Rasim Özdenören – Çözülme

İçinde tortulanarak biriken pazar kalabalığı biçiminde o karmaşık, dolaşık sıkıntının, yüzüne çizdiği sinirli gölgeleri bakışlarının bulanıklığında anlıyor; ne yapması gerektiğini, birbirinin içine girerek yürüyen, düşüncesini karıştıran kadınlı erkekli, kızlı oğlanlı insanlar, hızla geçen, sağa sola sert dönemeçler yapan dolmuşlar, taksiler, otobüsler, at arabaları yüzünden kestiremiyordu. Sinemaların önünde birikmiş kalabalık, çember çeviren, köpek kovalayan çocuklar, örtülü, örtüsüz kadınlar, kasketli, fötrlü, başı açık erkekler— hepsi de, bir o yana, bir bu yana yürüyen seyyar satıcıyla ölümüne pazarlık yapan müşteriler, başına onbeş yirmi kişilik bir öbek insan toplamış üç kâğıtçılar, her ne alırsan bir liracılar, çevresine müşteri toplamak için kaldırıma bir yılan bırakmış jilet satıcıları, arabasına koyduğu leke tozunu “reklâm fiyatına” satmak için numara yapan gözbağcılar, alık alık bunları seyreden askerler, amaçlı-amaçsız dolaşan serseriler, özel bir biçimde köşelerde durmuş bekleyen karaborsacılar, simit satan çocuklar, fırsat kollayan yankesiciler, piyasa yapan çiftler, çağrılı fahişeler, misafirliğe giden aileler, çocukların fikrini çelen balon satıcıları, dikkatli, hüzünlü, güleç, yaslı, sevinçli, mutlu, amaçsız, içe kapanık, dışa dönük, endişeli, arayan, kararsız, söz vermiş ve bütün bu çeşitliliğine rağmen bir örnek yüzler, bir de bulutlarda aport bekleyen yağmurun bu vıcık vıcık insan yığını üstüne çökerttiği kasvet aptallaştırmıştı onu. Uzaklarda kalmış bir anının donuk yüzü gibi bir şey başından tırnaklarına doğru içini tedirginleştirerek akıyordu. Babası ölmüştü. Terli ve uzak bir düşünce gibi ya da bir uykusuzluk hâli gibi duruyordu bu anısında ve hemen dalıp gidiyordu. İlkin anlayamamıştı doktorlar, röntgende bir şey çıkmamıştı. Bu korna sesleri, bağrışlar. bir adım eksik ya fazla atsa bir otomobilin altına. Daha dün. Yorgun vücuduna emir veremiyor. Bıraksa kendini.


Babasının midesini görünce kan tutmasına benzeyen bir baş dönmesiyle. ama hemen yakalamışlardı onu, düşse merdiven uzun ve beton mutlaka bir yeri kırılır ya da ölürdü. (Biraz gayretle karşıya geçebilirsin, haydi). Tutmasaydılar. vay canına, gidebilirdi. Az önce içtiği çay midesini burmuştu. Bir şey yemelisin, diye telkin yaptı kendine. Karşı kaldırımda bir sandviççi vardı. (Biraz gayretle). Tuhaf şey. Bir başkasının iç organını görmek. Kimsesi yoktu. Sinemanın önündeki kalabalıktan geçti. Caddeye çıktı. Dikkati dışarda değildi. Gene de herhangi bir kazaya uğramadan karşı kaldırıma çıktı. Şimdi başdönmesi. Midesi iyice bulanmıştı. Boş midesinde çay hastalıklı, bulantılı bir ağrı yapmıştı.

Sandviççi kalabalıktı. Sıraya girdi, bir sandviç aldı ve hemen uzaklaştı oradan. Biriyle konuşmak istiyordu. Bir ihtiyaç halinde duyuyordu bunu. Düşündü, hiç kimse gelmedi aklına. Gene düşündü, dünden beri başsağlığına gelen kimselerle yaptığı üçbeş kelimelik beylik sözler dışında kimseyle konuşmamıştı. Evet, yapyalnızdı. Konuşacağı, dayanacağı, birlikte güleceği kimse yoktu, kalmamıştı. Öyle bir şeydi ki bu, insanı hem bedbaht yapabilir, hem mutlu kılabilirdi. İlk kez gülümsedi. Ama acaba sahiden böyle miydi? Neden hep kuşkulu? Hep kendi yüreğine dalmak. Kurtuluş bundadır, diyordu. O sırada ürperti verici bir olayla karşılaştı. Caddede birkaç kişi, bir adamın boynuna ip takmış sürüklüyorlardı. Niçin olduğunu düşünmeye vakit bulamadan elleriyle yüzünü kapadı ve kaçtı oradan.

Nereye gideceğini bilmiyordu. Babasının iç organlarını görmüştü. Yürüdüğü kaldırımlarda bu ne pislik. Boynuna ip takılmış, sürüklenen adamın karanlık silueti, boş yaşamının insafsız ve yapışkan cezası gibi dikeliyordu gözlerinin önüne. Aman, bunlar da ölecek, bunlar da ölecek. Nereye kaçmalı? Nasıl saklanmalı? Alnına düşen bir yağmur damlasıyla kendine geldi. Atkısı boynundan düşecek kadar sarkmış, yürüyor, belki koşuyordu. Kalabalık caddede, parlak vitrinli mağazaların önünden, yöresine bakmadan geçiyordu. Aklı hiçbir yerde değildi. Kendini de düşünmüyordu. Evine giden otobüslerin geçtiği bir durağa kadar yürüdü. Orada, bilinçsiz, otobüse binen insanlara karışarak, herhangi bir otobüse bindi. Otobüs, demin geldiği yöne doğru gidiyordu. Gene düşünmeden ilk durakta indi. Kenara çekildi.

O zaman omzuna çekingen bir el dokundu. Dönüp baktı. Üzeyirdi. Arkadaşı. Yüzünde, donmuş bir gülümsemeyle, gülmeye benzer bir şeyle kendisine bakıyordu. Duyulur duyulmaz bir mırıltıyla: “Başın sağolsun” dedi Üzeyir. Dünden beri, bu kaçıncı duyuşuydu bu sözleri? Birden saçma, anlamsız bir olayla karşılaşmış gibi, egemen olamadığı bir sinir çarpmasıyla gülmeye başladı. Ne demekti bu? Niçin herkes böyle söylüyordu? Kahkahasını tutamadı. Ayıp bir şey yaptığını biliyordu. Arkadaşı şaşırmıştı. “Yanlış mı duydum yoksa, diye ekledi Üzeyir, kötü bir şaka yapmış olacaklar bana.” İlk sinir gerginliği geçmişti, gülmesi azaldı ve durdu. “Doğru, dedi, Üzeyire, sağol.” Rasgele yürümeye başladılar. Neden sonra, “Sinirden” diye konuştu.

Üzeyir, “Hepimizin başına gelecek” diye bir söz etti. Bir lokantanın önünden geçiyorlardı. O zaman, dünden beri doğru dürüst bir şey yemediğini hatırladı. Fakat daha teklif etmeye vakit bulamadan geçmişlerdi lokantayı. Aslında Üzeyir, pek de yakın olmayan bir arkadaşıydı. Aylarca görmeseler birbirlerini aramazlardı. Arkadaş bile denemez belki buna, bir tanıdık, o kadar. Sıkıntılı bir sessizlikle yürüyorlardı. İkisi de ayrılmak için fırsat kolluyordu. “Babamın öldüğünün ikinci günü sinemaya gitmiştim ben” dedi Üzeyir. O anda da birden bu sözün yersiz ve saçma olduğunu kavradı ama, söylemişti bir kez. Gerisini getirmek için “Onaltı yaşlarında falandım” diye tamamladı. “O yaşlarda öyle olur” diye cevap verdi İdris. Böyle bir cevaba zorunluluk duymuştu nedense. Üzeyir saatine bakarak: “Aa, vaktim gelmiş benim, dedi, bir randevum vardı da.

” “Seni tuttum.” dedi İdris. Elini uzattı, tokalaştılar, biri bir yana, öbürü öbür yana ayrıldılar. Ne tuhaf, ne tuhaf, diye söyleniyordu İdris. İşte şimdi gene yalnızdı. Ama kendine gelmişti artık. Daha açık düşünmeye, kendini toparlamaya başlamıştı. Eve dönmeye karar verdi. Ama daha önce karnını doyurmalıydı. Bir lokantaya girdi. Yemeğini yiyip çıktı. Dolmuş durağına geldi ve bindi. Eve geldiğinde, kendini daha önce alıştırmış olduğu sessizliğin ve kimsesizliğin soğuk duvarlarıyla karşılaştı. Bunun böyle olacağını düşünmüş olduğu için kendini alışmış sanıyordu. Oysa hiç de öyle değildi.

Yürürken ayakkabısının sesi taşların üstünde adetâ boş boş yankılandı. Evin her yanı babasından bir iz taşıyordu. Babası düzenli bir insandı. Ayakkabılarını her zaman kapının yanındaki şu köşecikte çıkarırdı. Ceketi, portmantonun baştan ikinci askısında dururdu. Annesi öldükten sonra evlenmemişti babası. Annesi öldüğünde daha beş-altı yaşlarında bir çocuktu. Babası da yaşlı sayılmazdı. Böyle birlikte yıllar geçmişti. Ama şimdi. sanki bir an gibiydi bütün bu geçip giden yıllar. Hiç yokmuşlar, hiç olmamışlar gibiydi. Kavraması güç bir hüznü çökertiyordu bu, insanın yüreğine. Odasına girdi. Elbisesini değişmeden somyasına uzandı.

Dinlenmek istiyordu. Öyle bir gereklilik gibi düşündü ki bunu, hemen sırtüstü uzandı. Perdesi yarıya kadar kapalıydı. Başı, yastıkta birkaç saniye kalınca, bütün bu olup bitenler bir sayıklama, bir düş gibi gelmeye başladı. Öyleyse bir an önce uyanmalıydı bu yanılmadan. Gözleri kapanıyordu. Oda da, tavuk karanlığı mı, ne derler, öylesi bir karanlığın içine gömülüyordu. Masasının üstünde, babasının küçük bir çerçeve içine yerleştirilmiş vesikalık bir resmi vardı. Yirmi yıl mı, otuz yıl mı oluyor, kim bilir, o kadar yıl önce, babasının dükkân açarken ruhsat almak için çektirmek zorunda kaldığı herhangi bir sokak fotoğrafçısına çektirilmiş, resimdi bu. Gözlerini iyice kapattı. Fakat az sonra kendiliğinden yeniden açıldı gözler. Ve gene o resmi gördü. Ama artık resmin çizgileri görünmüyor, sadece çerçevesi belli oluyordu. Çizgiler, belleğinde kendiliğinden tamamlanıyordu. “Ateş denizinden geçer.

” İşte yakalamıştı. Evet, buydu. Bu sefer, resimde değil, boşlukta görünen babasının yüz çizgileriyle birlikte birdenbire bu sözleri hatırladı. Alnı ter zerreleriyle kaplanmıştı. Bulunmasını istemediği korkunç ve tehlikeli bir eşyasının, istenmedik bir anda ve ortamda, ortaya çıkışı gibi bir şeydi bu. Hep bu sözleri hatırlamaktan korkuyordu. Ama yirmidört saattir, farkında olmadan zihnini uğraştıran bu sözlerin, açık bir şekilde dudaklarına kadar gelmesini önleyemezdi artık. “Bundan sonra, ateş denizinden geçer. Sonra da, nur denizine, sonra zulmet denizine, sonra su denizine, sonra da kar denizine, sonra soğuk denizine uğrar ve geçerler. Her denizin tûlü bin senelik yoldur”. Her denizin tûlü, soğuk denizden. Birden yüzükoyun döndü, elleriyle yüzünü kapattı. Korkuyordu. O anda aynaya baksa kendini tanıyamazdı. Sapsarı olmuştu yüzü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir