Sevil Atasoy – Kusursuz Cinayet Yoktur

eğer bu ölümse, ölümden korkmamalı; güzel yüzünde, ölüm bile güzeldi. era quel che morir chiaman gli sciocchi: morte bella parea nel suo bel viso. Francesco Petrarca Daha öncekilerde olduğu gibi, bu kez de bir dizi gerçek suç öyküsü ve adli bilim denemesiyle karşınızdayım. Her ne kadar yazdıklarım pek keyifli şeyler olmasa da, Akdeniz güneşinin altında başlayan, Pasifik Okyanusu kıyısında süren ve karın lapa lapa yağdığı bir İstanbul mucizesinde son bulan; doğruyu söylemek gerekirse, sevgili editörüm Tunca Arslan’ın zoruyla son bulmak zorunda kalan, yedi aylık yoğun bir süreçti. Umarım, kusursuz bir cinayetin nasıl işlenebileceği dahil olmak üzere, beklentilerini anlatan çocuklar” ve “Bir adamla beş kadın”da bir araya getirdim. Polisin görgü tanıklarının ve bir kriminal profilleme uzmanının söylediklerini medyayla paylaşmasının nelere mal olabileceğini “Medyanın yarattığı katil”de aktardım. Bütün bunlar yüzünden cezaevine atılan, yıllar sonra masum oldukları anlaşılan insanların, sadece öykülerin geçtiği ülkelerde yaşadığına inanmak safdillilik olur. Hiçbir sağlıklı beyin, bir katilin beyni gibi çalışamaz, onun ruhundaki girdapları, öldürmeden önce ve sonrasındaki duygularını anlayamaz, hele bir seri katilin neden hiç tanımadığı birini, hatta ikisini, üçünü, üç yüzünü öldürdüğünü hayal bile edemez. Bu yüzden en başarılı polisiye filmler, romanlar, diziler, gerçek suç öykülerine dayananlardır. Fritz Lang’ın 1931 yapımı M filmindeki çocuk katili, “Düsseldorf Vampiri” Peter Kürten’in yaşamından kesitler içerir. Alfred Hitchcock’un 1948 yapımı Ölüm Kararı (Rope) filmi de gerçek bir olaya dayanır. Kusursuz cinayeti yedi ay planlayan ve her ikisi Chicago Üniversitesi öğrencisi olan 19 yaşındaki Nathan Freudenthal Leopold, Jr. ve 18 yaşındaki Richard Albert Loeb, 21 Mayıs 1924 günü Harvard Lisesi’nden eve dönmekte olan Chicago’lu milyoner Jacob Franks’ın henüz 14 yaşındaki oğlu Robert “Bobby” Franks’ı kaçırır ve öldürürler. Yine Hitchcock’un çektiği Sapık (Psyco), Wisconsin’lı seri katil E. Theodore “Ed” Gein’i anlatır.


“Ed” Gein yıllar sonra, Teksas Testere Katliamı ‘nda (The Texas Chainsaw Massacre) “Meşin Surat”, Kuzuların Sessizliği’nde (The Silence of the Lambs) Buffalo Bill adıyla bilinen “Jame Gumb” karakteriyle yeniden karşımıza çıkacaktır. 1930’larda ortalığı kasıp kavuran Barrow Çetesi’nin iki üyesi, Arthur Penn’in ünlü filmi Bonnie ve Clyde’da kendi adlarıyla yer alırlar. Henry: Bir Seri Katilin Portresi (Henry: Portrait of a Serial Killer), 400’ün üzerinde (yanlış okumadınız, 400’ün üzerinde) masumu katlettiğini itiraf etmiş Henry Lee Lucas’ın yaşamını gözler önüne serer, Spike Lee’nin S.O.S’i (Summer of Sam), 1970’lerin seri katili David Berkowitz’in yaşam öyküsüdür. Charlize Theron’un oynadığı Canavar (Monster) ise, kadın seri katil Aileen Wuornos’un ta kendisidir. Cehennem Çiçeği (The Black Dahlia), 1947’de Los Angeles’ta işlenen ve hâlâ çözülememiş Elisabeth Short cinayetini anlatır. Yeri gelmişken belirteyim, elinizde tuttuğunuz bu kitapta, Elisabeth Short’a hem “Zevkine ölüm”, hem de “Kusursuz cinayet yoktur” başlıklı denemelerimde rastlayacaksınız. Aynı yaklaşım, polisiye roman yazarlarında da gözlenir. Truman Capote, altı yılda tamamladığı Soğukkanlılıkla’da (In Cold Blood), 1959’da çiftliğinde katledilen Herbert Clutter, eşi ve iki çocuğunun öyküsünü anlatır. Amerikalı kadın polisiye yazarı Ann Rule, seri katil Ted Bundy’nin yaşamını ele aldığı ilk romanı, İçimdeki Yabancı’dan (The Stranger Beside Me) başlayarak, 20’den fazla eserinin hemen hepsini gerçek suçlara dayandırır. Ölü Adam Yürüyor (Dead Man Walking) idam mahkûmları Elmo Patrick Sonnier ve Robert Lee Willie’nin elektrikli sandalyeye bağlanmadan önce, rahibe Helen Prejean’a anlattıklarından ibarettir. Son 20 yılın polisiyelerinde, öncekilerde pek öne çıkmayan bir özellik daha var. O da, suçların çözümünde, polis ya da savcıların kritik düşünce becerilerinden ziyade, kanıt toplayanların, otopsi yapanların, kriminal laboratuvar çalışanlarının bilgi birikimi, deneyim, sabır ve dehasından yararlanmaları. Bu tip soruşturmalar, özellikle Amerikalı yazar Patricia Corn-well’in romanlarında karşımıza çıkar.

Ana karakter Kay Scarpetta da, İngilizce bölümü mezunu Cornwell’in, kısa bir gazetecilik deneyiminden sonra, altı yıl yanında teknik sekreter olarak çalıştığı, Virginia Adli Tabipliği Şefi Dr. Marcella Fierro’dan başkası değildir. Aynı yaklaşımı, yasaklandığı beş altı ülke dışında, dünyanın her yerinde beğeniyle izlenen CSI adlı Amerikan televizyon dizisinde de görmek mümkün. Kanıta dayalı soruşturmaların yürütüldüğü CSI, olay yeri inceleme uzmanlarını, laboratuvar çalışanlarını ve otopsileri yapanları öne çıkartır. Ayrıca, hemen her bölümü gerçek olaylara dayanır. Örneğin, tapınakta infaz edilen çok sayıda rahibin katillerinin arandığı kırkıncı bölüm “Felonious Monk”, duvara çizilmiş resim sayesinde aydınlanır. 1991’de Arizona’daki Wat Promkunaram Budist tapınağında, aralarında altı rahibin bulunduğu dokuz kişi katledilmişti. Silahlı kuvvetlerin artık kullanmadığı binada, tarikat üyesi 11 üyenin topluca intiharının soruşturulduğu üçüncü bölüm “Shoot-ing Stars” ise, 1997’de San Diego’da, UFO dinine mensup Heaven’s Gate tarikatının 39 üyesinin, fenobarbital, muhallebi ve votka karışımını yuttuktan sonra, başlarına naylon poşet geçirerek intiharına dayanır. “Double Cross” ise kilisede çarmıha gerilerek öldürülen rahibenin ensesindeki tespih izinden katil rahibe nasıl ulaşıldığını anlatır. 1980 yılında 71 yaşındaki Peder Gerald Robinson, rahibe Ann Pahl’ı Ohio’daki bir hastane kilisesinde öldürmüştü. 2010 yazından bu yana, hikâye koordinatörü ve konsept danışmanı olduğum Kanıt adlı televizyon dizisi, yer yer araya girerek bilgi vermem nedeniyle, dünyadaki benzerlerinden ayrılıyor. Infotainment ya da edutainment olarak adlandırılan bir formata sahip ve yerli ya da yabancı gerçek suç öykülerinden esinlenmenin yanı sıra, kanıtların önemini vurgulayan, başarının adli tıp- poliskriminal laboratuvar işbirliğinden geçtiğinin altını çizen bir özelliği bulunuyor. Hikâyelerini kızım Ayça Selin Atasoy’un yazdığı, Ahmet Saatçioğlu’nun senaryolaştırdığı, ilk bölümlerini Abdullah Oğuz’un, daha sonra Biray Dalkıran’ın, şimdilerde Cem Sürücü ile Dalkıran’ın dönüşümlü olarak yönettiği Kanıt ve CSI, Dexter, Criminal Minds, Law & Order gibi dizilerin, kanıtları gizlemeyi öğretip, öğretmediği gibi sorularla defalarca karşılaştım. Bunları, “Kanıt dizisi” ve “CSI etkisi” başlıklı yazımda yanıtladım, ayrıca esinlendiğimiz gerçek olaylardan da bazı örnekler verdim. Onları, “Bir merdivenden düşme bilmecesi”, “Konuşan kedi Kartopu”, “El benim parmak senin”, “Kız sen İstanbul’un neresindensin?” ve “Çöp torbasıyla gelen adalet”te bulacaksınız.

Şu sıralar Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülen davalar ilgiyle izleniyor. “Yedi kişilik tutukevi”, bu mahkemede savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırım suçları nedeniyle yargılanan Bosnalı Radovan Karadžić ve Ratko Mladić ile bir dizi Afrikalı devlet başkanıyla ilgili. 12 Aralık 2011 günü akşam haberlerinde, adam öldürmek suçundan 25 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılan 24 yaşındaki Gökhan Erhan Kaç’ın kaçtığını duyunca, aklıma tarihin en büyük gerçek kaçışları düştü. Gerçi Gökhan, dokuz saat sonra yakalanıp tekrar cezaevine kondu ama, “Büyük firarlar”dakiler bir daha ortalıkta görülmedi. Gelelim şu, yediden yetmişe herkesin merak konusu kusursuz cinayet meselesine. Şurası muhakkak ki, gelişmiş ülkelerde “kusursuz” olarak nitelendirebileceğimiz aydınlatılamayan cinayet sayısı giderek azalıyor. Bu durumda aklımıza iki ihtimal geliyor: Ya katiller aptallaştı, ya polisler akıllandı. Her ikisi de doğru değil. Sadece suçu aydınlatmada kullanılan teknik ve teknolojiler gelişti. DNA analizlerinin dört saatte yapılacağı, kan lekesinden kişinin saç renginin ve yaşının bulunacağı, parmak izinden hangi ilaçları kullandığı, ne yediği, hatta DNA profilinin anlaşılacağı, çok değil, iki üç yıl öncesine kadar hayal bile edilemezdi. Bir de katili bulduk sandığımız, bu yüzden istatistiklere faili meçhul olarak geçmeyen cinayetler var. Örneğin cinayete intihar ya da kaza süsü vermiş ve biz bunu anlayamamışsak, bu kitapta defalarca karşınıza çıkacağı gibi profesyonellerin yaptığı hatalar, yalan-yanlış tanıklıklar yüzünden masum birini mahkûm etmişsek (hatta idam etmişsek) gerçek katil açısından bakıldığında, bu duruma “kusursuz” denmez de ne denir? Birini öldürmenin şakası olamaz. Ama bu kitabı, herkes gibi kusursuz bir cinayetin nasıl işleneceğini merak etmiş olduğunuz için ayaküstü okumaya başlamış, hatta satın almış olabilirsiniz. Sizin için hem “Uçak kazaları mı, yoksa kusursuz cinayetler mi?”yi, hem de “Kusursuz cinayet”i yazdım. Üstelik ikincisinde başarılı (!) birkaç örnek de verdim.

Okudukça nelere dikkat etmeniz gerektiğini öğreneceksiniz. Elbette her ayrıntıyı anlatmadım. Sırf kitaba ödediğiniz para ya da sayfaları çevirmekle sarf ettiğiniz enerji boşa gitmesin diye, hapse girmeye hiç niyetim yok. Unutuyordum, herhangi bir ülkenin cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koymaya niyetliyseniz eğer, sakın yabancı otel odalarında çapkınlık yapmaya kalkmayın. “Bu da nereden çıktı?” diye sorarsanız, onu da siz arayıp bulun artık. En derin sevgi ve saygılarımla…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

Yorum Ekle
  1. Iyi bir kitap

  2. Kusursuz cinayet vardır bence sebebi bulunamadığı için kusursuz oluyor zaten