Zülfü Livaneli – Arafatta bir Çocuk

Gözlerinin üstüne dek indirdiği şapkayı hiç çıkarmıyordu başından. Çok uzun siperlikli, kırmızı, mavi, sarı dilimli bir boyacı şapkasıydı. Boya fabrikasının adı yazılıydı üstünde. Kıyıdan köşeden tek tel saçı görünmesin diye sıkı sıkı çekiştiriyor, önüne baktığında bir şey göremez oluyordu. Öğretmen bile bir şey söylediğinde, görebilmek için başını iyice arkaya atması gerekiyordu. Eski eşyaların atıldığı bir yerde bulmuştu şapkayı. O günden beri de bir daha başından çıkarmamıştı. Okulda, evde, sokakta hep başındaydı. Önceleri çok kızmıştı babası. “Çıkar şu pis şeyi,” demişti. Çocuk, “Çıkarmam!” diye diretince de hırsla şapkayı kaptığı gibi yere çalmış, iki de tokat atmıştı çocuğun yüzüne. O gece el ayak çekildikten sonra kalkmış, şapkayı başına geçirmiş, gene yatağa girmişti. En çok üzüldüğü, babasıyla inatlaşmasıydı. Yoksa okulda durmadan, “Çıkar!” demelerine, özel eğitim uzmanlarının gelip kendisiyle saatlerce konuşmalarına aldırdığı yoktu. Yarısını anlarsa sözlerin, yarısını anlamıyordu zaten.


İri gözlerini ya karatahtanın köşesine ya cama ya sıraya dikiyor, gülümseyerek öylece oturuyordu. Sanki kendisine bir şey söylenmiyormuş gibi… “Hadi şimdi, karşılıklı konuşalım!” Ya da, “Küçük dostum, böyle susarak bir yere varamayız ki!” “Büyüyünce boyacı mı olmak istiyorsun?” Sonunda söylenenler bitince, yüzündeki o aptalca, karşısındakini çileden çıkaran gülümsemeyi bozmadan çıkıp gidiyordu. Eğitimciler çaresiz kalmışlardı. Bir tanesi, “Sanki aramızda bir duvar var, sözlerim ona ulaşmıyor,” diyordu. Gene de çok önemli değildi şapka olayı. Düzene uymayan bir görünüşteydi ama kimseyi tedirgin ettiği yoktu. Çocuğun inadını, başkaldırısını gösteriyordu olsa olsa. Asıl sorun, çocuğun her gün şiddetini artırarak yarattığı olaylardı. Sabahları, ince bedeniyle, yüzünde her zamanki aptalca gülümseme asılı, derslikten içeri giriyordu. Hangi olay karşısında olursa olsun, o gülümsemeyi sıyırıp atmıyordu dudaklarından, gözlerinden. Bu, her an her şeye hazır, hem de sonuna dek gitmeye hazır bir görünüm veriyordu çocuğa. Yarattığı bir-iki olaydan sonra sınıftakileri de, okuldakileri de sindirmişti. Yanına pek yaklaşmıyorlardı. Birkaç kez, bir punduna getirip cebinde taşıdığı çakıyı göstermişti. Kulaktan kulağa yayılmıştı bu.

Çok uzun siperikli alacalı şapkasıyla, derslikte, bahçede, yemekhanede omuzlarını iki yana sallayarak, efelenerek dolaşıyordu. Altı ay oluyordu okula başlayalı. Daha tam sökememişti dili. Ama yarımyamalak ne dendiğini anlıyordu. İlk günlerdeki gibi değildi. Okul açıldığı gün, Türk komşulardan birinin çocuğu götürdü onu. Eskilerdendi. Yabancı dili çok iyi konuşuyordu. Çocuk ürkekti okul yolunda. Kuş gibi atıyordu yüreği. Geleli iki ay olmuştu. Daha alışamamıştı hiçbir şeye. Dili de sökememişti. Hep mahalledeki Türk çocuklarıyla oynuyor, ‘sarı yabanlar’ dediği çocuklara hiç sokulmuyordu. Okula geldiklerinde zil çalmamıştı daha.

Çocuklar ellerinde sopalarla, bağıra çağıra bir top oyunu oynuyorlardı. Dersliğin kapısına gidip dikildiler. Arkadaşı, çocuğun halini görünce, “Öyle ürkek durma,” dedi. “Korktuğunu belli edersen üstüne gelirler.” Bu daha da korkuttu çocuğu. Sonra zil çaldı. Çocuklar sıra olup içeri girdiler. Hepsi de girerken, kapının yanında bekleyen iki yabancı esmer çocuğa baktı. Çocuk, bakışlardan bir anlam çıkaramadı. Kızgın mı, alaycı mı, yumuşak mı, anlamak zordu. Zaten hepsi aynı çocuk gibi geliyordu ona. Kızı erkeği zor ayırıyordu. Bir kadının geldiğini gördü. Arkadaşı öne çıkıp anlamadığı bir şeyler söyledi kadına. Çok uzun boylu, sapsarı saçlı, mavi gözlüydü kadın.

Eğilip çocuğa bakarak konuştu. Gülüyordu. Çocuk da güldü. Hiçbir şey anlayamadığı için suçlu gibi duyuyordu kendini. Öğretmen, çocuğu omuzundan tutup dersliğe soktu. Karatahtanın önünde durdular. Çocukların hepsi de ona bakıyordu şimdi. Öğretmen konuşuyordu. Çocukların gözleri öyle üstüne dikilmiş, mavi ve uzak… Ne nasıl davranacağını bildiği vardı ne de tek söz anladığı… Yüzüne bir sıcaklık bastı. Gözlerini kaldırıp bakamadı çocuklara. İçinden fırlayıp kaçmak geliyordu. Öğretmen eğilip ona konuştu gene. Ağır ağır, tane tane söylüyordu. İşte bunu anladı çocuk. Arkadaşlarından öğrendiği beş-on sözcükten biriydi.

Hafifçe, “Yılmaz,” dedi. Öğretmen anlamamış gibi elini kulağına götürdü. Bir kez daha, “Yılmaz,” dedi. “Yılmaz?” diye yineledi öğretmen. Başıyla evet işareti yaptı çocuk. Öğretmen bir sıraya oturtmuştu onu. Rahatlamıştı. Parlak bir masa vardı önünde. Kapağı kalkıyordu. Kitaplar, defterler konuyordu içine. Öğretmenin duvara renkli kâğıtlar asıp göstererek bir şeyler anlattığını görüyordu. Arada bir öteki çocuklarla göz göze geliyordu. Şimdi de anlayamıyordu bakışlarını. Buz parçaları vardı sanki göz yerine. Bir taşa, ota, böceğe bakar gibi bakıyorlardı çocuğa.

Gözlerini de hiç ayırmıyorlardı. Çocuk, çevresine bakmamaya başladı. Gözlerini sırasına dikti. Sırtı kamburlaştı. Anlamadığı konuşmalar, uzak çayırların hışırtısı gibi geliyordu kulağına. Hiçbir şey konuşulmuyormuş gibiydi. Daha geçen hıdrellez, nenesiyle çamurdan ev yapmışlardı. Ne geçmişti ki üstünden. İşte belki de o, çamurdan yaptıkları ev dileği yerine gelmiş, şimdi oturdukları eve yerleşmişlerdi. Köyde kendi yaptıkları tek katlıydı. Kümesi, ahırı vardı arkasında. Ama olsun! Bu da bir güzel evdi. Yedinci katta. Asansörle çıkılıyordu. En çok dizleri ağrıyan nenesi sevinecekti bu asansör işine, geldiği zaman.

Nenenin geleceği günü iple çekiyordu çocuk. Kırış kırış hışırtılı eliyle başını okşayıp göğsüne bastırmasını özlemişti. ‘Kınalı kuzum’ diye sevişi, burnunda tütüyordu. Köydeyken çocuğun çok karnı ağrırdı. Ağrıyı çeksin diye sabahları yalınayak toprakta yürütürlerdi. Geceleri karnı burulurken nenesi gelir, elini karnının üstüne koyar, okuyup üflemeye başlardı. Adı gibi bilirdi ağrının geçeceğini. Daha nenesi ilk duayı bitirmeden uyuyup kalırdı. Kokular da değişmişti şimdi. Yeni yeni kokular tanıyordu çocuk. Taze ot kokusu kalmamıştı. Koyun sürülerinin, sığırların kokusu, ahıra girdiğinde o insanın genzini yakan ama gene de tanıdık bildik gelen ağır koku, harman kokusu, yağmurlardan sonra kabaran toprağın kokusu kalmamıştı. Ama en çok aradığı, nenesinin kokusuydu. İlle nenesinin kokusu. Boynuna nenesinin astığı mavi gözboncuğuna eliyle dokundu.

Mavi gözlere karşı koruyacaktı onu. Unutmamıştı nerede olduğunu, ama çevresinde olup bitenlerden kopmuştu. Aydınlık bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Neredeyse kaşlarının üstünden başlıyordu saçları. Kıvrım kıvrım, güçlü, kapkara saçlardı. Gözleri de her şeye, her zaman şaşarak bakıyormuş gibi kocaman ve parlaktılar. Çoğu zaman, hele soğukta nemli gibi dururlardı. Okuma yazmayı biraz ilerletince nenesine mektup yazacak. Her gün yazacak, burada olanı biteni, gördüklerini, ‘sarı yaban’ları anlatacaktı. Çocuklardan birini çağırır mektupları okuturdu nenesi. ‘Nene buraya geldiğinde,’ diyecekti, ‘seni kuş gibi çıkaracağız bize. Bizim ev yüksek, köydeki gibi düzayak değil. Ama bir inip çıkan oda var. Kuş gibi çıkaracağız seni. Neler var burada görülecek, bir bilsen nene.

Birlikte gezeriz seninle, ikimiz gezeriz. Hele ben şunların konuşmalarını da bir öğreneyim… Zilin çaldığını duydu. Öğretmen derslikten çıkıp gitti. Çocuklar da bahçeye fırladılar. Biraz daha oyalandı derslikte. Sonra bahçeye çıktı. Gene o sopalı, toplu oyundan oynuyorlardı. ‘Bunlar çelik çomak bilmiyorlardır,’ diye düşündü. ‘Çember de bilmezler, aşık da.’ Kapının dibinde duvara dayanmış dururken, bütün yaşıtlarından daha ufak tefek görünüyordu. Kolları kısalmış alacalı bir kazak vardı sırtında. Kimse ilgilenmedi onunla. Yalnız yeniden zil çalıp da içeri girdiklerinde, şişman bir çocuk gelip yüksek sesle bir şeyler söyledi. Anlamadan baktı çocuk. İçinde ‘Türk’ sözcüğü geçiyordu.

Yalnız onu anladı. Bütün çocuklar kahkahayla gülmeye başladılar. Şişman çocuk bütün gücüyle haykırıyordu ona doğru. Ağzında bir şeyler var da onları yere tükürüyor gibi geldi Yılmaz’a. Tıslaya tıslaya konuşuyordu çocuk. Pembe, şişman bir yüzü vardı. Gözleri pul gibiydi, ufacık. O bağırdıkça, ellerini sıraya vurarak gülüyordu ötekiler. Yılmaz büzüldükçe büzüldü sıranın içinde. Korkuyordu, çok korkuyordu hem de. Durmadan şişman çocuğun yüzüne bakıyordu. Kocaman açılmıştı gözleri. Yüreği pat pat vuruyordu. O sırada öğretmen geldi. Yerine oturdu herkes.

O ilk günün ikinci olayı da yemekhanede oldu: Büyük, loş bir salondu yemekhane. Çocuklar kuyruk olup birer tepsi aldılar. Yılmaz da onlar gibi yaptı. Sırası gelene, köfte ile makarna veriyorlardı. Ona da verdiler. Öğretmen, çocuğu, elinde tepsiyle dikilir görünce gelip aldı, kendi masasına götürdü. Başka çocuklar da vardı masada. Yılmaz yemeğe başlayacağı sırada aklına gelenle irkildi: ‘Ya domuzsa et? Hem de domuzdur!’ Nasıl yerdi bu köfteleri! Aylardır eve et almıyorlardı. Babası dil bilmediği için et paketlerinin üstündeki yazıları anlamıyor, ne eti olduğunu ayıramıyordu. Yanlışlıkla domuz eti alırız korkusundan hiç et almıyor, hep tavuk yiyorlardı. Onu karıştırma tehlikesi yoktu nasıl olsa. Aylardan beri et yerine tavuk yemekten içleri bulanır olmuştu. Bir sıkıntı bastı çocuğu. Yiyemezdi bu köfteleri. Öğretmen gülümseyerek bakıyordu.

Çocuk makarnadan yemeye başladı. Uzun makarnaları sığdıramıyordu ağzına. Koparayım dese kopmuyordu. Güç bela bitirdi. Bekledi. Köfte tabağını itti önüne öğretmen. Bir şeyler söylüyor, tatlılıkla gülümsüyordu. “Köfteyi ye!” dediği apaçıktı. Ne yapacağını iyice şaşırdı çocuk. Kocaman açılmış gözleriyle yalvararak baktı. Nasıl anlatırım diye düşündü. ‘Domuz’ nasıl denir, bir bilseydi! Bir tek sözcük söylemesi yeterdi. Ama söyleyemedi. Ellerini çaresizce iki yana açıp öğretmene acıyla baktı. Öteki çocukların da bu garip davranışlara şaştığını biliyor ama ne yapsın? Tabağı itti önünden.

Öğretmen gene gülümsedi. Kâğıtla kalem çıkardı çantasından. Kâğıda bir şeyler çizip gösterdi. Bir dana çizmişti, bir de domuz. Domuzu gösterdi eliyle. Çocuk anladı derdini anlatabileceğini. Sevindi, ısındı öğretmene. Öğretmen, bir köfteyi gösterdi eliyle, bir domuzu. Sonra domuzun üstünü karaladı. Eliyle “hayır” işareti yaptı. Eli danayla köfte arasında oynadı. Çocuğa eğlenceli bir oyun gibi gelmişti bu. O da köfteyi gösterdi, sonra danayı. “Bu, bundan mı?” diye sorar gibi eğilip büküldü, sesler çıkardı. Başını salladı öğretmen.

“Ye!” diye işaret etti. Güldü çocuk. Köfteyi yemeye başladı. Tadını hiç sevmedi. Gene de aylardır et yemediği için pek kötü gelmiyordu. Öğretmenin gösterdiği dostlukla içi ısınmış, bir parça neşesi yerine gelmişti. Karnı da doymuş, kendisiyle iyi niyetle ilgilenildiğini görmüştü. Hoşnuttu. Eğer derslikteki olay başına gelmeseydi akşama dek sürecekti içindeki barış duygusu. Yemekten sonra dersliğe dönmüşlerdi. Çocuklar yaklaştı yanına. Başlarında gene o şişman, pul gözlü çocuk vardı. Bir kâğıda gülen bir domuz çizmişlerdi, bir de inek. İneğin üstü karalanmıştı. Altta bir tabak içinde üç tane köfte resmi görülüyordu.

Köfte tabağından gülen domuza bir ok yapmışlardı. Korkuya kapıldı. Şişman çocuk gülerek gösteriyordu kâğıdı. Burnuna sokuyordu. Öğretmen yalan mı söylemişti? Kandırmış mıydı onu? Köfteyi yedirmek için bilerek mi yapmıştı? Gövdesinin her yerinde birden duyuyordu korkuyu. Ya gerçekten domuzsa yediği? Bir tuhaf kokuyordu et. Ne derdi babası? Kemiklerini kırardı döve döve. Karnında kurtlar dolaşacaktı şimdi. Domuz kurtları dolaşacaktı. Kıyamete kadar cehennemlik olmuştu bilmeden. Kurtlar kaynaşacak, karnını dolduracaklardı. Kurtuluş yoktu bundan. Bütün bedeni domuz kokacak, kendisi de domuza benzeyecekti. Ne diyecekti babası bu işlere? Saklanacak bir şey olsa saklardı ama ortaya çıkmaz olur muydu hiç! Ah nenesi burada olsaydı… Çocuklar gülüyorlardı. Domuzu gösterip dillerini çıkarıyorlardı.

Kendini kirlenmiş sayıyordu çocuk. Sonsuza dek kirlenmişti. Derslikten koşarak çıktı. Okulun arkasındaki koruda bir tepecik vardı. Doğru oraya gitti. “Bana oyun ettiler nene,” diyordu. “Ben bilmeden domuz yedirdiler bana. Murdar oldum nene, cehennemlik oldum.” Birden gözyaşları fışkırdı. Her an karnında kurtları duymayı bekleyerek oturdu orada. Gövdesinde büyük değişiklikler olacaktı. Üşüyordu. Büzülmüş otururken soğuktan birbirine vuruyordu dişleri. Karanlığın, yüksek yapıları, yolları, okulu sardığını gördü. Sokak fenerleri, sisli bir aydınlıkla parlamaya başladılar.

Çocuk doğruldu. Buz kesmiş ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Kırık dökük, eve yollandı. Kapıyı annesi açtı. “Nerede kaldın?” diye sordu çocuğa sertçe. Yanıtlamadı çocuk. Babası, salonda ışıkları açmadan oturmuş televizyon seyrediyordu. Dili anlamasa da haberlere bile bakıyordu babası. İçeri odaya geçerken karnında ağrıların başladığını duydu. ‘Kurt ağrıları,’ diye düşündü. Korktu. Başlamıştı işte. Kimbilir daha neler olacaktı! ‘Beni niye kandırdılar,’ diye acıyla burkuldu içi. İstemeden ağlamaya başladı. Annesi gelip kapıyı açtığında onu, karanlık odada yatağın üstüne oturmuş ağlar buldu.

“Ne oldu Yılmaz?” Çocuk, hıçkırıkları artarak sarıldı. “Karnım ağrıyor,” dedi. “Geçer geçer, ağlama,” dedi annesi. Kaç kez dilinin ucuna dek geldi çocuğun. Söyleyemedi. Annesi gittikten sonra yatakta uzun süre kendini dinledi. Bir şeyler olmasını bekledi saatlerce. Uyuyamadı. İçerden televizyonun sesi geliyordu. O şişman çocuğun yüzünü görüyordu sürekli. Gülerek, pul gözleri kısılmış, domuz resmini uzatırken… Karnını birisi tutmuş da bütün gücüyle buruyor gibiydi. Eğri büğrü, iyi rendelenmemiş tahta sıraların üstüne düşüyordu güneş ve camla düştüğü yer arasında tozdan bir boru oluşturuyordu. Hepsi görüyordu ışık-borunun içinde aşağı yukarı oynayan, gümüşlenen, birleşip ayrılan tozları… Hınzır bir gülümseme vardı yüzlerinde. Sarı çocuğun saçları pırıl da pırıl yanıyordu. En önde tek başına.

Pırıltı olursa bu kadar olur. “Adın ne?” Öğretmene anlamadan bakıyordu çocuk, şaşkın. “Adın ne?” Anlamıyordu. Bir şaşkınlık donup kalmıştı yüzünde. “Adın ne?” “Adını söylesene!” diye dürttü biri. Dürtüşle irkildi sarı çocuk. Sıranın öbür ucuna kaçtı. “Adın ne? Adın ne? Adın ne?” Hepsi bir ağızdan bağırıyordu çocukların. Bir şenlik yeri gibi oldu dersliğin içi. Sarışın, saçları güneşte pırıl pırıl yanan çocuğun çevresinde arılar gibi döndüler. Kulağı dibinden kopacak, yırtılacakmış gibiydi. Öğretmenin eliyle birlikte kulağı, kulağıyla birlikte kafası çekiliyordu yukarı doğru. “Adını söyle sorduğum zaman!” “Adın ne? Adın ne? Adın ne?” Sarı çocuk ağlamaya başladı birden. Gözlerinden yağmur gibi döküldü yaşlar. Kulağı kıpkırmızı… Çocuklar dönüyorlardı çevresinde.

“Adın ne?” Öğretmen elini kaldırdı, susturdu çocukları. “Madem adını söylemiyor, biz bir ad verelim ona.” El çırptı çocuklar, öğretmeni alkışladılar. “Ne olsun adı, ne olsun, ne olsun?” “Domuzcuk olsun!” “Sarı domuzcuk olsun!” “Gâvur domuzcuk olsun!” “Hepsi domuzdur zaten bu gâvurların!” “Domuzcuk, domuzcuk!” Sarışın çocuğun çevresinde döndüler, döndüler. Öğretmen derslikten çıkıp gitti. Sarışın çocuk korku içinde bekliyordu. Güneşte pırıl pırıl yanan saçlarından tuttu biri, sıraya doğru itti hızla. Domuzcuk, tak! Domuzcuk, tak! “Ne yapıyorsunuz?” “Adını öğretiyoruz gâvura!” Domuzcuk, küt! Domuzcuk, küt! Domuzcuk, küt! Saçları kanlandı çocuğun. Kan, gözyaşlarına, sümüklerine karıştı. Anlayamıyordu çevresindekilerin ne dediğini. Yalnızdı. Güldü çocuk. İçi geçti, uyuyuverdi. Uyurken kollarını iki yana açardı, uçacakmış gibi. Burnunda et olduğundan ağzı hep açık kalırdı.

Günlerce o şişman çocuğu kolladı. Okul dağıldıktan sonra ne yaptığını izliyordu, ötekiler de zalimdi ama elebaşı hep o şişman çocuktu. Yapmadığını bırakmıyordu derslikte. Okuldan sonra eve gidiyor, köpeğini alıp dışarı çıkıyordu şişman çocuk. Beyaz, yumuk yumuk, tüyden, gözleri bile görünmeyen küçücük bir köpekti. Böyle on beş-yirmi gün izledi şişman çocuğu. Bir plan yoktu kafasında. Dövecekti belki de. Öyle hırslıydı ki, gücünün yeteceğini sanıyordu. Canını yakmak istiyordu şişmanın. Başka bir isteği yoktu. Sonra ne olacağını da düşünmüyordu. Günlerce izledi onu. Şişman çocuk da görüyordu onu. Alayla gülüyordu.

Çocuk, onun yanında ufak tefek, karamuk gibi bir şeydi. Şişmanı korkutamıyordu. Arkadaşları yoktu şişman çocuğun. Hep köpeğiyle geziyordu. Konuşuyordu onunla. Öpüp seviyordu. Bir gün kolladığı fırsat kendiliğinden doğdu. Büfeden bir şey alıyordu şişman çocuk. Köpeğin kayışını elinden bırakmıştı. Köpek yağmur oluğunun dibine doğru uzaklaştı. O anda aklına geldi çocuğun. Daha önce düşünmediğine şaştı. Atıldı. Köpeğin boynuna bağlı olan kayışı yakalayıp koşmaya başladı. Yıldırım gibi gidiyordu.

Bir zorluk çıkaramıyordu küçük köpek. Şişmanın çığlıklar atarak bağırdığını duydu. Ses arkada kaldı. Soluk soluğa daldı ormana. Kuytu bir köşeye gelmişti. Köpeği sıkıca bağladı bir ağaca. Çevreyi dinledi. Gelen giden yoktu. İzini bulamayacaktı şişman. Köpek, gözlerini örten tüylerin arasından bakıyordu ona. Bir kütüğün üstüne oturdu. Köpek karşısındaydı. Kendisine bakıyordu. Gözleri üstündeydi. “İşte!” diye bağırdı.

“İşte elimde itin, it arkadaşın! Ne istersem yaparım, öldürürüm, keserim, gözlerini oyarım. Parmağını bile oynatamazsın, anladın mı inek?” Ormanın derinliklerine doğru bağırıyor, elini kolunu sallıyordu. “Boynuna taş bağlar denize atarım istersem. Yapamam mı? Yapamam mı ha? Domuz oğlu domuz.” Orman sessizdi. Dalların hışırtısından başka bir ses duymadı çocuk. Gözlerini köpeğe dikti. ‘Şimdi ne yapayım ben buna?’ diye düşündü. Köydeki çoban köpekleri gibi de değildi bu. Ufak cinsti, yavru köpeklere benziyordu. Tam enik kadardı. Öyle bir yavru köpeğin at arabasının altında kaldığını görmüştü çocuk. Tekerlek belinden geçmişti. El kadar bir köpekçikti o da. Acı acı ağlamış, çığlık atmıştı.

Belinden arkası ezilmiş, pelte gibi yerde sürünüyordu. Beli kırılmıştı. Yarı cansız gövdesini sürükleyip yoldan kaçmak istiyordu. Çocuk, köpeği alıp kenara çekmişti. Acı acı uğunuyordu köpek. Şimdi de bu, gözünü dikmiş bakıyordu işte. Korkutmak için taş aldı eline. Atar gibi yaptı. Kıpırdamadı beyaz köpek. “Bela mısın ulan!” diye bağırdı çocuk. “Ne biçim sahibin var! Belini kırarım bak!” Köpek kıpırdamadan bakmayı sürdürdü. “Bakma ulan bakma! Taş bağlarım boynuna, suya atarım.” Karşılıklı bakıştılar gene. Birazdan karanlık çökecekti. Kaç kez köpeği tekmelemeye niyetlendi, yaklaşıp yaklaşıp caydı.

Köpeği öyle bağlı bıraktı orada. Koşa koşa eve gitti. “Şimdi görürsün!” diye söyleniyordu. Az sonra ormana döndüğünde elinde bir makas vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir