Üstün Akmen – Bay Kuş – Öyküsel Denemeler

Çeşme, İzmir’in batısına doğru uzanan yarımadanın ucunda, İzmir’e yaklaşık doksan kilometre uzaklıkta bir yerleşim bölgesi. Çeşme’nin adı, antik devirlerde “Sissus” olarak geçmekte. Uzun ve kurak bir yazdan, dolayısıyla suya olan istek ve özlemden dolayı bu bölgedeki çeşmeler çok önem kazanmış ve zamanla bölge bu nedenle “Çeşme” olarak anılmaya başlanmış. Yazları iki ya da üç ay burada kalıyorum. Zaman içinde bölgede hüküm sürmüş İyonlar, Likyalılar, İranlılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuk Türkleri (Aydınoğulları Beyliği) ve nihayet Osmanlılar gibi burada hükümranlık kurmak istiyorum. Kolay mı? Değil elbette. Kimi gün geliyor oluyor, bazen de olmuyor. Uzun yıllar Osmanlı donanmasının limanı görevini sürdüren Çeşme Limanı, ulaşım kolaylığı ve korunmalı konumu açısından günümüz denizcileri açısından da önemini sürdürmekte. Çeşme’den altı deniz mili uzaklıktaki Sakız Adası’na (Yunanistan) ve ayrıca Ancona ve Venedik’e (İtalya) düzenli yolcu gemisi ve arabalı vapur seferleri yapılıyor. Her gün giden gidiyor, gelen geliyor. Ildırı, Şifne, Paşalimanı, Ilıca, Boyalık, Aya Yorgi, Dalyan, Teke, Pırlanta, Altınkum, Alaçatı… Bunlar, buranın birbirlerinden farklı güzelliklerde yerleşim yerleri. Koyların bazılarında, örneğin Seaside, Mojito, Granada, Sole Mare, Paparazzi ve benzeri “Beach Clubs” denilen fevkalade bakımlı plaj tesisleri yer almakta. Bu “çok” özel plaj tesisleri, geceleri eğlence mekânlarına dönüşüveriyor. Bakımlı hanımlar, filinta erkekler bu mekânlarda her gece boy göstermekte. Ilıca Plajı, iki km uzunluğu, ince ve bembeyaz kumu, sığ ve turkuvaz renkli deniziyle haklı olarak dünya çapında ün kazanmış bir plaj.


Hemen her gün önünden geçiyor, bir süre durup olanı biteni seyrediyorum. Ildırı Koyu’na gelince, sadece ressamların tablolarında rastladığım romantik mi romantik bir güzelliğe sahip bir garip koy orası. Akşamlarını daha da çok seviyorum. Çeşme ve yöresi, termal kaynaklarından dolayı da ünlenmiş. Şifne ve Ilıca bu konuda öne çıkmakta. Buralarda, çeşitli hastalıklar yanında, özellikle her türlü romatizmaya, kadın ve cilt hastalıklarına, karaciğer ve idrar yolları rahatsızlıklarına iyi geldiği söylenen, sıcaklığı 58˚C’ye varan kaynak suları var. Akşamlarını daha çok sevdiğimi söylediğim Ildırı’da (Erythrai), gözle görülen kalıntıların başında kent surları gelmekte. Bunun yanında Akropolis ve kuzeyinde tiyatro ve yine Akropolis’in kuzeyinde yapılan kazılarda ortaya çıkan Hellenistik ve Roma döneminden kalma villa yapıları, Arkaik döneme ait Athena Tapınağı, Bizans döneminde inşa edilmiş kilise, “Cennettepe” olarak adlandırılan yerde Roma villası ve Bizans döneminde inşa edilmiş hamam yapısı yer alıyor. Antik devirlerde Erythrai tepesine çıkılıp güneşin batışı izlenirmiş. Bu muhteşem olayı, daha çok Ildırı koyuna ve adacıklara geniş açılı bir görüş sağlayan Manzara Kahve’de ya da Şirin Café’de bugün de yaşamak olası. Ben ara sıra yaşıyorum. Alaçatı, eskiden kalma binalarının korunması ve dar sokakları ile ön plana çıkan, Çeşme’nin bir beldesi. Bu ortamda geceleri gezmek, restoran ve “café”lerde ay ışığı altında oturup, içki yudumlarken gelen geçeni seyretmek, gerçekten doyumsuz bir keyif veriyor insana. Alaçatı ayrıca, dünyanın en güzel ve en tanınmış rüzgâr sörfü merkezlerinden biri konumunda. Çeşitli “Surf Club”larının yer aldığı bu merkez, bütün dünyanın sörfçüleri için müthiş bir cazibe merkezi.

“Pırlanta Plajı”nda ise, “Kite-Surfing” denilen paraşütlü sörf yapıyorlar. Dalyan’daki balık lokantalarına bilerek ve isteyerek değinmiyorum. Giden gider, gören görür, tadan tadar… Çeşme’de bulunup da perşembe günlerinden birinde Ilıca ve cumartesilerden bir cumartesi Alaçatı semt pazarlarına gitmemiş olmak bir anlamda ayıplanıyor. Ben, oldum olası, meyve-sebze pazarlarının işkence sahaları olduğunu düşünmüşümdür. Sevgilimin zoruyla pazara gittiğimde, bir kenarda oturup pazara giden ya da pazardan dönen insanları izlerim ve pazara gitmeye nasıl cesaret ettiklerine her keresinde şaşar kalırım. Oysa, meyve-sebze ağırlıklı semt pazarlarının sırtını çok eskilere dayamış bir kültür olduğunu asla yadsımamışımdır. “Gel abla gel” diye bağıran mı istersin, “seçmek yok” diye domatesleri mıncıklayan kadına sertçe uyarı yapan mı! Her türlü olay vardır bu pazarlarda. Bakarsınız, şurada birisi üzerinde fiyatı bulunmayan sebzeler, meyveler üzerinde pazarlık yapmaktadır. Şurada biri çocuğunu kaybetmiştir. Pazarın tam orta yerinde herkesin yürüyüşünü, alışveriş yapmasını engelleyen, pazar alışverişini işkenceye çeviren simitçiler, mısırcılar, sucular, itişler, kakışlar yer almaktadır ve bunlar pazar kültürünü yok etmek için yoğun bir çaba anlamını taşır. Alaçatı’da cumartesi günleri bir buçuk km’lik ağaçlıklı bir yolda halk pazarıyla birlikte kurulan meyve-sebze pazarında, civar köylerden gelen yiyecek ve giyim eşyaları da satılır. İçinde antika pazarı olan başka halk pazarı dünyada var mıdır bilemem. Bu pazarda antikanın yanı sıra akla ne gelirse sergilenir, satılır. Bahçe bitkileri, tavuk, balık, süt ürünleri, fındık, ceviz, dağ çileği, mantar, yaban bitkileri, otlar, tarhana, erişte, tereyağı, pekmez, muhtelif salçalar, güneşte kurutulmuş meyveler, köy ekmeği, iç-dış giyim eşyaları, hatta et bile bu pazarda bulunur. Oysa, pazar kültürü keyifli alışveriş ister.

Satın aldığınız ürünün üreticisiyle bire bir iletişim kurabilmenizi, hatta kendisinden yemek tarifi bile alabilmenizi; beraberinizde getirdiğiniz çocuklarınızı oyuncak tezgâhına oyun oynamaya bırakarak gönül rahatlığıyla alışveriş yapabilmenizi, alışverişinizi yaptıktan sonra dinlenmek için çay ocağında mis gibi organik çay içip, organik gözleme yiyebilmenizi, satın aldığınız her ürünün yüzde yüz ekolojik ve sertifikalı olduğundan emin olabilmenizi ister. Etrafımdakiler gibi düşünmüyorum, Alaçatı olsun, Ilıca olsun pazarların birer eziyet merkezi olduğuna inancımı burada da sürdürüyorum. Gürültü kirliliğinden nefret ediyorum. Pazara gitmek yerine, süper marketlerden alışveriş yapmayı yeğliyorum. Dün, Ilıca pazarının kıyısındaki bir kahvede, tam üç saat süresince sevgilimi beklerken, ilk gençliğimde yazdığım bir şiir takılmıştı aklıma: Karpuz almaya çıktım pazara. Birine fiske vurdum, tok ses verdi. Diğerini tartakladım, ses yok. Ben şimdi başkalarının seçtiği karpuzlardan yiyorum. Esasında şimdilerde, başkalarının seçtiği karpuzlardan bile yiyemiyorum. Tuvalete ya da banyoya girdikten sonra kapıyı arkamdan kilitlemekten giderek ürkmeye başladım. Ya düşersem… Ya kalbim sıkışırsa… Korkum, her yaz geldiğim bu Ege kasabasında akşam saat sekiz olduğunda daha da artmakta. Akşam saat sekizde, rakımı koyuyorum. Sevgilim Şaylan, mırıl mırıl mırıldanıyor. Neden içiyormuşum da, şu içki denilen meretten ne anlıyormuşum da… Bense, ünlü rakı tekerlemesine takılıyorum sık sık: “Birinci kadeh,vücuda yarar. İkinci kadeh, makul karar.

Üçüncü kadeh, kafayı sarar. Dördüncü kadeh, dimağı yorar. Beşinci kadeh, keseye zarar. Altıncı kadeh, hatır kırar. Yedinci kadeh, bela arar. Sekizinci kadeh, vurur kırar. Dokuzuncu kadehte yargıç hesap sorar.” Bana sorarsanız, vallahi hepsi külliyen yalan. Dokuzuncu kadehi geçtiğim çok olmuştur, hiç arıza çıkarmadım, bela da aramadım. İçip içip, hiç kimsenin hatırını kırmadım. Cüzdanımı öyle “telâfisi imkânsız” zararlara uğrattığını da hiç görmedim rakının. Dimağım dört kadeh içtim diye fazla zorlanmadı, tersine makine gibi çalıştı. Üçüncü kadehte, kafam bulutlarla sarılıp sarmalanmadı, tersine dünyayı daha iyi duyumsar oldum her keresinde. Ama makul karar dediklerinde, hep mi hep başım ağrıdı. Makul karar… İki kadeh… Peh… Sadece bir keresinde yargıç karşısına diktiler beni.

Dokuz çarpı ikiye yakın içtiğim gecenin bir vakti, polisler çevirdiler. Eski model, itfaiye aracı rengi bir Mercedes’im vardı. İndirdiler, üflettiler, üfledim. Üfleten: “Koş ulan koş Mehmet,” diyerek arkadaşını çağırdı. “Baksana lan şuna.” “Çıkmadıysa verin bir daha üfleyeyim,” derken, amacım vallahi kötü değildi. Memurları üzmemek istemiştim. Meğer 270 promil çıkmış. Alkolmetreyi bana üfleten, Polis Koleji’nde ezberlettirdikleri metni, kendi bilgisini saçıyormuş gibi bana okumaya başlamaz mı! Başladı: “Alkol; alındığında insan organizmasını etkileyen, davranışları belirsizleştiren, uyuşturan ve keyif veren bir maddedir. Nasıl bu kadar içersiniz beyefendi? İradeyi ve davranış hâkimiyetini olumsuz yönde etkileyen alkolün üzerinizdeki olumsuz etkisini bilmez misiniz? Nasıl kullandınız buraya kadar bu otoyu?” “Bakın,” dedim, “eğilin de bakın lütfen, şurada esas olarak üç pedal göreceksiniz. Bu pedallardan biri vites değiştirmeye yarıyor. Diğerine basınca duruyor, ötekine basınca araba gidiyor. Eee… Bu da benim kaç yıllık otomobilim, artık köpeğim gibi oldu, anlaşıyoruz, her keresinde beni sağ salim evime götürüyor.” Gülüştüler. Alkol, korkunun azalması, kendine güvenin artması, aşırı cesaret gibi dürtüsel yapıları kuvvetlendirirmiş ya! Riske girme olasılığını artırır derler ya! Bunların hiçbiri bende olmuyordu.

Korkum azalmıyor, kendime olan güvenim bir miligram dahi artmıyor, cesaretsizliğim gıdım yerinden kımıldamıyordu. Dikkatimi olamazcasına topluyor, yorgunluk falan duyumsamıyordum. Denge, işitme, görme gibi beyinsel fonksiyonlarım zayıflamıyordu. Kas kontrolü, dikkat, “intikal” süresi gibi çok önemli duyu ve kontrol yeteneklerimde azalma yoktu. Ertesi gün, yargıcın karşısına çıkardılar. 270 promil, 15-20 kadeh sert alkol alındığının kanıtıymış. Başka bir ifadeyle, alkol duvarını aşmışım. Yargıç, bir alkol test raporuna, bir trafik suç tutanağına baktı baktı, ilk kez alkollü araç kullandığım saptandığından sürücü belgeme üç ay süreyle el konulmasına karar verdi. Yargıcın yüzünde en ufak üzüntü yoktu, ben ağlamaklıydım, gerçekten utanmıştım. Alkollü araba kullanışım, bu olayla son buldu. Bir kadeh ha… Tekerlemede “karar” denilen ilk kadehi mideme indirirken, şimdilerde içimi korku basar oldu. Nabzım fazla mı atıyor, kalbimdeki bu çarpıntı da ne ola ki, ya başımın sağ tarafına saplanacağını duyumsadığım bıçak sivriliğindeki ağrı! Basbayağı ilk kadehte korkak biri olmaya başladım. Bahçeye bunları düşünerek çıktım. Hava daha kararmamıştı ve bahçenin, feri gitmiş orospu gözü parlaklığındaki renkli ampulleri yanıyordu. Karşımdaki boşluktan denizi gördüm.

Denizin arkasındaysa bir köy. Ionya adı ile adlandırılan, Batı Anadolu’nun orta kıyı bölgesinde önemli sahil yerleşmelerinden birisi olan Erythrai antik kentinin kalıntıları üzerinde yer alan bir yer bu köy. Korkularım bana yeniden musallat olmasın diye, birinci kadehi oldukça hızlı içtim. “Makul karar” dedikleri ikinci kadehi doldurmak için ayağa kalktığımda, korkularım çekirge sürüsü gibi içimden uçuştu. İkinci kadehi doldurup yerime otururken Büyükhanımı bahçeye çıkardılar. Yemeğini yeni yemişti, karnı toktu. “Burada mısın oğlum,” diye seslendi. “Buradayım,” dedim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir