverengi yapraklar yolu yolağı kaplardı. Masalar üçer beşer toplanır, bahçelerin dip köşesine yapılmış ardiyeye yerleştirilirdi. İlk yağmurların inmesiyle birlikte, köy sanki kış uykusuna çekilirdi. Sessiz ama sıcacık yuvalarda, yeni sezonun tasarıları konuşulmaya başlardı. Meraklı Postacı Erkan her sabah günlük postayı dağıtmaya işte böyle, köyüne övgüler yağdırarak başlardı. Ama bugün, kasım ayının bu perşembe sabahı farklıydı. Çantasında anlam veremediği gizemli altı zarf, aklında ise yanıt bulamadığı tek bir soru vardı: Şerare Aydoğdu kim?! * / •’ • >.

:î / -> ; i; r İa ? ‘ c ti t 7 ’ .7 a ? ;? j ;; . :• sarı zarflar Postacı Erkan düşünüyordu. Zarflardan birinin Leyla Hanım’a gönderilme si olağandı. Ne de olsa kadıncağız emekli öğretmendi. Abonesi olduğu dergiler, yazıştığı dostları, hâlâ ders verdiği öğrencileri vardı. Eh, onun kapı komşusu Gezgin Neşe’nin zilini de sık sık çalardı. Gerçi ona, turizm şirketlerinin broşürlerinden, tur programlarından başka bir şey götürmezdi ya, neyse. Ama, diğerlerini hiç mi hiç anlamıyordu. Bu altı kişinin arasında nasıl bir bağlantı kurulabilirdi, bilmiyordu. Postacı Erkan önce çarşı esnafını dolaştı. Bir dükkândan diğerine girip çıktı. Sonunda, ilk zarfı vermek için, Tiryaki Çay Bahçesi’niıı yolunu tuttu. Dört mevsim açıktı Tiryaki Çav Bahçesi. Kışın adı aynı kalsa da, işlevi değişiverirdi.

Geniş bahçesindeki asırlık çınarlar, söğütler devasa çalılara döner, beyaz badanalı binası kararırdı. Kırmızı beyaz kareli örtüler masalardan toplanır, yerlerine yeşil çuhalar serilirdi. Şak şuk tavla seslerine tıkır tıkır okey sesleri karışır, anlamsız, boş laklak sesleri ayyuka çıkardı. Böylece, gelecek bahara kadar Yeşil-bağlar’ın dedikodu kaynayan kahvehanesi olurdu Tiryaki Çay Bahçesi. Postacı Erkan’ın, camı buğulanmış ahşap kapıyı açmasıyla, koca bir alazın yüzünü yalaması bir oldu. Dumanlı, buğulu hava soluğunu kesti. Gözleri, bir ağızdan konuşan onlarca insanın üzerinde dolaşırken, üç beş kişiyle selâmlaştı. Çaycı Musti eline bir bardak ıhlamur tutuşturdu. İkinci yudumu alırken, Yaşar Aslan’ı gördü. Yaşar Aslan bir zamanlar, İstanbul’un sayılı marangoz ustalanndan biriydi. Birkaç yıl önce marangozhanesini kalfasına devrederek kendini emekliye ayırmıştı. Evi Bostan Sokak’taydı. Kızıyla sürekli didiştiği için, her sabah soluğu Tiryaki’de alırdı. Bir karış suratla içeri giren yaşlı adam, bastonunu yere vura vura yürür, boş bir yere geçip otururdu. Musti çayını getirene dek de bastonunu yere vurmayı sürdürürdü.

Tık tık tık… Bu nedenle, adı Tık Tık Yaşar’a çıkmıştı. Arada sırada daldığı kısa şekerlemelerinden sıçrayarak uyanınca, gözlerini televizyona diker; sonra da çevresiyle pek konuşmadan izlediklerine kulak kesilirdi. Ihlamur bardağını kafasına diken Postacı Erkan, masaların arasından dolandı. Yanından geçen Musti’nin askısına boş bardağını bıraktı. Başı önüne düşmüş, kestiren dedenin başına dikilerek omuzuna dokundu. “Uyan, baba! Bir paketin var.” Tık Tık Yaşar irkilerek kendine geldi. “Ha!. Hı?. Ne… Ne var? Ne paketi?. Kimden?” diye ardı ardına sordu. Onun gevrek sesini duyanlar sustu; susanları görenler dededen yana baktılar. Çıt çıkmayan kahvede Erkan’ın sesi yankılandı. “Şerare Aydoğdu’dan.” Aynı anda bir uğultudur yükseldi.

Anlamlı anlamsız seslere kahkahalar karıştı. Derken, birbiri peşine sorular duyuldu: Kimdi bu hanım? Resmi var mıydı? Nerede tanışmışlardı?. İlk şaşkınlığını üstünden atan Yaşar Dede, Postacı Erkan’ın elinden zarfı kaptığı gibi ayağa kalkarak gürledi. “Kesin be!” Bir an için de olsa, koca adamları susturmuştu. Askılıktan paltosunu aldı. “Hayrola, gidiyor musun?” diye soran birinin ardından sesler yine yükseldi. “Yok canım! Nereye gidiyor?” “Bizi merakta bırakma be, baba!” Tık Tık Yaşar hiç oralı olmadı. Paltosunu giydi ve zarfi, kutsal bir emanetmiş gibi göğsüne bastırdı. Diğer elindeki bastonunu -tık tık tık- mozaik taş döşeli zemine vura vura, kapıya doğru yürüdü. O sırada öndeki masada oturan biri, “Dur yahu! Bizi meraktan çatlatacak mısın?” diye atılınca Tık Tık Yaşar ona doğru dönüp, hışımla bastonunu salkıdı. “Defol be! Hırtapoz!!” diye öyle bir bağırdı ki, adam pisti kaldı. Dede de kükreye giir-leye kapıyı çekip gitti. Tık Tık Yaşar ın hemen peşinden Postacı Erkan da dışarı fırladı. Küçük ama sık adımlarla hızla yürüyen Tık Tık Yaşar’a baktı arkasından. ‘Boş ver,’ diye geçirdi içinden.

‘Bakarsın bastonunu üstümde kırıverir!’ s*-‘” 7?. Giilizar Sokak, sağlı sollu çınar ağaçları, gül bahçeleri içinde bir örnek evleri, mor salkımlı kameriyeleriyle Yeşilbağlar’ın en güzel sokağıydı. Sakinleri de okumuş, saygın kişilerdi. Postacı Erkan buraya her gelişinde, kendini cennette sanırdı. Sokağa girerken, her zaman yaptığı gibi, üstünü ba-çını düzeltti, olmayan göbeğini içeri çekerek omuzlarını kastı. Meraklı Postacı çantasından çıkardığı iki zarfa bakıp, dudağını büktü. Gezgin Neşe’nin döndüğünü sanmıyordu. Onun için yaz, kış ya da güz, hiç fark etmezdi; gidecek bir yerler bulurdu mutlaka. Yıl boyunca üç ay evinde oturduğu görülmemişti Gezgin Neşe’nin. Postacı Erkan demir sürgülü bahçe kapısını açarken, yanılmadığını anladı. Çürümeye yüz tutmuş yapraklarla kaplı, isli kara yolaktan geçti. Sardunyaların dizildiği beş basamağı çıktı. Kapının kasasına tutturulmuş posta kutusuna sarı zarfla birlikte, Tur Turizm’in gezi programını bıraktı. Sonra da kutunun altında, üstünde “Neşe Tezal” yazan zile bastı. Dilinde “Kâtibim” şarkısıyla basamakları inerek, yolağı tuttu.

Emekli öğretmen Leyla Hanım’m bahçe kapısından girerken, Postacı Erkan’ın yüreği yine minnetle doldu. Karısına günlerce ders vermişti öğretmen hanım. Esma onun sayesinde ortaokulu bitirmişti. Ayrıca, çocuklarının üstündeki hakkı da ödenmezdi. Sözün kısası, güler yüzlü, sevecen, tatlı dilli öğretmen Leyla köyün bir tanesiydi. Meraklı Postacı, sarı zarfların gizini ondan öğreneceğinden emindi. Tertemiz yolaktan geçerek basamaklara vardığında, kapı kendiliğinden açıldı. “Geldiğini görünce pek sevindim, Erkan Efendi!” Kadının sesi şen şakrak çınladı. “Beni unuttuğunu sanıyordum. Umarım, güzel haberler getir-mişsindir.” Postacı saygıyla zarfı uzattı. “Bir kitap. Aynısından Neşe Hanım’a da bıraktım,” diyerek gözlerini öğretmen Leyla’ya dikti. “Neşe bu akşam gelecek zaten,” diyerek zarfı alan kadın, aynı anda çığlığı bastı. “Aaa, Şerare’ den!.

, örnek alınacak, olağanüstü bir kız!” Postacı Erkan şaşkınlık içinde sırıtarak başını sallarken, kadıncağız bir de onaylamasını istemez mi! “Sence de öyle değil mi, Erkan Efendi?” Az daha küçük dilini yutacaktı postacı. Afallamış, alık alık bakınırken, kadıncağız içerde çalan telefonu cevaplamak üzere özür dileyip, kapıyı kapattı. Hevesi kursağında kalan Meraklı Postacı’nın söylenmesi lodosun uğultusuna karıştı. “Aman ne güzel! Meğer ben de tanıyormu-şum! Elinde üç zarf kalmıştı. Biri kaçık, biri yabanıl, biri de nemrut üç pinpon! Hangisinden ne öğrenecekti ki? Meraklı Postacı hemen her gün Esenlik Sokağı na gelirdi. Sağlık ocağının genç hemşiresine, köyündeki ailesinden, arkadaşlarından mektup taşırdı. Hemşire mektuplarına sevinirken, o da sağlık memuru Musa’yla ayaküstü söyleşirdi. Haftada bir gün de Dostcanlar’ın evine uğrardı. Karı koca pencerede ya da bahçede Postacı Erkan’ın yolunu gözlerdi. Çünkü biricik kızları, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde işletme öğrenimi görüyordu. Kısacası Erkan, mesleğinin tadına bu sokakta varıyordu. Ah, bir de Dürbün Nimet olmasa!. Dürbün Nimet, on beşinde gelin geldiği bu köyden bir daha ayrılmamıştı. Yeşilbağlar’ı öylesine benimsemişti ki, kendini köyün sahibi sanıyordu. Olanı biteni bilmek zorundaymış gibi, esir aldığını dakikalarca sorgulardı.

Neden? Kimler? Nerede? Niçin? Ne zaman? Nasıl olmuş? Kiminle gitmiş?. Daha neler! Postacı Erkan onu gördüğü anda hemen yolunu değiştirirdi. “Nemrut suratlı, aksi kadının biri,” diyordu onun için. Çocukları daha insaflıydı. “Onun adı, Dürbün Nimet, baba!” diyerek gülüşüverdi. “Sorur soruşturur -aldırmayacaksın! Zaten onu takan kim?” derlerdi. Dürbün Nimet’in evi sağlık ocağının karşısındaydı. Bahçe içindeki iki katlı kagir binanın birinci katında oturuyordu. Her gün, ekmek almak bahanesiyle evden çıkar; bakkalı, kasabı, manavı kontrol eder, konu komşunun bağını bahçesini gözden geçirirdi. Yorgunluktan iki büklüm evine dönünce, pencerenin önündeki koltuğuna oturur, bir daha da kalkmazdı. İlk kez bu kadınla söyleşme isteği duyan Meraklı Postacı, bahçe kapısından içeri girdi. ‘Beni gözetlediğine eminim, Dürbün Nimet,’ diye içinden geçirirken, tül perdeleri çekili pencereye dikti gözlerini. Bir savcı gibi kendinden emin, dimdik yürüdü. “Sorgulama sırası bende!” diye mırıldandı dişlerinin arasından. “Yukarıya, oğluna değil, sana geliyorum!” Zile dokunduğu anda açıldı kapı.

Yaşlı kadın iki büklümdü. “Sorma, Erkan Oğlum! Ağrılarım azdı,” diye selamsız sabahsız konuşmaya başladı. ‘Her sabah köyü turlarsan, olacağı budur!’ dedi içinden Postacı Erkan. Dürbün Nimet’in savruk gelininden, kılıbık oğlundan yakınmalarını bir süre sabırla dinledi. Şımarık torunlarının edepsizlikleri de bitince, küçük kahverengi gözlerini iyice kısarak, “Eeee, sende ne var ne yok?” diye sordu yaşlı kadın. “Ne olsun, Nimet Abla.” Postacı Erkan zarfı uzattı. “Haber sende.” “A, oğlum! Sana zarfı sormuyorum ki! Köyde ne var ne yok, onu soruyorum.” “Ama, Nimet Abla, bu senin!” Erkan sırıtarak ekledi: “Şerare Aydoğdu’dan!” Zarfı salladı. “Hem de bir kitap.” Şerare’nin adını duyan yaşlı kadının yüzü bir anda allak bullak oldu. “Yalancının!” diye tısladı. “İnan ki, yalan söylemiyorum, Nimet Teyze.” “Sen değil, o yalancı!” Dürbün Nimet, zarfı Erkan’ın elinden kaptı.

“Sözünde durmamak ne demekmiş, görür o!” diye hiddetle söylenerek, içeri girdi. Kapıyı da Postacı Erkan’ın yüzüne pat diye çarptı. “Hayda!. Biri ‘olağanüstü’ der, diğeri ‘yalancı’ der! Çıldıracağım ya! Kim bu kadın?!” Ycşilbağlar’ın en güzel çay bahçeleri, piknik yerleri, ünlü yatırı Sultan Baba Türbesi’ne uzanan yolun üzerindedir. İlkyazın gelmesiyle birlikte yolun iki yanında sıralı ağaçların dalları yeşerip birbirine karışınca, daracık yol, yemyeşil uzun bir tünele dönüşür. Araba geçişine uygun olmadığı için, aynı zamanda köyün en güvenli, en kalabalık yolu da burasıdır. Postacı Erkan, Türbe Yolu’na girdiğinde hızını artıran lodos neredeyse başından kasketini uçuracaktı. Bir yandan kasketinin siperliğine yapışmış, bir yandan da, “Yok yok! Şu sarı zarfların gizini öğrenemeyeceğim ben,” diye söyleniyordu. “Saadet Nine konuşmaz ki, mırıldanır ancak. Ne dediğini anlayana aşk olsun.” Bildiği kadarıyla, Mırmır Nine’nin bir oğlu vardı ve o da geçen yıl ölüvermişti. Yaşlı kadın gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu. Ailecek Piknik Aile Bahçesi’ni işletiyorlardı. Yaz geldi mi, çoluk çocuk anlar gibi çalışır; yalnızca Mırmır Nine, evin önündeki çardakta oturup onları seyrederdi. Yanındaki sepette renk renk kukaları, elinde tığı, burnunun ucuna dek indirdiği gözlüğüyle Mırmır Nine hiç susmaz, sürekli kendi kendine konuşurdu.

Onun için çocuklar ona Mırmır Nine adını takmışlardı. Postacı Erkan, Piknik Aile Bahçesi’nin kapısından içeri girdi. Sağlı sollu yolaklarla bölünmüş bahçeyi yediveren gülleri arasından yürüyerek geçti. Tek katlı binanın kapısına ulaştığında, ‘Belki de, Ege bir şeyler biliyordur,’ diye düşünüyordu. Zile dokunmasıyla birlikte, kulaklarını tırmalayan bir kanarya sesi -cik ciik ciik- yükseldi. Tam acayip zillere lanet okuyordu ki içinden, Ege kapıyı açtı. Meraklı Postacı, “Merhaba,” diyerek gülümsedi ve zarfı uzattı. “Büyükhanıma gelmiş.” “Yaşa be, abi!” Delikanlı zarfı sevinçle aldı. “Umarım, nineme şifa olur. Garibim çok hasta.” “Geçmiş olsun, nesi var?” diye kaygıyla sordu Erkan. “Sorma! Hem yemeden içmeden kesildi hem de sustu. Düşünsene, Erkan Abi! Mırmır Nine konuşmuyor! Sorularımıza bir, bilemedin iki sözcükle yanıt veriyor. Öylesine sessiz ki, evde yok sanır- »» sın.

“Vah ninecik! Çok yaşlı be, oğlum. Günü gününü tutmaz artık.” Postacı Erkan’ın niyeti Ege’ yi avutmaktı. Delikanlı bu kadar üzüntülüyken, “Kim bu Şerare?” diye soramazdı ya!. Çaresiz, şifa dilemekle yetinip oradan ayrıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir