Nihat Genç – İhtiyar Kemancı

Soğuklar eksi yirmi-otuz, eksi beş dereceye bir günlüğüne düşünce nasıl sevinir, şükreder olduk, tekrar ķrladı eksi yirmiye! Bu şehre geldiğimde soğuk işte böyleydi, Nazi kampı, imha savaşı gibi. Odunsuz, kömürsüz taş Ankara evleri içinde, çişim gelmese, helaya gitmesem diye dualar ederdim. Soğuk, paslı bir hızar gibi kaval kemiklerimi keser. Aç ve susuz, yirmi yıl merhametsizce cezalandırdı. Psikolojime faturalarını zor ödediğim tahribatlar bırakƨ. Sopsoğuk, nihilist soğuk, duygusuz soğuk, kör inanç gibi ayaz, kelepçe gibi soğuk! Sivri parmaklan vardı soğuğun. Aynen bugün gibi. Tırmalayarak kafa derimden, ürperterek iç organlarıma kadar iner. Zulümlerin zulümü. Ne desem anlamazsınız, bu delirmiş taş soğuğun göbeğinde bir gençlik geçirmeden. Tabiaƨn en acımasız hikâyesi. Ruhuma bu soğukla yerleşmiş ve hiç çıkmayacak iblis hikâyesi. Soğuktan evdeki kap kacak tutulmaz. 19 yaşımdan 39 yaşıma kadar, kafayı yiyerek çatlayıp kahkahalar atan bu buz parçaları içinde büyüdüm. Şimdi düşünüyorum, bu uçsuz bucaksız yüz binlerce gecekonduyu.


Soğuk değil, baykuş, karga, yılan, akrep, örümcek, uğursuz kuşları, sarı kertenkeleleri, kurumuş fare leşleriyle şeytan, kapkara eldivenleriyle, mızrağıyla karışƨrıp çorbasını içirƟyor, milyonlarca zavallı insana. Şeytanın azdırdığı kör inançtan beter bu ayaz gecelerde uyuyamaz insan. Pis işlerle uğraşan, pislikle geçinen, her delikten sırıtarak gülen bu soğuğa minicik bir kapı aralığı, pencere kenarı bırakmayacaksın! Allah kimseyi odunsuz, kömürsüz bırakmasın! Sessiz soğuklar içinde, gaipleri dinleyen kıkırdak bir kulaktan ibaret taş bir beden kalırsın! Hangi sıcacık hayallerle süslesen, sabaha bir ceset gibi çarpılmış kalkarsın. Korkudan ve soğuktan gece boyu baƩaniye alƨndan sızan casus şeytanların ruhunu pisletmesinden kurtulamazsın. Sabah helaya, ıkınarak, kıpkırmızı ve bakır taş gibi bokları katur kutur düşürürsün. Isƨrapla tecavüz edilmiş, arƨk zehir salgılayan gözlerin. İşte o günlerde, soğuktan yüzümün bir taraķ sümük gibi aşağı düşmüş. Yamulmuş suraƨmı elimle kapaƨp doktora gidiyorum. Suraƨmı gizleyerek poliklinikte soğuk kadar iğrenç kapı gıcırƨları içinde kuyruğa giriyorum. Kapıcı suratlı bir adam geliyor: “Sen doktorluk değilsin, seni cin çarpmış, boşuna bekleme, sen hocaya gideceksin!” diyor. Taşı kazır gibi birileri ƨrmıklı bir bıçak sürüyor yüzümden aşağı, elimi suraƨma bastırıyorum, geri dönecek mi bu surat! Bugün, 7 Ocak 2002 günü, Hacıbayram önündeyim. Bir kitap almaya giƫm, gitmez olaydım. Eksi yirmi derece. Birkaç işportacı kalmış onlarcasından. Kartonları buz üstünde yakıp ısınmaya çalışıyorlar.

Bu nasıl oluyor, buzun üstünde ateş yakılıyor, buz hiç oyulmuyor, erimiyor. Bu soğukları tanıyınca insan, tarihin ilkel dinlerinden Mecusilere hak veriyor. Yerin alƨndan çıkıp durmaksızın yanan ateşe tabii ki tapınacağız! Hacıbayram karşısında takke, tespih, dini kitap satan ıvır zıvır dükkânlar. “Ey iman edenler kendinizi soğuktan koruyun” diyen bir ayet yok mu buralarda. Hacıbayram’a biƟşik Ogüst tapınağının alƨnda kocaman teneke bir levha: “Bu alan Alƨndağ belediyesi taraķndan düzenlenmişƟr” yazıyor. Tabela, düzenlenen alandan daha büyük. Her yer kalın bir kitap büyüklüğünde buz kaplı. Hacıbayram önünde, ayaklı teneşir taşı, iki tane. Birden dört jandarma askeri, cenaze arabasından bayrağa sarılı bir tabut indirdi, boğulacak gibi oldum. Takur tukur ayak sesleri. Askerlerin yüzleri soğuktan mosmor. Askerler ince uzun birer buz sarkıƨ gibi. Her şey bir kalıp olmuş. Her şey donmuş ve susmuş. Hayat Hacıbayram avlusundan kovulmuş.

Etrafta tek bir ihtiyar yok. Burada iç donları satan, esans satan, kaset satan adamlar olurdu, kaçmışlar. Sopsoğuk, buz gibi rüzgâr Azrail gibi bu yüksekçe tepeyi emri alƨna almış, her taşı kırbaçlıyor. Yüzünün ta ortasında şaklıyor kırbaç! Askeri arabanın içinde bekleşen kalın paltolu üç yüksek subay, omuzu yıldız dolu. Bir tören değil, mezbahada gerçekleşƟrilen bir infaz gibi! Saƨr, balta gibi keskin kasketler! Hacıbayram türbesi önünde üç-dört kadın, beş-on yoksul insan omuzlarını düşürmüş, büzülmüş, bekleşiyor. İki tane de çocuk. Çocukların birinin kucağında kedi! Paltosu, mantosu yok. İncecik bir hırka. Çok sonra anlıyorum kediyi ısınmak için kucağına vermişler. Ortada ağlayan bir kadın. İncecik pardösüsü, onun da mantosu yok. Başka kadınlar, onların da mantosu yok, kalın hırkalar. Üst üste giyip şişmanlamışlar! Bu kadınları, Hacıbayram önünde duaya gelenlerden dilenen dilenciler sandım. Ölen askerin ailesiymiş. Etraķ kolaçan eƫm.

Pis, perişan, yıkık harabeler, buz tutmuş yollar içinde sefil, miskin adamlar, başlarını serçe gibi kirli paltolarına gömüp, gecekondu aralarına doğru yol alıyorlar. Sokağın ısısı başka, ruhun ısısı başka, belki şimdi, balık-baklava yiyenlerin ısısı bambaşka. İnsan değil bu cemaat! Çürümüş parçalar içinde bakteri kalabalığı. Ahşap evlerin önünde, dükkânların içinde, caminin taş avlusunda hayat zınk diye durmuş. Ankara Kalesi bu zalim soğuğun diktatörlük karargahı gibi, şatosu gibi karlar içinde. Soğuk her şeyi ters yüz etmiş, sanki bir eşek ezan okuyor. Gözleri var görmez, kulakları var işitmez, bu tuhaf insanlar Kuran’da anlatılan cinler gibi. Cin çarpar gibi yoksul kadınların elbiseleri çarpıyor sizi. Dökük gecekondu dağları içinde kadere terk edilmiş soğuk! Ceset çoktan donmuştur, bir heykel, bir sfenks, o arƨk gerçekten kaƨr kutur bir kahramandır tabutun içinde. Buz gibi, ayaklarımla oyuk oyuk kazıyorum buzu, nafile, incecik çizgiler dahi atamıyorum. Tezgâhtar bir çocukmuş. GATA’da ölmüş, ciğerlerinden hastaymış. Raporu henüz gelmemiş, hangi hastalık tam bilinmiyormuş. Ciğerlerinde zaten bir şey varmış. Adı Zeki’ymiş.

Bir kıza âşıkmış. Annesi, şimdi amcasının oğlunun anlaƴğına göre, “Ne yapacağın bu yaşta kızı, bak komşunun oğlunun arabası var, çalış, senin de araban olsun, ” diye sıkışƨrırmış. Hayaƨ hakkında edindiğim bilgi bu kadar. Soğuğun cadı ƨrnakları. Haçlıların soğuk hacı, sarmısak soğuk, şeytanın evi! Cüce şeytanlar gibi soğuk, nükleer bomba aƨlmış gibi soğuk, Nazi kampı, imha savaşı, soykırım gibi soğuk. Mezar kabuğu gibi yüz binlerce gecekonduyu havadan bir ahtapot gibi sarmış soğuk, havadan şehre sarılmış kapkara bir mürekkep balığı gibi soğuk. Çürümüş gecekondu evlerinin üstüne buz kayaları yığılmış. Buzların arasına sıkışıp kalmış bir macera gemisi gibi yüz binlerce gecekondu evi! Kara bir yılan ruhu taşıyor buz kitleleri. Ürperiyorum, içimden kusmak geliyor, Ɵr Ɵr Ɵtriyorum. Soğukların soğuğu, tabiaƨn en ayıp yerindeyiz, açıp gösteriyor tabiat, daldaşşak iğrenç kıllı yaraƨk yerlerini. Sokularak kerpiç evlere, pencere çatlağı, kapı altlarından, minicik bebeklere yalatıyor, en mahrem, en sapık yerlerini. Soğukların soğuğu, bu iğrenç sapık, azgınca ısırıyor, koparıyor damları, kapıları, ruhumu, kafa kemiklerim sızlıyor! Bir asker cenazesi bir tezgâhtar çocuğun tabutu duruyor önümde. Ayaklarımın altında buz kalıplarını çizmemin topuğuyla biraz daha çiziyor, çiziyor, oynuyorum.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir