Kurt Vonnegut – Ölümlüler Uyurken

İnsanlar ve makineler, sanat ve zanaat; servet, şöhret ve aşk ideallerinin sıradan yaşamlarda nasıl da garip virajlara neden olduğu üstüne öyküler bunlar. Buldozerler, greyderler ve asfalt sericilerden oluşan bir orduyu yöneterek yollar inşa eden bir adam, zamanını minyatür trenleriyle oynayarak çarçur ediyor, ta ki hayatındaki kadın hayallerindeki bu dünyayı yerle bir edinceye kadar. Stenografi havuzunda kısılıp kalmış hayalperest bir genç kız, kaçak bir soyguncudan gelen ses bandıyla ilginç bir teklif alıyor. Huysuz bir gazeteci Noel aydınlatmalarını değerlendirecek komitede zorla jüri üyesi yapılınca, önce şatafatlı yaşamıyla şüpheleri üstüne çeken eski bir hükümlüyle, sonra da bir mucizeyle karşılaşıyor. Yaşamını kocasından kalan domuz çiftliğinde sürdüren dul bir kadın, Schenectady’de yaşayan bir adamdan “ruhun o tanımlanamaz tatlı sızıları” ile ilgili esrarlı, beklenmedik mektuplar almaya başlıyor. Yüz yüze tanışmak için gittiğinde, acaba neyle karşılaşacak? ÖNSÖZ Kurt Vonnegut’u kaybettiğimizde kaybetmiş olduğumuz şeyin ne olduğunu çok düşündüm ve sürekli aklıma gelip duran şey ahlaklı bir sesi kaybettiğimiz oldu. Bize nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yardımcı olan – vakur ve etkisiz de denebilir ama – gayet mantıklı ve inandırıcı bir sesi yitirdik. Internet sayesinde, Tanrı’ya şükürler olsun ki bir yorum ve görüş istilasına uğramış durumdayız. Şu anda kesin olarak söylemek mümkün değil ama şimdilik, bu iyi bir şey gibi görünüyor. Bilgiye herkes – hem yorumcular hem de onların okuyucuları – daha demokratik bir şekilde ulaşabiliyor ve bu muhakkak ki iyi bir şey. Her gün milyonlarca insan bize öneriler, içgörüler, yeni bakış açılan sunuyor ve arada bir de olsa gezegenimizle ve insan kardeşlerimizle daha iyi bir uyum içinde yaşamamıza yardımcı olmaya çalışıyor. Öte yandan, bir yorumcu internette (ve tabii ki televizyonda) dikkaderi üzerine çekebilmek için çoğu zaman sesini yükseltmek, abartılı ya da çılgınca davranmak zorunda. Dolayısıyla bu tür yazıların büyük çoğunluğunda her üç özellik de mevcut. Sonra, bir de roman ve öykü yazarlarımız var. Ötekilere kıyasla, bu insanlar aklı başında ve efendi insanlarmış gibi görünüyor.


Çarpıcı olan şey, bu insanların genel olarak fazlasıyla sessiz olmaları. Onlar ormanlarda, kampuslarda ya da Brooklyn’de çalışıp didinen ve bırakın kendi okurlarını, hiç kimseye nasıl yaşaması gerektiğini söyleyemeyecek kadar kibar insanlar. Dolayısıyla, çağdaş edebiyatın büyük bir çoğunluğu, sayısız yönden dâhice ve muhteşem olmasına rağmen, ahlaklı bir insanın nasıl yaşaması gerektiğini dikte etmez. Edebiyatın bize nasıl yaşayacağımızı söylemesi ya da neyin daha ahlaklı olduğuna dair net talimatlar vermesi gerektiğini söylemiyorum tabii. Yok. Hayır. Söylediğim şey bu değil, sayın internet yazarları! Çağdaş edebiyatçılardan bacılarının bunu yapabileceğini söylüyorum sadece. Çoğulcu bir edebiyat ortamında – ki böyle bir şeye, ötekilerin hepsini saf dışı bırakan tek bir mucizevi form olduğu gibi yanlış bir fikirden bağımsız olarak, onlarca farklı biçem ve türün bir arada var olabilmesi için, onu korumaya ve beslemeye ihtiyacımız var – böyle bir ortamda, birkaç yazar da çıkıp, “Bu kötüdür, bu da iyi,” diyemez mi? Ama bunu yapan çok az yazar var. Eserlerimizde eğitici bir öğe bulunmasından toplu olarak imtina ediyoruz. Sonuç olarak, kısa öykülerimiz de – elimizdeki bağlamdan ayrılmadan, burada öncelikli olarak kısa öykülerden bahsedelim – güzel cümleler ve nüanslarla dolu olmalarına rağmen, yumruk atma kabiliyetinden de fazlasıyla yoksun görünüyorlar. Kendisinin de bir öyküye anlamlı bir son ya da bir ana fikir yerleştirmekten kaçınmak üzere eğitilmiş olduğunu itiraf eden ilk kişi ben olayım. Şimdi düşününce, öykülerimden birinde bile herhangi bir mesaj verdim mi, bundan pek emin değilim. Bir yazar olarak, rüştümü böyle bir şey yapmanın söz konusu bile olmadığı bir zamanda ispat ettim. Popüler ve edebî bir kısa öykünün hikâyeye anlamlı bir son, okuru hem şaşırtacak hem de gayet net ve ustaca ortaya konulmuş bir sorunu anlamasına neden olacak bir final yaratmaya çabaladığı günlerin en az iki nesil ilerisindeydim. Vonnegut ise bunu hep yapmıştır.

Onun yaptığı şey gitgide daha nadir yapılan ve gerekli bir şey haline geliyor. Vonnegut’un yazdığı kısa öykülerin çoğu, karakterler tarafından (çoğunlukla) ve okur tarafından (her zaman) bir ders alınmasını fazlasıyla sağlayacak çözümlemelere sahiptir. Ergenlik çağından beri Vonnegut’un sadık bir okuyucusu olsam da, onun nasıl ahlakçı bir yazar olduğunu ancak ölümünden sonra yayınlanan bu iki öykü kitabını, Ölümlüler Uyurken ve Look at the Birdie’yi okuduktan sonra anlayabildim. Hem insan hem de bir deneme yazarı olarak, görüşlerini açıkça belirtmekten kaçınmadığını biliyordum. İsa’dan övgüyle bahsetmiş, “Kahretsin, kibar olmaya mecbursunuz,” türünden net ve açık beyanatlarda bulunmuştu. Biraz Mark Twain’in hippi versiyonuna benzediği ve olduğundan daha yaşlı gösterdiği için de, bunu başarabilmişti. Daha, orta yaşlarına yeni girerken bile, asık bir suratla her konuda görüş belirtebilen o yaşlı devlet adamlarından birine benziyor ve insanlar da bu görüşlere örnek yaşamı ve çalışmalarıyla haldi olarak kazandığı -belli bir saygıyla yaklaşıyordu. II. Dünya Savaşı’nda savaştıktan, Dresden’den sağ çıktıktan, hem kendi ailenin hem de (ablasıyla kocası sadece birkaç gün arayla öldüğünde) ablanın öksüz kalan çocuklarının geçimini üsdendikten sonra, ahlak bankasında biraz krediniz oluyor tabii. İşte şimdi de elimizde Vonnegut’un kariyerinin başında, yaşamını yazar olarak sürdürmeye çabaladığı zamanlarda yazdığı bu öyküler var. O sıralarda çok sayıda kısa öykü yazıyor, bunları o günlerde çok fazla kısa öykü yayınlayan Collier’s ve The Saturday Evening Post gibi dergilere satmaya çalışıyor, arada da başarılı oluyordu. O dönemdeki yazım tarzı, bir yere kadar, hiç şüphesiz bu yayınların isteklerinden etkilenmiş. Bu dergiler görece sade bir nesir, kısıtlı bir olay örgüsü, basit bir çelişki ve mümkünse beklenmedik ve çarpıcı bir son istiyormuş. Bunlar fare kapanı denebilecek öykülerden. Bu bir zamanlar, çok ağırlıklı olarak kullanılmasa da, popüler bir tarzdı.

Biz şu anda fotogerçekçi denebilecek öykülerin yazıldığı bir çağda yaşıyoruz. Çağdaş kısa öykülerin çoğunda, bize kabaca fotoğrafın da verdiği şeyi veren bir gerçekçilik, bir natüralizm var. Yetenekli bir fotoğrafçı gerçekliği hem gerçek hem de yeni görünecek bir şekilde çerçeve içine alır. Eseriyle yaşamlarımıza bir ‘ayna tutar’ ama kendimizi yeni bir gözle görmemizi sağlayacak bir şekilde. Sanatın bütün formları bu aynayı tutmaya çalışsa da, fotoğraf ve çağdaş kısa öykücülük bu hedefe ulaşmak için özellikle iyi tasarlanmış araçlar. Bu nedenle, çağdaş kısa öykücüler bize nefes alan, üç boyuduymuş gibi gelen, gerçek mekânlarda yaşayan, gerçek işleri, mücadeleleri ve acıları olan karakterler sunuyor. Hikâyeler büyük ölçüde bu karakterlere hizmet ediyor. Karakterler hayatlarında gerçek adımlar atıp gerçek seçimler yapıyor ve sonuçta ortaya inandırıcı, hatta belki de biraz yavan öyküler çıkıyor. Fare kapanı öykülerde ise durum pek böyle değil. Fare kapanı bir öykü, okurunu oyuna getirmek ya da tuzağa düşürmek için vardır. Okuyucuyu öykünün karmaşık (ama çok da karmaşık olmayan) mekanizması içinde ilerletir ve sonunda, yayın boşanmasıyla birlikte okur da tuzağa yakalanmış olur. Yani bu tarz bir öyküde karakterler, arka plan ve olay örgüsü, hepsi de sonuca ulaşmak için birer araçtır. Bu, karakterlerin gerçekmiş gibi durmadığı, inandırıcı ve sevilebilir ya da bir karakterin sahip olmasını isteyebileceğimiz öteki özelliklere sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Tam aksine, Vonnegut bir karakterin ana hatlarını anında tanıyıp peşinden gitmeye hazır olacağınız bir şekilde çabucak çizebilme konusunda çok usta. Ama sonuçta, bu karakterlerin gidecekleri yol fare kapanını yapan usta tarafından belirlenmiş, kaderleri anlatılmak istenen esas sorunun hizmetinde.

Yani bu derlemedeki bir öyküye başladığınızda, tuzağa düşürüldüğünüzü göreceksiniz. Ama biliyor musunuz, tuzağa düşmek çok eğlenceli. Bu derleme görece basit sorunlarla ilgili, görece basit hikâyelerle dolu. Öykülerin birinde, model trenleriyle çok fazla zaman geçiren bir koca, bu arada eşini ihmal ediyor. (Kedi Beşiğinin uzaklardan duyulan belli belirsiz seslenişi.) Başka bir öyküde, Noel’le dalga geçen bir gazeteci, Noel aydınlatmaları yarışmasında zorla jüri üyesi yapılınca, Noel’in gerçek anlamı hakkında bir ders alıyor. Miras olarak bir serveti devralan genç bir kadın, bu yükü çok ağır, yeni damat adaylarını da güvenilmez buluyor. (Bu öykülerden kaçının yüzyıl ortasındaki başarılı olma ideallerinin peşine düştüğüne dikkatinizi çekerim; kolay yoldan köşeyi dönme, uzun bir limuzin, borsa portföylerinden gelen güzel kâr payları; bir şirketin halkla ilişkiler bölümünde çalışan Vonnegut da, hiç kuşkusuz kendi mali sorunlarını aşmak için mücadele ediyordu.) Her halükârda, konu ne olursa olsun, okur olarak öykü bittiğinde bir yere ulaşacağınızı bileceksiniz. Vonnegut’un size açık yüreklilikle ve açık seçik bir şey söyleyeceğini. Ahlaklı bir insan olmanın ulaşılabilir ve arzulanabilir bir şey olduğunu, inancın bir değeri olduğunu. Servetin pek fazla sorunu halledemediğini. Çok basit mesajlar tabii; ama böyle şeylerin hatırlatılmasında bir neden, böylesine ustaca ama üstü örtüklükten yoksun bir şekilde ifade edilmelerinde içimizi rahatlatan bir şeyler var. Kariyerinin başında yazdığı bu öyküler Vonnegut’un sonradan yazdığı, atmosferin daha karanlık, daha sert, daha bezgin, nüansların çok fazla ve alınacak derslerin daha karmaşık olduğu romanlarından farklı. Vonnegut bu öyküleri yazarken Dresden’deki katliamı çoktan görmüş olmasına, binlerce sivilin yanmış cesederi arasında yürümüş olmasına, bir Alman savaş esirleri kampında kalmış olmasına rağmen, Ölümlüler Uyurken’deki öyküler dünyada işlerin nasıl yürüdüğünü daha yeni yeni anlamaya başlamış bir delikanlının canlı ve net görüşüne sahip.

Hırka ve mokasen ayakkabılar giyinmiş, sevecen görünümlü bir delikanlının, gençlerin müdavimi olduğu bir kafede bu öyküleri yazdığını, müzik kutusunu çeyrek dolarlarla doldurduğunu, mutlu mesut daktilosunun tuşlarına bastığını hayal edebiliyorsunuz neredeyse. Ama tabii ki o böyle biri değildi. Ladies’ Home Journal okurlarına hayat dersleri verirken, bir yandan da ailesini geçindirmeye çalışan bir babaydı. Sonraları, tekrar tekrar, dünyanın sonu hakkında yazacaktı elbette. Bazen ensest, sıkça da savaşın ne kadar aptalca, sanayilerin ve devletin ne kadar açgözlü ve yozlaşmış olduğu hakkında. Ama şimdilik, karşımızda genç ve hevesli bir fare kapancısı var ve bizler de onun gönüllü avlarıyız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir