Gabriel García Márquez – Mavi Köpeğin Gözleri

Gürültü işte yine başlamıştı. Gayet iyi tanıdığı bu soğuk, keskin, dikine dikine gelen ses, şimdi acı veren bir tizlikle çınlıyordu; delikanlı bunun nasıl bir gürültü olduğunu bir günde unutuvermişti sanki. Ses, içi oyulup boşaltılmış gibi bomboş kalmış kafatasının içinde yankılanıyordu. Kafatasının iç çeperleri birden peteklerle kaplanmıştı sanki. Gürültü, bitmek bilmez sarmallar halinde büyüyor ve kafasını içten döverek omurgasını akortsuz, ayarsız bir titreşimle, bedeninin bildik ritmiyle dalgalandırıyordu. Sağlam adamlara özgü bedeninin yapısında bir şey ters gitmişti; “öteki seferlerde” normal biçimde işleyen bir şey, bu kez kafasını, etten arınmış, iskelet halindeki bir elin salladığı bir çekiçle içeriden kuru ve katı darbelerle dövüyor ve delikanlının hayatında hissettiği her acı hissini yeniden duyumsamasına sebep oluyordu. Hayvansı bir içgüdüyle yumruklarını sikası, duyduğu amansız acının baskısıyla mavileşip morarmış damarların kabardığı şakaklarını sıkıştırası geliyordu, içinde bulunduğu ânı, elmas uçlu bir matkap gibi oyan gürültüyü, hassas avuçları arasına alıp ezebilmek isterdi. Ateşi yükseldikçe ısınıp dağlanan kafasının sızlayan köşeleri tarafından kovalandığını zihninde canlandırınca bedenindeki kaslar, evcil kedilere mahsus bir hareketle gerildi. Ona birazdan yetişeceklerdi. Hayır. Gürültünün cildi kaypaktı, elle tutmak mümkün değildi. Ama delikanlı iyice bellediği stratejisi sayesinde onu yakalamaya ve çaresizliğinin verdiği kuvvetle onu sımsıkı kavramaya hazırdı. Gürültünün yeniden kulağını delip ağzından, gözeneklerinden ve gözlerinden çıkmasına, arsız karanlığının derinliklerinden fışkırıp gözlerini kör edecek denli abartılı bir kibirle geçip gitmesine izin vermeyecekti. Kafatasının iç duvarlarını, kar tanelerini andıran cam kırıklarıyla doldurmasına izin vermeyecekti. Gürültü, başını beton duvarlara vurup duran bir çocuğun darbeleri gibi bitmek bilmezdi.


Tıpkı doğası gereği katı olan cisimlere indirilen herhangi bir sert darbe gibi. Oysa etrafına set çekip tecrit edebilse gürültü onu bir daha rahatsız etmeyecekti. Ah şu değişken varlığı kendi gölgesinden ayırıp atabilseydi! Onu kıskıvrak yakalayabilseydi! Sımsıkı kavramayı becerip kaldırıma çarpabilse ve canını çıkarıncaya dek üstünde tepinebilseydi! Kendisine işkence edip duran, onu çıldırtan, artık alelade bir eşya gibi yerde hareketsiz duran ve mutlak bir ölüme kavuşturulan gürültüyü nihayet öldürdüğünü soluk soluğa söyleyebilseydi! Ama şakaklarını sıkıştırması imkânsızdı. Kolları küçülmüş, adeta bir cücenin kollarına dönüşmüştü; kısa, tıknaz, tombul kollardı bunlar artık. Başını sallamaya yeltendi. Salladı. Derken gürültü iyice sertleşip şişen ve yerçekiminin gücünü enikonu hissetmeye başlayan kafatasının içinde daha da büyük bir kuvvetle kendini belli etti. Ağır ve şiddetli bir gürültüydü bu. Öyle ağır ve şiddetliydi ki onu yakalayıp yok etmek, kurşundan yapılmış bir çiçeğin yapraklarını koparmak kadar zordu. Bu gürültüyü “başka seferler” de aynı ısrarcı biçimde hissetmişti. Örneğin ilk kez öldüğü gün hissetmişti; başında dikildiği cesedin kendisine ait olduğunu idrak ettiği gün. Onu görmüş ve kendisine dokunmuştu. Elle tutulamadığını, uzayda yer kaplamadığını, var olmadığını hissetmişti. Sahiden de bir cesetti; daha genç ve hastalıklı bedeninin başında dikilirken ölümün yolda olduğunu hissetmeye başlamıştı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir