J. R. R. Tolkien – Tehlikeli Diyardan Öyküler

Küçük Krallık’ın tarihini anlatan pek az malzeme var; ama şans eseri, kökenine ilişkin bir anlatım sağlam kaldı; belki anlatımdan çok, bir efsane demek daha doğru olur, çünkü ağırbaşlı yıllıklar yerine mucizelerle dolu, yazarının sık sık atıfta bulunduğu popüler türkülere dayandırılmış, sonradan derlenen bir eser olduğu açık. Yani, anlattığı olaylar çok geçmişte kalmış olmasına rağmen yazar Küçük Krallık’ın topraklarında yaşamış gibi konuşuyor. İşaret ettiği coğrafi bilgiler (coğrafya onun güçlü taraflarından olmasa da) o diyara ait, ama o diyarın dışında, kuzeyde ve güneydeki bölgeler hakkında bilgisiz olduğu açık. Bu ilginç masalı yazıldığı bağnaz Latinceden Birleşik Krallık’ın çağdaş diline tercüme etmemizin bahanesini, bazı zor yer isimlerinin kökenine ışık tutmasının yanında, Britanya tarihindeki karanlık bir dönemde insanların nasıl yaşadığına ilişkin küçük bir fikir verebilmesinde bulabiliriz. Bazıları ise, bizzat kahramanın karakterini ve maceralarını cazip bulabilir. Var olan yetersiz kanıtlara bakarak Küçük Krallık’ın coğrafi sınırlarını ya da o sınırların zaman içinde nasıl değiştiklerini belirlemek kolay değil. Brutus Britanya’ya geldiğinden beri pek çok kral ve toprak gelip geçti. Loc-rin, Camber ve Albanac altındaki bölünme, durmaksızın değişen pek çok taksimin yalnızca ilkiydi. Bir yandan bağımsızlık aşkı, diğer yandan kralların daha geniş topraklara sahip olma hırsı yüzünden, Arthur’un hüküm sürdüğü dönemde yaşamış tarihçilerin anlattığı gibi, seneler savaş ile barışın, neşe ile hüznün birbirini izlediği kısa dönemler halinde gelip geçiyordu: sınırların belirsiz olduğu, insanların hızla yükselip düşebildiği, türkü yakanların bol bol malzeme ve hevesli seyirciler bulabildiği bir dönem. Bu kitapta anlatılan olayları, o uzun senelerin içinde bir yere, belki Kral Coel’in günlerinden sonrasına, ama Artlıur ile Yedi İngiliz Krallığı döneminden öncesine yerleştirmeliyiz; olayların sahnesi Tlıames vadisinde geçiyor, ama kuzeybatıya, Galler Diyarı’nın duvarlarına kadar da uzanıyor. Küçük Krallık’ın başkenti, tıpkı bizimkinde olduğu gibi, ülkenin güneydoğu köşesinde, ama sınırları belirsiz. Batıda Tlıames’ten fazla yukarıya çıkmamış, kuzeyde Otmoor’un ötesine hiç ulaşamamış gibi, doğu sınırları ise şüpheli. Giles oğlu Georgius ile uşağı Suovetaurilius (Süet ) hakkındaki bölük pörçük efsanede, eskiden Farthing-lıo’da Orta Krallık’a karşı bir karakol olduğuna dair işaretler bulunmaktadır. Ama o durum bu hikâyeyle ilgili değildir. Değişiklik ya da daha fazla yorum yapmadan hikâyeyi sunuyoruz, ama orijinalindeki görkemli başlığı, daha uygun düşecek bir şekilde, Ham’li Çiftçi Giles olarak kısalttığımızı da belirtmemiz gerekir.


Aegidius de Hammo, Britanya Adası’mn en ortasındaki topraklarda yaşardı. Tam adı Aegidius Ahenobarbus Julius Agricola de Hammo idi; çünkü, şimdi çok eskilerde kalmış o günlerde, bu adanın henüz pek çok krallığa ayrılmış olduğu o mutlu zamanlarda, insanlara bol bol isim bahşedilirdi. O günlerde insanların zamanı daha çok, sayısı daha azdı, bu yüzden çoğu insan birbirini tanırdı. Artık o günler geçti, bu yüzden size bu adamın adını günlük dildeki daha kısa haliyle vereceğim: O, Ham’li Çiftçi Giles idi ve kızıl bir sakalı vardı. Ham yalnızca bir köydü, ama o günlerde köyler gururlu ve bağımsız yerlerdi. Çiftçi Giles’ın bir köpeği vardı. Köpeğinin adı Garm idi. Köpeklerin günlük dilde kısa isimlerle yetinmesi gerekirdi: kitabî Latince onlardan daha üstün olanlara özeldi. Garm köpek Latincesi bile bilmiyordu; ama (o günlerde yaşayan pek çok köpek gibi) günlük köpekçe kullanarak dayılanabiliyor, böbürlenebiliyor, yaltaklanabiliyordu. Dayılanma, dilenciler ve onun bölgesinden izinsiz geçen yolcular; böbürlenme diğer köpekler; yaltaklanma ise sahibi içindi. Garm, Giles’la hem gurur duyuyor hem de ondan korkuyordu, çünkü Giles ondan daha iyi dayılamp böbürlenebiliyordu. O zamanlar telaş ya da koşturmaca zamanları değildi. Ama koşturmacanm iş üretmekle pek ilgisi yoktur zaten. İnsanlar işlerini koşturmadan hallediyorlardı ve hem çalışmak hem de konuşmak için bol bol zaman bulabiliyorlardı. Konuşacak pek çok konu vardı, çünkü sık sık unutulmaz olaylar oluyordu.

Ama bu öykünün başladığı zamanda, Ham’de uzun zamandır hatırlanmaya değer bir şey olmamıştı. Ki Çiftçi Giles’a pekâlâ uyardı bu, çünkü ağırkanlı bir adamdı, alışkanlıklarına bağlıydı ve kendi işine bakardı. Zaten kurdu kapısına yaklaştırmama işi tüm zamanını alıyordu (kendisi öyle diyordu): Yani, tıpkı ondan önce babasının yaptığı gibi, göbeğini şişirmek ve rahatını korumakla meşguldü. Köpek ise, ona yardım etmekle. İkisi de kendi tarlalarının, kendi köylerinin ve en yakındaki pazaryerinin ötesindeki Koca Dünya’yı akıllarına bile getirmiyordu. Ama Koca Dünya oradaydı. Orman çok uzakta değildi, batıda ve kuzeyde Yabani Tepeler, dağlık diyarın şüpheli yöreleri vardı. Ve oralarda, başka şeylerin yanı sıra, devler de yaşardı: kaba ve kültürsüz, zaman zaman sorun yaratan bir halk. Özellikle de, hemcinsinden daha iri yarı ve daha aptal olan, belli bir dev vardı. Tarihçelerde ismini bulamadım, ama fark etmez. Çok kocamandı, bastonu ağaç kadardı ve ağırkanlıydı. Karaağaçları yüksek otlarmış gibi kenara itiveriyordu; yolları ve bahçeleri harap ediyordu, çünkü kocaman ayakları oralarda kuyu kadar derin izler bırakıyordu; bir eve çarpacak olursa, ortada ev falan kalmıyordu. Ve her gittiği yeri mahvediyordu, çünkü başı çatılardan çok yüksekteydi ve ayaklarını kendi hallerine bırakıyordu. Uzağı seçemiyordu ve epey de sağırdı. Neyse ki çok uzaklarda, Yabantopraklar’da yaşıyordu ve insanların yaşadığı diyarları nadiren ziyaret ediyordu, en azından bilerek ve isteyerek gelmiyordu.

Dağlarda yıkık dökük bir evi vardı; ama sağırlığı ve aptallığı yüzünden, bir de dev sayısının azlığından, pek az arkadaş edinebilmişti. Yabani Tepeler’de, dağların eteklerindeki ıssız yörelerde tek başına yürüyüşe çıkardı. Güzel bir yaz günü, bu dev yine yürüyüşe çıktı ve ormanda epey tahribat yaratarak amaçsızca gezindi. Aniden güneşin batmak üzere olduğunu fark edip akşam yemeğinin yaklaştığını hissetti; ama hiç bilmediği bir yere gelmiş, yolunu kaybetmişti. Doğru yönü yanlış tahmin ederek yürüdü, yürüdü, gece çökene kadar yürüdü. Sonra oturup ayın yükselmesini bekledi. Sonra ay ışığında yürüdü, yürüdü, bu sefer bir amaçla yoluna devam etti, çünkü bir an önce evine varmak istiyordu. En iyi bakır tenceresini ateşte bırakmıştı ve dibinin tutacağından korkuyordu. Ama sırtını dağlara dönmüştü ve insanların yaşadığı yörelere girmişti bile. Şimdi Aegidius Ahenobar-bus Julius Agricola’nın çiftliğine ve (günlük dilde) Ham denilen köye yaklaşmaktaydı. Güzel bir geceydi. İnekler tarlalara yayılmıştı ve Çiftçi Giles’ın köpeği kendi başına yüriişe çıkmıştı. Ay ışığından ve tavşanlardan hoşlanan bir köpekti. Elbette, yürüyüşe çıkmış bir de dev olduğundan habersizdi. Bilse, izinsiz dışarı çıkması için iyi bir sebep olurdu, ama sakin sakin mutfakta oturması için daha iyi bir sebep olurdu.

Saat iki civarlarında dev, Çiftçi Giles’ın tarlalarına girdi, çalı çitleri yıktı, ekinleri ezdi ve yemlik ot tarlalarını dümdüz etti. Kraliyet tilki avının beş gün içinde verebileceği zararı beş dakikada vermişti. Garm ırmak boyundan gelen gümlemeler duydu ve neler olduğuna bakmak için çiftlik evinin durduğu alçak tepenin batı yamacına koştu. Aniden, devin ırmağı yürüyerek geçip, çiftçinin en sevdiği inek olan Galathea’yı ezdiğini, hayvancığın çiftçinin ezdiği hamamböcekleri gibi dümdüz olduğunu gördü. Bu Garm’ın tahammül edemeyeceği bir şeydi. Korkuyla ciyakladı ve eve kaçtı. İzinsiz dışarı çıktığını tamamen unutarak efendisinin yatak odası penceresinin dibine geldi ve havlayıp sızlandı. Uzun süre yanıt alamadı. Çiftçi Giles’ı uyandırmak kolay iş değildi. “İmdat! İmdat! İmdat!” diye ciyakladı Garm. Pencere aniden açıldı ve dikkatlice nişanlanmış bir şişe dışarı uçtu. “Oy!” dedi köpek deneyimli bir beceriyle kenara sıçrayarak. “İmdat! İmdat! İmdat!” Çiftçinin başı dışarı uzandı. “Kahrolası köpek! Ne yapıyorsun?” dedi. “Hiçbir şey,” dedi köpek.

“Gösteririm sana hiçbir şeyi! Sabah derini yüzeceğim,” dedi çiftçi pencereyi çarpıp kapatırken. “İmdat! İmdat! İmdat!” diye haykırdı köpek. Giles’ın kafası yine uzandı. “Tek ses daha çıkarırsan öldürürüm seni,” dedi. “İyi saatte olsunlar mı geldi seni ahmak?” “Hiçbir şey,” dedi köpek, “ama sana gelen var.” “Ne demek istiyorsun?” dedi Giles öfkesinin ortasında şaşakalarak. Garm hiç bu kadar arsız bir yamt vermemişti. “Tarlalarında bir dev var, kocaman bir dev ve bu yana geliyor,” dedi köpek. “İmdat! İmdat! Koyunlarını eziyor. Zavallı Galathea’ya bastı ve incecik paspas gibi dümdüz oldu. İmdat! İmdat! Çalı çitlerini yara yara, ekinleri eze eze geliyor. Cesur olmalı, acele etmelisin sahip, yoksa hiçbir şeyin kalmayacak. İmdat!” diye ulumaya başladı Garm. “Kes sesini!” dedi çiftçi ve pencereyi kapadı. “Tanrım merhamet et bana!” dedi kendi kendine ve sıcak bir gece olmasına rağmen ürperip titredi.

“Yat aşağı ve aptallık etmeyi bırak!” dedi karısı. “Sabaha da o köpeği boğ. Köpeğin dediğine inanmanın âlemi yok; kaçtığında ya da aşırırken yakalandığında her masalı anlatırlar onlar.” “Olabilir Agatha,” dedi çiftçi, “ama olmayabilir de. Tarlalarımda bir şeyler olmuyorsa Garm da tavşanın teki. O köpek korkmuştu. Hem, sabaha arka kapıdan gizlice içeri girip sütünü içebilecekken, neden gecenin bir yarısı havlayıp dursun?” “Orada durup söylenme!” dedi karısı. “Köpeğe inanıyorsan, öğüdünü tut: Cesur ol ve acele et!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir