Mıgırdiç Margosyan – Tespih Taneleri

Tepesindeki yuvarlak, küçük sac tabelada zeytuni zemin üzerine beyaz harflerle ‘Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’ yaz ılı demir kapıdan ürkek, çekingen adımlarla içeri girdiğimizde, adımlarımızın bizleri nereye, hangi istikbale doğru götürdüğünü bilemediğimiz gibi, hayal etmemiz de mümkün değildi. De merakla izleyen, güçbela taşıdığımız ve kazara açılmasın diye kınnap, sicim ya da çamaşır ipleriyle fırdolayı düğüm düğüm sağlamlaştırdığımız tahta bavullarımızı alaylı bakışlarıyla dikizleyen, çoğu da yaşıtlarımız olan bu çocukların hepsi yetim miydiler? Kahverengi kısa pantolonlarına, kısa kollu haki gömleklerine, partal lastik ayakkabılarına, üniformayı andıran eski püskü giysilerine, sıfır numara kesilip “rut” edilmiş kafalarına ve özellikle de yaşı küçük olanların ikide bir akıp üst dudaklarını yalayan sümüklerini burunlarına çekiştire çekiştire peşimize takıldıklarına bakılırsa, belli ki hepsi bu yetimhanenin gönülsüz mahkûmlarıydı… Bahçe kapısının az ilerisindeki beton binanın girişine kadar çakılla, mıcırla kaplı daracık yolda etrafımızı çevreleyen bu meraklılar tayfası arasında kafile halinde yürürken, şaşkın, kırgın, üzgün, öfkeli, iyice çaresiz ve sanki dokunsan ağlayacak haldeydik. Diyarbakır’dan, Lice’den ta buralara, cehennemin bir bucağındaki bu yetimhaneye bizleri postalayan ana ve babalarımıza içimizden belki de sessizce küfürler yağdırıyorduk! Niçin bu yad, bu yaban ellerdeydik? Serüven… * * Ateşten bir top halinde gün boyunca şehri kasıp kavuran ağustos güneşinin tarihi surlar ardında kaybolup, yerini hafif, ılık bir rüzgâra terk ettiği o gece, çakılıp kaldığı Diyarbakır Garı’ndan bir an önce yola çıkmak için sabırsızlanan kara trenin derdi neydi? Az ötedeki bağ evlerinin minik pencerelerinden taşan ölgün gaz lambalarının titrek ışıklarını, köpek ulumalarını geride bırakarak bir an önce ileri atılmak istercesine, kapkara kazanından arada bir bembeyaz bulut misali pıstıpıssst istim koyveren lokomotifin acelesi neydi? Başındaki kocaman kırmızı şapkasının yükü altında, daracık lacivert üniformasının içinde sıkışıp kaldığı için terleyip duran hareket memuruna gözünü dikmiş, neden sabırsızlanıyordu? Elinde evirip çevirdiği, ama bir türlü dudağına götürüp öttürmediği düdüğüne kızarak, ona pıstıpıssst küfür mü ediyordu kendi dilince yoksa? Garın tam orta yerinde yolculara tepeden bakan yuvarlak, kocaman, Romen rakamlı ve bir dakikalık hamlelerle tık diyerek yürüyen saatin yelkovanı başını alıp tık tık tık gittiği ve hareket saati çoktan gelip geçtiği halde, hareket memuru kara trene yol vermemek için neden bu kadar direniyordu? Gecenin karanlığını tepesindeki yuvarlak, parlak ışıkla bölerek ve gecikmiş olmanın telaşıyla uzaktan ıslık çala çala gelen Kurtalan Ekspresi’nin gara girmesiyle, hareket memurunun üç kez öten tiz düdüğü ve onu sanki alay edercesine izleyen kara trenin keskin, acı ıslığı demir tekerlekleri harekete geçirirken arkamızdan el ve mendil, “marhama” sallayanların boğuk hıçkırıklarına gözyaşları mı karışıyordu ne! Biletimiz İstanbul’a kesilmişti… Adı şiirlere, türkülere, öykülere konu olmuş, masallarla yoğrulmuşken, Ermenice ‘Aydzyami Ler’, Kürtçe ‘Çiyayê Reş’, Türkçe ‘Karacadağ’ denen başı dumanlı bu eski volkanik dağın sırtlarından, yamaçlarından kopup gelen ve kantaralarla, künklerle, oluklarla, arklarla yedi bin yıllık tarihi kent Amida’ya, Diyarbekir’e, Diyarbakır sokaklarına, “küçe”lerine, hanlarına, hamamlarına, evlerine, sokak aralarındaki musluksuz “kastal”larına dağılan ve tas tas içtiğimiz, bizim “Hemırvat” dediğimiz, adıyla sanıyla meşhur Hamravat suyumuz kuruduğu için mi yola revan olmuştuk? Yoksa duvarları usta taşçılar tarafından demir gönyelerle, pergellerle ölçülüp ardından da keskilerle, murçlarla, taraklı çekiçlerle tıkırt tıkırt tıkırt yontulan siyah bazalt taşlarla örülen, toprak damlı, kireç badanalı evlerimizin bacaları artık tütmediği için, ya da taş avlulara açılan loş, serin kilerlerimizdeki bulgur, dövme, mercimek, nohut, fasulye, yağ, tuz, pekmez veya un küplerimiz boşaldığı ve yiyecek bir lokma kuru ekmeğimiz bile kalmadığı için mi biletimiz İstanbul’a kesilmişti? Diyarbakır… İstanbul…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir