Oliver Sacks – Mars’ta Bir Antropolog

Sağ elini kullanmaya alışık biriyim, ama bu satırları sol elimle yazıyorum. Bir ay önce sağ omuzumdan bir ameliyat geçirdim, şu sıralar sağ elimi kullanmam yasak, za Kusurlar, sakatlıklar, hastalıklar, bu anlamda paradoksal bir rol oynarlar ve onlar olmadan hiçbir şekilde farkında olmayacağımız, hatta hayal bile edemeyeceğimiz gizli güçleri, değişimleri, gelişmeleri, yaşam biçimlerini ortaya çıkarırlar. Hastalığın paradoksu, ya da ‘yaratıcı’ gizil gücü, bu kitabın konusunu oluşturmaktadır. Hastalıkların ve sakatlıkların gelişimindeki yıkıcı ve tahrip edici unsurlar kişiyi dehşete düşürse de, kimi zaman bunların yaratıcı özelliklerinin bulunduğu da öne sürülebilir – belirli davranış biçimlerinin yok olmasıyla sinir sistemi yeni yollar ve yöntemler keşfetmek zorunda kalır ve böylece beklenmeyen bir gelişme ve evrim süreci başlatılmış olur. Hastalığın gelişmesine koşut olarak ilerleyen bu sürece hemen bütün hastalarımda rastladım ve bu çalışmada özellikle hastalığın bu yönünü açıklamaya çalışacağım. Beyin tümörü, beyin hasarı ve felç gibi konularda, hastaların uzun süreçteki davranışlarını ve yeni yaşamlarına uyum sağlamak için kullandıkları yöntemleri en çok araştıran nörologlardan biri olan A.R. Luria da benzer sonuçlara ulaşmıştır. Luria genç yaşlardan itibaren, hocası L.S.Vygotsky’le birlikte işitme ve görme özürlü çocuklar üstünde çalışmıştır. Vygotsky, bu çocukların kusurlarından çok yaşamı bütünüyle kucaklamalarından söz eder: Özürlü bir çocuk kalite açısından farklı, kendine özgü bir gelişim gösterir… Kör ya da sağır bir çocuk normal bir çocukla aynı gelişimi gösteriyorsa, özürlü çocuk bunu bir başka yolla, bir başka yöntemle, başka araçlarla yapmıştır. Pedagog açısından önemli olan şey, çocuğa kılavuzluk yapacağı yolun b u özgün niteliğini iyi bilmesidir. Bu özgünlük, özürlünün eksilerini artıya dönüştürür. Luria, bu tür radikal adaptasyonların anlaşılması için beyine yeni bir gözle bakılmasını öneriyor, beynin programlanmış ve statik değil, dinamik ve aktif olduğunu düşünüyordu.


Beyin, evrim için tam donanımlı, son derece etkin bir uyarlama sistemiydi ve hiç yorulmaksızın organizmanın ihtiyaçlarına, en önemlisi de, kendini ve dünyayı açık seçik bir biçimde görme ve yapılandırma ihtiyacına cevap veriyordu. Beyindeki farklılaşmaların önemsiz denecek kadar küçük olduğu aşikârdır: beyinde, (renk ve hareketin algılanmasından, belki de, kişinin entelektüel oluşumuna kadar) algılama ve davranışı yönlendiren yüzlerce minik bölge mevcuttur. Bunların işbirliği sonucunda benlik adı verilen bir bileşkenin ortaya çıkması, bir mucizedir. 1 Beynin bu ilginç plastik yapısı, özel (ve çoğu kez vahim) sinirsel ve duyusal bozukluklara uyum sağlama konusundaki çarpıcı kapasitesi, hastalarımı ve onların yaşamlarını başka bir gözle incelememe neden oldu. Öyle ki, zaman zaman ‘sağlık’ ve ‘hastalık’ kavramlarını yeniden tanımlamanın gerekliliğini, bu kavramların organizmanın özel ve yeni gereksinimlerine uyumlu, yeni bir organizasyon ve düzen kurmadaki yeteneğiyle ilgili olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Hastalık yaşamda bir çelişkiyi ifade eder, ama bu çelişki zorunlu, ‘olmazsa olmaz’ bir hal değildir. Bana öyle geliyor ki hastalarımın çoğu hayata bağlıydı – bunu bulundukları koşullara rağmen değil, çoğunlukla o koşullar yüzünden ve onların yardımıyla yapıyorlardı. Burada doğaya -ve insan ruhuna- ilişkin, beklenmedik sonuçlar veren yedi öykü bulacaksınız. Öykülerin kahramanları Tourette sendromundan otizme, amneziye ve total renk körlüğüne kadar çok değişik sinirsel durumlarla karşılaşmışlardır. Bu durumlara birer örnek, geleneksel tıp deyimiyle birer “vaka” oluşturmuşlar – ama aynı ölçüde özgün birer birey olmayı, kendilerine özgü bir dünyada yaşamayı (bir anlamda bu dünyayı yaratmayı) başarmışlardır. Bunlar hayatta kalma öyküleridir – değişen, bazen radikal dönüşümlere uğrayan koşullarda, içimizdeki o harika (bazen de tehlikeli) yeniden yapılanma ve uyum sağlama gücünün yardımıyla hayatta kalmayı başaranların öyküsüdür. Önceki kitaplarımda sinirsel bozukluklar karşısında kişiliğ in “korunmasını” ve (daha ender olarak) “kaybını” konu etmiştim. Giderek, bu terimleri fazlaca basit buldum – bu gibi durumlarda kimliğin korunmasının ya da kaybedilmesinin değil, köklü bir değişime uğrayan beyin v e “gerçeklik” karşısında uyum sağlamasının, dönüşmesinin sözkonusu olduğunu düşünmeye başladım. Hekim açısından hastalığın incelenmesi, kişiliğin, hastanın hastalığın etkisi altında yarattığı iç dünyanın incelenmesini gerektirir. Ancak hastaların gerçekleri, kendilerinin ve beyinlerinin kendi dünyalarını yaratmadaki yöntemleri, yalnızca davranış biçimlerinin gözlenmesiyle, “dışarıdan” gözlemlemekle anlaşılmaz.

Bilim adamının nesnel yaklaşımına karşılık, doğabilimci, Foucault’nun deyişiyle “somut bilincin içine işlemeli, o patolojik dünyayı hastanın kendi gözüyle görmeye çalışmalı” ve bu amaçla karşılıklı-öznel bir yaklaşım geliştirmelidir. Bu tür sezgiye ve duygudaşlığa dayanan bir yaklaşımın gerekliliğini ve doğasını yansıtmak konusunda hiç kimse, G.K. Chesterton kadar başarılı olmamıştır. Chesterton’un kurgusal karakteri, ruhsal dedektif Peder Brown, yöntemi ve sırrı sorulduğunda, şöyle yanıtlar: Bilim, ona ulaşabilirseniz muhteşem bir şeydir; gerçek anlamda dünyanın en büyük sözcüklerinden biridir. Ama günümüzde insanların onda dokuzu, bu sözcüğü kullanırken ne demek istiyor? Keşiflerin ya da kriminolojinin bilim olduğunu söylerken ne demek istiyor? İnsanın dışına çıkmayı ve onu dev bir böcekmiş gibi incelemeyi kastediyorlar; onlar buna tarafsızca ışık tutmak diyor, bence bu ölü ve insanlığından arındırılmış bir ışıktır. Onlar insandan olabildiğince uzaklaşmayı, onu tarih öncesi, uzak bir canavar gibi algılamayı, onun “suçlu kafatasını” korkutucu bir ur gibi, gergedanın boynuzu gibi görmeyi yeğliyorlar. Bilim adamı bir insan tipinden söz ederken, hiçbir zaman kendini kastetmez, komşusunu, büyük olasılıkla da kendisinden yoksul olan komşusunu kasteder. Renksiz bir ışığın bazen işe yaradığını reddetmiyorum; yine de bir bakıma bu bakış bilimin tam zıddıdır. Bilgi olması bir yana, bildiklerimizin bastırılmış halidir. Bir dosta yabancı gibi davranmak, tanıdık bir şeyi uzak ve gizemli bir şeymiş gibi kabul etmektir. Bu adamın gözlerinin arasında hortumu var, ya da yirmidört saatte bir hissizlik nöbetine tutulur demekten farkı yoktur. Sizin “sır” dediğiniz şey aslında tam tersidir. Ben insana dışarıdan bakmaya çalışmıyorum. İçine girmeye çalışıyorum.

Derin değişime uğrayan kişiliklerin ve dünyaların keşfedilmesi muayenehanede ya da tedavi odasında yapılacak bir şey değil. Fransız nörolog François Lhermitte bu konuda özellikle duyarlıdır, hastalarını klinikte gözlemlemek yerine onları evlerinde ziyaret eder, lokantaya ve tiyatroya götürür, birlikte dolaşmaya çıkar, mümkün olduğunca yaşamlarını paylaşmaya çalışır. (Bu tavır, pratisyen hekimler arasında yaygındır, ya da yaygındı. Babam doksan yaşında emekliye ayrılma muhasebesi yaparken ona “Hiç olmazsa ev ziyaretlerini bırak” dedik. Şöyle cevap verdi, “Hayır, ev ziyaretlerine devam edeceğim – onun dışındaki her şeyi bırakacağım.”) Bu düşüncelerle beyaz gömleğimi çıkardım, son yirmibeş yılımı geçirdiğim hastaneleri terkettim ve hastalarımın gerçek dünyadaki gerçek hayatlarını keşfetmeye koyuldum. Kendimi biraz nadir yaşam biçimlerini inceleyen bir doğa-bilimci, biraz saha araştırması yapan bir antropolog, ya da nöro-antropolog, ama en çok ev ziyaretlerine giden, insan deneyiminin en uzak köşelerinde ev ziyaretleri yapan bir hekim gibi hissettim. İlerideki satırlarda- sinirsel şans etkeniyle oluşan başkalaşım öyküleri okuyacaksınız; bunlar farklı varlık hallerine, başka yaşam biçimlerine açılan, ama başka oldukları için insanlıklarından bir şey kaybetmeyen öykülerdir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir