Henry James – Daisy Miller

İsviçre’nin küçük Vevey kasabasında, son derece rahat bir otel vardır. Aslında burada çok otel bulunur; çünkü geçimini turistleri ağırlamakla sağlayan bu kasaba, –birçok ziyaretçinin hatırlayacağı üzere– her turistin görmesi gereken, harikulade mavi bir gölün kenarına kurulmuştur. Tebeşir beyazlığındaki cepheleri, yüzlerce balkonu ve çatılarında dalgalanan bir düzine bayrağı ile modern otellerden tutun da; eskiden kalma, adı, binanın pembe ya da sarı duvarına Almanca’yı andıran harflerle işlenmiş küçük İsviçre pansiyonuna ve bahçeye kondurulmuş garip görünümlü yazlık evine kadar, bu yapıların hemen her türlüsü göl kıyısını boydan boya süsler. Fakat Vevey’deki otellerden biri, hem daha seçkin hem daha ağırbaşlı havasıyla sonradan görme birçok komşusundan ayrılarak ünlenmiş, hatta bir klasik haline gelmiştir. Bu bölgeye, haziran aylarında çok sayıda Amerikalı turist gelir; hatta yılın bu vaktinde Vevey’in bir Amerikan kıyı şeridi halini aldığı söylenebilir. Newport ve Saratoga’ya ait bir manzarayı, bir yankıyı akla getiren sesler ve görüntüler vardır. Orada burada dolaşan özenle giyinmiş genç kızlar, muslin elbiselerin hışırtısı, sabah saatlerinde durmadan çalan dans müziğinin gürültüsü, yüksek perdeden konuşma sesleri her an duyulabilir. Bunların izlenimini muhteşem Trois Couronnes Oteli’nde edinir, kendinizi ister istemez Okyanus Evi ya da Kongre Salonu’na doğru ilerlerken bulabilirsiniz. Ancak Trois Couronnes’in –eklemek gerekir ki– biraz önce söylediklerimle uyuşmayan başka karakteristik özellikleri de vardır; elçilik kâtiplerini anımsatan zarif Alman garsonları, bahçede oturan Rus prensesleri, el ele tutuşmuş, dadıların gezdirdiği küçük Polonyalı çocuklar, Dent du Midi’nin karlı zirvesi ve Chillon Şatosu’nun o güzelim kuleleri. İki ya da üç yıl önce, Trois Couronnes’in bahçesinde oturmuş etrafındaki, az önce bahsettiğim zarif görüntülerin kimilerine tembel tembel bakınan genç Amerikalı’nın bu benzerlikleri mi yoksa farklılıkları mı aklından geçirdiğini bilemiyorum. Güzel bir yaz sabahıydı ve genç Amerikalı etrafına nasıl bakıyor olursa olsun bu görüntüler ona etkileyici görünmüş olmalıydı. Bir gün önce Cenova’dan küçük bir vapurla burada otelde kalan teyzesini ziyaret etmeye gelmişti. Uzun zamandır Cenova’da yaşıyordu. Fakat teyzesinin baş ağrısı vardı; –aslında teyzesinin başı neredeyse her zaman ağrırdı– şimdi de kendisini odasına kapatmış, kâfur kokladığından, o da etrafta gezinmek için özgür kalmıştı. Yirmi yedi yaşlarındaydı; arkadaşları ondan bahsederken genellikle Cenova’da “okuduğunu” söylüyorlardı.


Düşmanları ondan bahsederken –aslında düşmanı yoktu– oldukça cana yakın ve herkesçe sevilen biri olduğunu ileri sürüyorlardı. Benim söylemek istediğim, bazı insanlar, onun Cenova’da çok vakit geçirmesinin sebebinin orada yaşayan ve kendinden yaşça büyük yabancı bir bayana karşı beslediği güçlü duygular olduğunu belirtirlerdi. Çok az Amerikalı –hatta sanırım hiç kimse– hakkında tek tük hikâyeler anlatılan bu bayanı görmemişti. Aslında Winterbourne’un, Kalvinizm’in bu küçük başkentine eskiden beri süregelen bir bağlılığı vardı, küçük bir çocukken burada bir okula gönderilmiş ve ardından yine burada koleje gitmiş ve bu yıllarda birçok sağlam dost edinmişti. Kendisine büyük mutluluk veren bu dostlukların birçoğunu korumuştu. Ve bunlar, onun için büyük bir doyum kaynağıydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir