Bu kısa kitabın öyküsü 2004 yılında Londra’da başladı. Nietzsche ve Dostoyevski’ye uzun yıllardır duyduğum ilgi, küçük bir kütüphanede ismini hatırlayamadığım bir edebiyat dergisindeki kısa bir makalenin Nietzsche’nin Dostoyevski’den etkilenişinden ve Dostoyevski’nin Budala romanından esinlenerek İsa’yı “budala” olarak adlandırışından bahsetmesiyle bir anda körüklendi ve bir yıl boyunca bütün boş vaktimi alacak yoğun bir araştırma projesine dönüştü. Her ne kadar Nietzsche ve Dostoyevski’nin kendi yazılarını ve onlar üzerine yazılmış kitapları okuma oranım giderek azaldıysa da, kitabı yazmaya her kalkışımda seyahatlerim ve tamamlamak zorunda olduğum projeler bir kara kedi gibi Nietzsche ve Dostoyevski’yle arama girse de, konuyu araştırmaya başlamama sebep olan o heyecan hiçbir zaman kaybolmadı. Nihayetinde, hayatımı derinden etkileyen üç farklı kişi -Nietzsche, Dostoyevski ve İsa- ilk kez bir araya geliyor ve büyük bir asalet örneği olarak, benim kendi aralarındaki sohbeti izlememe izin veriyorlardı. Ancak, sohbetler koyulaştıkça, onların aralarındaki derin farkları keşfetmekle kalmayıp konuşulanların aynı zamanda benim yaşamım için de büyük önemi olduğunu fark ettim. Nietzsche’nin “budala” kelimesini kullanışına ve Dostoyevski’nin Budala romanına bakıldığında, ikisinin arasında bir benzerlik değil, tam tersine Tanrı, gerçek, ahlak, umut ve gelecek konusundaki inançlarından kaynaklanan derin bir çatışma su yüzüne çıkmaktadır. Bu çatışma soyut ya da tarihin kuytu bir odasında kilitli kalmış bir akıl jimnastiği değildir. Bir önceki nesilden teknolojik olarak ne kadar ötede olsa da, her yeni nesil varoluşsal soru ve sorunların tamamında ilk insanlar kadar saf ve cahildir. Ve her nesil, bir öncekilerin bir nefeslik yaşamları boyunca geçtikleri süreçlerden geçerek, misafirperverlikten çok da nasibini almamış şu yeryüzünü sil baştan anlamaya çalışmak ve anladıkları ile yaşamlarına bir yön belirlemek zorundadır. Biz insanoğullarını öteki memelilerden ayıran özelliğimiz, varoluşumuzun bilinçli olarak farkında oluşumuz ve içgüdülerle idame ettirebilmenin ötesinde, hayatımızı sorgulayabilmemizdir. Bu yüzden insan olmak her ne kadar biyolojik bir konum olsa da, aynı zamanda bir kurgu, bir süreç ve bir keşiftir de. Sokrates, iki bin yıldan fazla bir zaman önce “Üzerinde düşünülmemiş yaşam, yaşamaya değmez” demekle bize çok eski soruların neden hepimiz tarafından sorulması gerektiğini göstermektedir. Gerçek diye bir şey var mıdır? Varsa nedir? Ve nasıl yaşamalıyız? Bu çalışmanın yapmaya çalıştığı şey, sonunu gördüğümüz ve etkisinden kurtulmaya çalıştığımız 19. ve 20. yüzyılların özünü ve ruhsuzluğunu daha yolun başında sezmiş, aynı sorunlara dikkat çekmiş, ancak farklı çözümler üretmiş iki düşünürün, Nietzsche ve Dostoyevski’nin, yaşamlarının ve fikirlerinin çatışmasını bir kehanet kristali olarak kullanmak ve 21. yüzyıldaki yaşamlarımız için ipuçları bulmaktır. Okuru davet ettiğim son nokta Nietzsche ve Dostoyevski değil, onların tartışmasındaki yansımamızdır. Dikkatli bir okuyucu kitap içinde kaynak gösterilen ve kullanılan tüm metinlerin İngilizce olduğunu fark edecektir. Bunun doğurabileceği tek sorun, kitapta kullanılan Dostoyevski ve Nietzsche alıntılarının İngilizce eserlerden Türkçeye çevirilmiş olması ve bu çevirilerin Türkiye’de basılmış Dostoyevski ve Nietzsche metinleri ile farklılık gösterebilmesi ihtimalidir. Ancak bu farklılıklar ne metinlerin orijinal anlamını bozacak ne de bu kitabın içeriğini etkileyecek seviyededir. (Buna karşın metnin içinde geçen eser adlarını Türkçede bilinen hâlleriyle kullanma yoluna gittim.) Londra Teoloji Okulu’nda yaptığım araştırmayı yönlendiren ve bana destek veren Dr. Graham McFarlane’e, arkadaşlığı ve beni hep daha derinden düşünmeye teşvik ettiği için her zaman minnettar kalacağım. İngilizce araştırma metnini Türkçeye çeviren Alev Çeliktemur’a, hem benim giderek bozulan ana dilimi hem de çeviriden kaynaklanan kopuklukları titizlikle düzelten Işıl Ölmez’e, ilk kitabım da dâhil olmak üzere her Türkçe yazımı okuyan, düzelten ve beni daha çok yazmaya teşvik eden sevgili dostum Neslihan Orancı Yangın’a, kitabın basılabilmesi için çaba gösteren Soner Tufan ve Melih Ekener’e canı gönülden teşekkürler… Her yazının bitiminde içimi kaplayan o ürkek heyecanla… Ziya Meral, Cambridge, 2009 1. Bölüm Nietzsche Küçük Pastör’den Deccal’e Nietzsche Nietzsche Büyürken Nietzsche 15 Ekim 1844’te, bugün Almanya sınırları içinde küçük bir köy olan Röcken’de dindar bir ailede doğdu. Babası Ludwig Nietzsche, her iki dedesi gibi Protestan bir din adamıydı. Nietzsche birçok yaz mevsimini, kız kardeşiyle birlikte, büyük bir kütüphanesi olan dedesi David Oehler’in yanında geçirdi. Babasının 1849’da, otuz altı yaşındaki ölümü, beşinci doğum gününü kutlamaya hazırlanan Nietzsche’nin üzerinde büyük bir etki bırakacaktı. Nietzsche on dört yaşında, seçkin Pforta yatılı okulunda burslu okumak üzere evden ayrılıncaya kadar annesi, kız kardeşi, babaannesi ve iki halasıyla birlikte, sırf kadınlardan oluşan dindar bir ortamda büyüdü. Okul arkadaşları dindar tavırları yüzünden ona “küçük pastör” 1 ismini takmışlardı. Pforta’ya gitmeden önce yazdığı Yaşamımdan (Aus meinem Leben) adlı otobiyografisinde, dinî inancı kendisini güçlü bir şekilde göstermektedir: Ben şimdiye kadar çok fazla şeyi tecrübe ettim -sevinç ve hüzün, gülümseten şeyler ve üzücü şeyler- ama bunların hepsinde Tanrı bana, zayıf çocuğuna yol gösteren bir baba gibi yol gösterdi (…) Yaşamımı sonsuza kadar O’na hizmet etmeye adamaya güçlü bir imanla karar verdim. Umarım Sevgili Rab bu isteğimi yerine getirmem için bana güç verir ve yaşam yolculuğumda beni korur. Bir çocuk gibi O’nun lütfuna sığınıyorum: O, hepimizi, başımıza gelebilecek tüm kötülüklerden koruyacaktır. O’nun ilahî arzusu olsun! 2 Nietzsche, Pforta’da Grekçe ve Latince okudu. Okulun tarihsel bilime ve klasik metinlere verdiği önem, zaten matematikle arası hiçbir zaman iyi olmayan Nietzsche’nin potansiyelini ve hem çağının hem de eski çağların derin fikirlerini keşfetmesine neden oldu. Yeni yeni gelişmeye başlayan eleştirel tarihî çalışmalar, Kutsal Kitap’ta 3 bahsedilen yer, zaman ve olayların gerçekliğini sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda Kutsal Kitap’ın yazım tarzının ve içerdiği mucizelerin eski çağlardan kalan metinlerle benzerliklerini de gösteriyordu. Böylelikle, Kutsal Kitap’ın, tartışılması tabu olan ilahî konumu sarsılıyor ve Kutsal Kitap, insan ürünü antik bir efsane konumuna düşüyordu. Bunun Nietzsche üzerindeki en önemli etkisi, Kutsal Kitap’a sadece ruhsal değil tarihsel gözlerle de bakmaya ve gitgide Hristiyan inancının tarihsel güvenilirliğinden şüphe duymaya başlaması oldu. 4 Pforta’dan mezun olduğunda kuşkuları onu inançtan uzaklaştırmaya başlamıştı. Annesinin baskısıyla Bonn Üniversitesi’nde teoloji ve filoloji okumaya başladığında, inanç ona artan bir şekilde, arkasında nesnel bir gerçek bulunmayan, mantıksız bir his gibi görünmeye başlayacak ve nihayetinde “küçük pastör”, “Din, insanların çocukluğunun bir ürünüdür” deyip inançsızlığını beyan edecekti. 5 Nietzsche annesiyle kız kardeşinin tüm ikna çabalarına rağmen teoloji okumaktan daha Bonn’dayken vazgeçmiş ve orada geçirdiği yılı bir kayıp olarak görerek 1865 yılında filoloji okumaya odaklandığı Leipzig’e geçmişti. Çok geçmeden, Nietzsche’nin entelektüel gücü hocalarının dikkatini çekmişti. Klasik filoloji konusundaki yetkinliği hocalarının, Basel Üniversitesi’nin profesör kadrosundaki boşluğu doldurmak için henüz yirmi dört yaşında olan Nietzsche’yi önermelerine ve Nietzsche’nin hiçbir mülakata tabi tutulmadan Leipzig’de doktorasını tamamlamasına neden oldu. Nietzsche, hayal edemeyeceği kadar kısa bir sürede birçok akademisyenin uzun yıllar beklediği kadroya sahip olmuştu. Otuz dört yaşında Basel’i terk edinceye kadar hayatını aralıksız olarak okul ortamında geçirecekti. Ancak Nietzsche Basel’e atanmasıyla aynı dönemde, giderek filolojiye kısılıp kaldığını hissetmeye başladı. Onun ilgi duyduğu ve odaklanmak istediği konu, yaşamın nihai anlamı ve geleceğiydi. Felsefenin ve Nietzsche’nin uğraşması gereken asıl soru veya sorun buydu. Tanrı Öldü! Tanrı inancının, daha doğrusu dinin reddi Nietzsche’nin düşüncesinin yapı taşıdır. Nietzsche’nin yüzleşmeye çalıştığı tüm nihai sorular bu reddi takip etmektedir. Salaquarda, Nietzsche’nin ilk din eleştirilerini şöyle vurguluyordu: “Şüpheci bir yaklaşıma sahipti ama reddettiği dinî görüşlerin ve doktrinlerin doğru olmadığının kanıtlanabileceğini savunmuyordu.” 6 Tarihî araştırmalar dinî iddiaları giderek izafileştiriyordu. Kutsal Kitap bir anda tüm dokunulmaz ve tartışmasız gizeminden sıyrılıp bilimin eleştirel merceği altına yatırılabilen, sıradan bir tarihî metin konumuna düşmüştü. Ne var ki, 1880’den sonra Nietzsche’nin dikkatini dogmaların dayandırıldığı Kutsal Kitap ve tarihten çok, içinde yaşadığı çağ çekmeye başladı. İlerleyen bilim ve teknoloji, beraberinde farklı bir dünya görüşünü de geliştirmekte ve Orta Çağ’ın efsanevi düşünceleri mekanik rasyonalite ile yer değiştirmekteydi. Bu değişim sürecinde hem Kilise hem de dinî inanç, özellikle toplumun eğitimli ve elit tabakaları üzerindeki gücünü kaybetmeye başlıyordu. Ancak Nietzsche, etrafını saran enerjinin hâlâ Hristiyan değerlerinin uzantısı olan, yeteri kadar ileri gidememiş bir devrim olduğunu sezmeye başlamıştı. Tanrı inancı sarsılmaz sanılan tahtından indirilmiş, eleştiriye ve redde açık konuma düşmüş, her bilinmeyeni açıklayan bir referans olmaktan çıkıp insanlığın derinden düşünmesini ve keşfetmesini engelleyen bir duvar hâlini almıştı. Yani artık Tanrı kavramı modası geçen bir aksesuar, bir süs konumuna düşmüştü. Nietzsche’nin Şen Bilim’de Tanrı’nın mecazi ölümünü ilan edişi, felsefi bir argüman veya sonuçtan ziyade, dinin zamanın Avrupa’sında düştüğü kültürel konumun ifadesiydi. Kitabın 125. paragrafındaki ünlü deli adam benzetmesi ile Nietzsche artık Tanrı’ya inanmayı bırakmıştır, ancak aslında attığı adımın arkasındaki tüm köprüleri yıktığını ve tüm bağları kopardığını ve sonsuz bir okyanusa açılmak üzere olduğunu fark etmeyen Avrupa’ya durumun ciddiyetini göstermeye çalışmaktadır. Deli adam, sabahın ilk saatlerinde pazar yerine koşar ve Tanrı’ya inanmayan insanları şaşkınlık içinde bırakarak “Tanrı’yı arıyorum! Tanrı’yı arıyorum!” diye bağırır. Kalabalık onunla dalga geçer. “Kayıp mı oldu?” diye sorar birisi. Bir başkası, “Bir çocuk gibi yolunu mu kaybetti?” diye sorar. “Yoksa saklanıyor mu? Bizden korkuyor mu? Seyahate mi çıktı? İltica mı etti?” “Tanrı nerede mi?” diye cevap verir deli adam ve tüm şaşkın bakışların arasında şunları sorar: Size anlatayım. Onu biz öldürdük -sen ve ben! Hepimiz onun katilleriyiz! Ama biz bunu nasıl yapabildik? Denizi nasıl tamamen içebildik? Ufku tamamen silmek için süngeri kim verdi bize? Bu yeryüzünün, güneşinden bağını çözdüğümüzde ne yapıyorduk? Şimdi nereye gitmektedir? Biz nereye doğru hareket ediyoruz? Tüm güneşlerden uzağa mı? Boş uzayın nefesini hissetmiyor muyuz? Daha soğuk olmadı mı? Geceler bizi daha da sıkıştırır hâle gelmedi mi? (…) Tanrı öldü! Tanrı hâlâ ölü! Ve biz onu öldürdük! Kendimizi nasıl avutalım, tüm katillerden daha katil olan bizler? (…) Bu kanı üzerimizden kim silecek? (…) Bu eylemin yüceliği boyumuzu aşmıyor mu? Sırf hak ediyor görünebilmek için kendimiz tanrılar olmak zorunda değil miyiz? Soruları bittiğinde ona şaşkınlıkla bakan kalabalık gibi sessizleşir. Elindeki feneri yere fırlatır ve kalabalıktan uzaklaşırken kendi kendine konuşmaya devam eder. Çok erken geldim. Benim zamanım daha gelmedi. Bu heybetli olay hâlâ yolda, hâlâ dolaşıyor -insanların kulaklarına ulaşmadı. Şimşek ve fırtına vakit ister; yıldızların ışığı zaman gerektirir; eylemler, yapılmış olmalarına rağmen, görünmeleri ve duyulmaları vakit alır. Bu eylem hâlâ onlardan en uzakta olan yıldızdan da uzak -ve yine de bunu kendileri yaptılar! Tanrı’ya inanmayı bırakmış olan kıta hâlâ attığı adımın boyutlarını ve sonuçlarını görememekte ve Nietzsche’nin deyişiyle, esintisiz ve pürüzsüz bir noktasında seyrettiği okyanusun sonsuzluğunu ve tehlikesini fark etmemektedir. İşte bu noktada nihilizm doğmaktaydı. Yaşama bir bütün olarak anlam getirdiğine inanılan güneşin sönmesiyle, tüm fiziksel gerçekliğin ötesinde olan sabit bir referans noktası ve tüm atılan adımların nihai sonuçları da karanlık içinde kayboluyordu. Birey, Hristiyan inancını reddettiğinde, Hristiyan ahlakını da reddetmiş oluyordu. Hristiyanlık bir sistem, tutarlılık gerektiren bir bütündü. Eğer birisi o sistemin temelini sağlayan inançtan, yani Tanrı’dan vazgeçerse, sistemin tamamını parçalamış olurdu. Hristiyan ahlakı bir emirdi; geçerliliği ve gerekliliği o emri verene dayanmaktaydı. Tanrı reddediliyorsa Hristiyan ahlakı da reddedilmeliydi.
Ziya Meral – Budala, Nietzsche ve Dostoyevsk
PDF Kitap İndir |