Katherine Mansfield – Ölü Albayın Kızları

Picton vapuru saat on bir buçukta kalkacaktı. Güzel bir geceydi, durgun, yıldızlı; ama arabadan inip limana doğru uzanan Eski İskele’nin üstünde yürümeye başladıkları sırada denizden esen hafif bir rüzgâr, Fenella’nın saçlarına çarptı, kız hemen elini kaldırıp şapkasını tuttu. Eski İskele karanlıktı, çok karanlık; antrepolar, hayvan vagonları, yüksek vinçler, küçük, yerden yapma lokomotif hepsi yoğun karanlıktan yontulup biçimlenmiş gibiydiler. Orada burada, kocaman, kara bir mantarın sapma benzeyen, yuvarlak, tahta direklerin ucunda fenerler asılıydı, ama cansız, titrek ışıklarını saçmaktan korkuyormuş gibi çekingen yanıyorlardı; sanki sadece kendileri için. Fenella’nm babası aceleci, sinirli adımlarla ilerliyordu. Büyükannesi de, oğlunun yanı sıra, siyah mantosunu hışırdatarak telaşlı telaşlı yürüyordu; öyle hızlı gidiyorlardı ki, Fenella onlara yetişebilmek için arada bir koşmak zorunda kalıyordu. Küçük kız, sucuk gibi sarılıp sarmalanmış olan kendi paketinden başka, büyükannesinin şemsiyesini de taşıyordu; şemsiyenin kuğu başı biçiminde olan sapı çabuk ol der gibi kolunu gagalamaktaydı… Kasketlerini başlarına iyice geçirmiş, yakalarını kaldırmış erkekler gelip geçiyor, sıkıca sarınmış, örtünmüş birkaç kadın koşuşuyordu; beyaz, yünlü bir şalın altından sadece kollan ile bacakları görünen küçük bir oğlan, babasıyla annesinin arasında sürüklene sürüklene gidiyor, tıpkı krema tabağına düşmüş yavru bir sineğe benziyordu. Sonra üstünde gökyüzüne doğru bir duman çizgisi yükselen en büyük antreponun arkasından, birdenbire, Feneila ile büyükannesini ürkütüp havaya sıçratan bir ses geldi: Vuu-uu-uu-U-U-! “Birinci düdük,” dedi babası, kısaca; tam o sırada da Picton vapurunu gördüler. Karanlık iskelenin kıyısında, boydan boya ışıklarla donanmış, süslenmiş Picton vapuru, sanki buz gibi denizde değil de, yıldızların arasında süzülüp gitmeye hazırlanıyordu. Giriş kapısı kalabalıktı. Önce büyükannesi geçti, sonra babası, sonra Feneila. Güverteye büyük bir basamakla iniliyordu; kenarda duran yaşlı bir denizci, kuru, sert elini uzatarak Fenella’ya yardım etti. Vapura binmişlerdi; koşuşan halkın yolundan çekildiler, üst güverteye çıkan küçük demir merdivenin altında durup vedalaşmaya başladılar. “Al paketini, anne,” dedi Fenella’mn babası; büyükanneye gene öyle iyice sarılıp sarmalanmış bir sucuk verdi. “Teşekkür ederim, Frank.


” “Kamara biletlerinizi kaybolmayacak bir yere koysaydın?” “Koydum, sevgilim.” “Ya öbür biletleriniz?” Büyükanne eldiveninin içinde duran biletleri bir yokladı, sonra oğluna uçlarım gösterdi. “Tamam.” Babasının sesi sert sert çıkıyordu, ama Feneila onu iyice bir gözden geçirince, hem yorgun, hem de üzgün olduğunu gördü. Vuu-uu-uu-U-U! İkinci düdük tam başlarının üzerinde öttü, sonra çığlık gibi bir ses bağırdı: “Haydi, inecekler?” “Babama sevgilerimi söyle.” Feneila babasının dudaklarında bu kelimelerin biçimlendiğini gördü. Büyükannesi sabırsızlanarak cevap verdi: “Elbette söylerim, sevgilim. Git artık. Vapurda kalacaksın. Git artık, Frank. Git artık.” “Daha var, anne. Daha üç dakikam var.” Feneila babasının üstelik şapkasını da çıkardığını görünce bayağı şaşaladı. Oğul annesine sarıldı, kollarının arasında sıktı kadını.

“Tanrı korusun seni, anneciğim!” dedi. Büyükanne yüzük parmağı iyice yıpranmış olan siyah, tire eldivenli eliyle, oğlunun yanağım okşayarak hıçkırdı: “Seni de Tann korusun, yiğit oğlum benim!” Korkunç bir şeydi bu; Fenella hemen onlara arkasını döndü, yutkundu, bir daha yutkundu, sonra kaşlarını çatıp bir direğin üstündeki küçük, yeşil bir yıldıza baktı. Ama gene arkasına dönmesi gerekti; babası gidiyordu. “Güle güle, Fenella. Yaramazlık etme sakın.” Babasının soğuk, ıslak bıyıkları yanaklarında gezindi. Fenella adamın ceketinin yakasma yapıştı. “Ne kadar kalacağım orada?” diye fısıldadı. Baba kızma bakamıyordu. Onu kollarından tutup yavaşça sarstı, sonra gene yavaşça, “Bakalım,” dedi. “Al! Nerede avucun?” Kızının eline bir şey sıkıştırdı. “İşte sana bir şilin, belki gerekir.” Bir şilin! Bir daha dönmemek üzere gidiyor öyleyse! “Babacığım!” diye bağırdı Fenella. Ama adam uzaklaşmıştı. Vapurdan en son çıkan oydu.

Gemiciler giriş kapısını kapadılar. Koca bir kangal halat havada uçup iskeleye düştü. Bir çan çaldı; bir düdük öttü. Karanlık iskele sessizce kaydı, süzüldü, uzaklaştı. Vapurla iskelenin arasına sular doluştu. Fenella gözlerinin bütün gücüyle görmeye çalışıyordu. “Şu arkasına dönen adam babam mı?” — ya da el sallayan? — ya da orada tek başına duran? — ya da şu yalnız başına uzaklaşan? Vapurla iskelenin arasındaki sular gittikçe genişliyor, karanlıklaşıyordu. Derken Picton vapuru dönmeye, burnunu açık denize doğru çevirmeye başladı. Artık bir yararı yoktu bakmanın. Kıyıda birkaç ışık görülüyordu; sonra kasabanın havada asılı gibi duran büyük saati; sonra, uzaklarda, karanlık tepelerde tek tük ışıklar… Cana can katan rüzgâr Fenella’nın eteklerinde dalgalandı; kız büyükannesinin yanma gitti. Neyse, büyükannesi biraz önceki kadar üzgün değildi. Sucuk gibi paketleri üst üste koymuş, kendi de onların üstüne oturmuştu; elleri kenetli, başı azıcık yana eğik. Yüzünün bilerek takınılmış aydınlık bir görünüşü vardı. Dudakları da kıpırdıyordu; dua ediyor diye düşündü Fenella. İhtiyar kadın ona bakarak başını salladı, şimdi bitiyor gibilerden.

Sonra ellerini açtı, içini çekti, gene kenetledi ellerini, öne doğru eğildi, en sonunda da hafifçe sallandı. “Şimdi, yavrum,” dedi, şapkasının kurdelelerini düzeltti, “gidip kamaramızı bulalım. Yanımdan ayrılma sakın, sonra dikkat et ayağın kayıp düşmeyesin.” “Peki, büyükanne!” “Sonra şemsiye de demirlerin arasına sıkışmasın. Gelirken bunun gibi güzel bir şemsiyenin iki parça oluşunu gördüm.” “Peki, büyükanne!” Parmaklıklara karanlık erkek biçimleri abanmıştı. Pipolarının ışığında bir burun, ya da bir kasketin ucu, ya da bir çift şaşkın görünüşlü kaş parlıyordu. Fenella gözlerini yukarı kaldırdı. Havada, ta tepede, küçük bir insan biçimi gördü, elleri kısa ceketinin ceplerinde, denize bakmaktaydı. Vapur hafif hafif sallanıyordu, sanki yıldızlar da sallanıyordu onunla birlikte. Avucunda bir tepsi taşıyan, keten ceketli, soluk yüzlü bir kamarot, aydınlık bir kapı aralığından çıktı, yanlarından süzülüp geçti. Fenella ile büyükannesi o kapıdan içeri girdiler. Yüksek bir pirinç basamaktan, döşemesi lastik kaplı bir sahanlığa indiler; karşılarına korkunç derecede dik bir merdiven çıktı; büyükanne ancak her basamağa iki ayağını da basarak inebildi o merdiveni; Fenella ise, kuğu başlı şemsiyeyi filan unutup ıslak, pirinç tırabzana sıkı sıkı sarıldı. Merdivenin altına gelince büyükanne durdu; gene duaya başlayacak diye bayağı korktu Fenella. Ama, hayır, kamara biletlerini çıkarmak için durmuştu.

Salona gelmişlerdi. Göz kamaştıracak kadar aydınlık, boğucu bir yer; boya kokusu, yanık pirzola kemiği kokusu, kauçuk kokusu birbirine karışmıştı. Fenella büyükannem burada fazla oyalanmasa diye bakıyordu; kadın da tam tersine hiç acele etmiyordu. Gözü büyük bir sepette duran jambonlu sandviçlere takılmıştı. Doğru oraya gidip en tepedeki sandviçe parmağıyla kibarca dokundu. “Kaça bu sandviçler?” diye sordu. “İki peni!” diye bağırdı kaba bir kamarot; bir çatalla bıçak koydu tezgâhın üstüne. Büyükanne inanmamıştı. “İki peni, tanesi mi?” diye sordu. “Öyle,” dedi kamarot; arkadaşına göz kırptı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir