Zulfu Livaneli – Konstantiniyye Oteli

Düşerken adı Zehra’ydı, bunu biliyor. Otel odasının banyosunda başını önce lavaboya, sonra küvetin kenarına vuran genç kadın parlak mermer zemine düşerken adının Zehra olduğunu biliyor; soyadı Ertan, Zehra Ertan. Bunu aklımda tutmam gerekiyor diye geçirdi mi içinden, sonradan mı böyle bir yakıştırmada bulundu, bunu bilmesi –bilmemiz– olanaksız; çünkü düşüşten sonra başka bir dünyaya ait olduğunu, adların önemsizleştiği yarı saydam, yarı gerçek yarı düş, korkudan, arzudan, tutkudan ve kaygılardan azade bir âleme girdiğini seziyor; bilmiyor da seziyor, artık her şey sezgiden ibaret zaten. Kafasında bir cephanelik patladığını seziyor, damarlarının yırtılır gibi olduğunu seziyor; son anda lavaboya tutunma çabasının bir işe yaramadığını seziyor; parlak lavabo kenarının elinden kayıp gittiğini seziyor; banyonun mermer zeminine kaydığını seziyor; sağ yanağının değdiği mermer zeminin sıcak olduğunu seziyor; burnuna toprak kokusu geldiğini seziyor; belki de toprağın altındayım, belki de gömüldüm sezgisi cılız bir ışık gibi yanıp sönüveriyor zihninde. Sonra karanlık geliyor, uçsuz bucaksız karanlık, onu sevecen bir rahim gibi saran güzel karanlık. İşin tuhafı bu gömülmüşlük duygusunun Zehra’da hiçbir korku ya da kaygı yaratmamış olması. Otelin zemin katındaki odasının banyosundan aşağılara, toprağa doğru çekildikçe, içine yayılan huzur ve dinginlik daha da artıyor, yaşamında ilk kez, onca korktuğu ölümün pek de kötü bir şey olmadığını seziyor. Ölmek güzel, ölmek sakin, ölmek korkutucu değil; durgun bir liman. Bu andan sonra dünya gitgide uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, tam yok olmaya yüz tutmuşken Zehra bir ses duymaya başlıyor. Sağ yanağını ısıtan mermerin altından gelen, yumuşak, tekdüze, inlemeyle yakınma arası ama ne dediği anlaşılmayan, boğuk bir ses bu. Elbette boğuk olacak, çünkü çok derinlerden geliyor gibi. Zehra bir süre sonra bu sesin sandığı gibi konuşmadığını, mırıldanmadığını, inlemediğini, ancak daha önce hiç duymadığı garip, gizemli, tuhaf bir ezgiyle şarkı söylediğini anlıyor. Uzun seslerle söylenen, mistik, yakınma dolu, neşeden uzak, içinde ilahi bir şeyler barındıran ama bir yandan da yerde, bilincinin büyük bölümü uykuya dalmış Zehra’nın tüylerini diken diken etmeye yetecek kadar tuhaf bir ezgi bu; sesin sahibi bir erkek. Şarkının hangi dilde söylendiğini anlayamıyor Zehra; Türkçe değil; İngilizceye ya da kulak aşinalığı olan başka bir dile de benzemiyor. Giderek yerin altına, toprağa doğru kayan Zehra o sırada şarkının kesildiğini ve kendisine birinin seslendiğini duyuyor.


Duymasına duyuyor ama “Beni duyuyor musun?” sorusuna uzun süre cevap veremiyor. Soru birkaç kez daha tekrarlandıktan sonra Zehra duyduğunu söylüyor ama bunu nasıl dile getirdiğini bilmiyor. Ağzından ses çıkmıyor, kafasının içinde olup bitiyormuş gibi her şey. O sesimsi şey –ses diyeceğiz artık ona, çünkü başka bir dünyevi sözcük yok bunun için– başının ağrıyıp ağrımadığını soruyor, Zehra “Galiba” diye cevap veriyor; “sanırım ağrıyor.” O ses gülüyor, “Anladım” diyor, “çünkü bu ağrıyı bilirim.” “Nereden bilirsin?” diye soruyor Zehra. Ses, “Çünkü benim de başım ağrımıştı” diye yanıtlıyor onu. Zehra’nın kafasının içindeki konuşma devam ediyor: “Ne zaman ağrımıştı?” “Darbe aldığım zaman.” “Ne darbesi?” “İsyan sırasında başıma aldığım darbe.” “Cop mu, gaz kapsülü mü, TOMA mı?” “Hayır, Thomas orada değildi, Belisarios vardı.” “Kim?” “Belisarios.” “O da kim?” “Saldırıyı o yönetiyordu.” “Polis şefi mi?” “Hayır, Muhafız Birliği Komutanı zalim Belisarios.” Bu sözler üzerine Zehra duraksıyor. Yerin altında olduğunu öne süren kişiye, Nika isyanından ve oradaki Belisarios’tan mı söz ettiğini soruyor.

Evet yanıtını alınca garibine gidiyor ve bu telepatik sohbetin nasıl mümkün olabildiğini soruyor. Hangi dilden konuşuyorlar, o dili hiç bilmiyor, daha önce hiç duymadığı halde, –eğer buna konuşma denilebilirse– konuşuyor, en azından anlıyor, öteki adam da onu anlıyor. “Daha önce duyamazdın zaten” diyor ses. “Çünkü ölülerin dilini konuşuyorsun.” “Böyle ayrı bir dil mi var?” “Evet, ölüler diyarında tek bir dil vardır; insanlar hangi dili konuşursa konuşsun, öldüğü anda hepsini unutur ve ölmüş olan herkesin bildiği dili konuşmaya başlar.” “Bu dili anladığıma göre ben de mi öldüm?” “Henüz değil ama bize hızla yaklaşıyorsun, sesimin sana bazen gelip bazen yitmesi bu yüzden işte. Dünya seni çekiyor, biz de aşağıdan çekiyoruz. Hep böyle olur.” “Dur, dur, bir dakika, aklımı toplayayım, sen neredesin, var olmayan sesin yerin altından geliyor, kendin neredesin?” “İşte dediğin gibi, yerin altındayım, tam senin altındayım. Gerçi çok derindeyim ama yine de yattığın yerin tam altında ben varım, yani bir anlamda üstüme düştün, çünkü buraya gömdüler bizi, o gün otuz bin kişiyi öldürüp hemen oracığa gömdüler. Ben yaralı olarak biraz sürünüp buraya, sarayın duvarına kadar geldim ama ölümden kaçamadım, kimse kaçamaz zaten.” Zehra ölüye ne zaman öldüğünü, ne zaman gömüldüğünü, kaç zamandır orada yattığını soruyor. Ölü biraz duraklayıp hesaplamaya çalıştığını söylüyor, sonra hangi yılda olduklarını öğrenmek istiyor. 2014 yanıtını alınca da kısa bir hesap yapıp ölümünün üstünden tam 1.482 yıl geçmiş olduğunu söylüyor.

İsa Mesih’in dünyayı şereflendirmesinden 504 yıl sonra doğmuş, 532 yılında da ölmüş. Zehra nedense hiç şaşırmıyor buna; zaten dünyaya ait şaşırma, korkma, sevme gibi birçok duyguyu yitirmiş bir halde; kalan bir iki duygu kırıntısı ise onu hızla terk ediyor, buna karşılık sezgileri güçleniyor. Bu sefer ölüye nasıl öldüğünü soruyor; ölü ona doğal yolla ölmediğini, başına inen bir kılıç darbesiyle öldürüldüğünü söylediğinde, sanki bunu zaten bildiğini düşünüyor. Zehra onu, Belisarios dediği adamın öldürüp öldürmediğini soruyor. “Hayır, o komutandı, onun askerlerinden birisi öldürdü; iriyarı bir Balkan köylüsü, aynen imparator gibi, aynı bölgeden.” “Hangi imparator?” “Justinianos.” “O da mı Balkan köylüsüydü?” “Evet Balkanlar’dan gelmiş bir köylüydü, karısı olan imparatoriçe de bir fahişeydi.” “Fahişe mi?” “Evet, çocukken fahişe olmuştu, genç kızlığı da öyle geçti. Eskiden, öldürüldüğüm yere çok yakın bir sirkte çalışırdı; ayı bakıcısının kızıydı. Çocukken birçok şehirli kullanırdı onu, babam bile.” “Baban mı?” “Evet babam, Kapadokyalı Petrus. Çocuk fahişe Theodora’nın aşkına düştüğü için canından oldu, çünkü aşkı ölene kadar devam etmişti; sirkte kucağına oturan kız çocuğu imparatoriçe olduğu zaman bile. Kendisini deliye çeviren bu aşkı ve özlemi orada burada anlattığı, hatta çocuğun anatomik detaylarına girerek tasvir ettiği için, hafiyeleri yoluyla durumu öğrenen imparatoriçe onu yakalattı, önce zindanda işkence ettirdi, dilini kerpetenle koparttırdı ve orada kan kaybından acılar içinde ölmeye terk etti. Çünkü Theodora artık bir Hıristiyan azizesiydi. Azizelerin belden aşağısı hakkında konuşulmaz bilirsin.

” “Nereden bileceğim?” “En azından tahmin edersin diye düşündüm.” “Nerede öldürüldün peki?” “Dedim ya, buraya yakın bir yerde, Hipodrom’da, Ayasofya’nın yanında.” “Sultanahmet’te mi yani?” diye sordu. “Şimdi öyle diyorsanız öyledir; benim zamanımda oraya Hipodrom denirdi, yüz bin kişilik bir hipodrom vardı çünkü, diktatörün sarayı da oradaydı, saraydan Hipodrom’daki imparatorluk locasına bir bağlantı vardı.” “Şimdi Ayasofya duruyor ama karşısında bir cami var, hipodrom yok.” “Hipodrom yok mu?” “Yok!” “Peki araba yarışları nerede yapılıyor?” “Araba yarışları da yok.” “Nasıl olabilir bu? Halkın tek eğlencesi yok mu oldu? Peki, ne yapıyor insanlar?” “Ayaklarıyla topa vurarak oynayan takımları izliyorlar; stadyum denen yerlerde toplanıyorlar.” “O takımların renkleri var mı?” “Evet, var tabii; mesela sarı-lacivert, sarı-kırmızı, siyah-beyaz…” “Hayret, aynen bizim Maviler ile Yeşiller gibi. Bu takımları tutanlar birbirine kızıyor mu?” “Hem de nasıl, kavga gürültü çıkıyor, ölenler oluyor. Birbirlerine düşman gibiler ama hükümet karşıtı gösterilerde birleşiyorlar.” “Aynı bizim gibi” diyor ölü yine. “Mavilerle Yeşiller birbirini boğazlardı, ben Yeşillerdendim, bir Mavi gördüm mü çılgına dönerdim ama imparatora karşı birlikte isyan ettik, o gün omuz omuzaydık, kavga etmiyorduk.” “Aaa” diyor Zehra –artık nasıl dediyse, orasını o da bilmiyor, biz de– “sanki burayı anlatıyorsun.” “Zaten aynı şehri anlatmıyor muyuz, bu şehirde hiçbir şey değişmez, tekrarlanır durur. Senin gibi yeni gelenleri dinleyince diyoruz ki, hep aynı şey, aktörler değişiyor sadece.

Bir de kısa bir arayla oluyor bütün bunlar.” “Kısa mı? Bin beş yüz yıl diyordun.” “Evet ama, unutma ki ölüler için zaman sonsuzdur, mekân ise sınırlı.” “Hiç böyle düşünmemiştim” diye itiraf ediyor Zehra. Duydukları tuhaf şeyler ama daha önce de belirttiğimiz gibi genç kızın şaşırma duygusu yok olmuş durumda. Bu şehirde yaşarken yerin altını hiç düşünüp düşünmediğini soruyor ölü adam, Zehra hiç aklına gelmediğini söylüyor. İstanbul onun için yerin üstündekilerden, caddeleri kaplayan uzun, yılankavi araba konvoylarından, insan kalabalıklarından ibaret. Ölü adam, yerin altında, üstündekilerden çok daha fazla insan olduğunu söylüyor. Zehra’ya yeryüzünde, tam üstündeki noktada ne aradığını soruyor. Ancak o zaman Zehra, bu yeni otelin bir Bizans sarayı üstüne yapıldığını hatırlıyor. Büyük gürültü koparan, basında günlerce tartışılan bir konu olmuştu bu. Zehra ölüye adını soruyor; Marcus olduğunu öğreniyor. Konstantinopolisli Marcus, ölü Marcus, hem de bin beş yüz yıldır ölü Marcus, ölü olmanın çok iyi bir şey olduğunu söylüyor. “Neden diye soruyor Zehra.” “Çünkü korkudan kurtuluyorsun.

Ölü, ölümden korkmaz.” “Ya aşktan, ondan da kurtuluyor musun?” “İşte onu bilemiyorum; burada hiçbir duygu yok ama bazen babamın hâlâ imparatoriçeye âşık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü ona hiç toz kondurmuyor.” Zehra, Theodora da bu akşamki davete katılanlar gibi şıkırtılı bir şeydi herhalde diye düşünüyor ve aklı davete gidiyor. Ne kadar da güzel başlamıştı her şey, ama doğruymuş; ölüm insana şahdamarından daha yakınmış; yine de hiç korkmuyor olması garip değil mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir