Jean Dominique Bauby – Kelebek Ve Dalgıç

Eski püskü perdenin arkasından yansıyan süt beyazı bir aydınlık, sabahın yaklaştığını haber veriyor. Topuklarım ağrıyor; başım bir örs, tüm vücudumu saran bir çeşit dalış hücresi gibi. Odam yavaşça alacakaranlıktan sıyrılıyor. Sevdiklerimin fotoğraflarını, çocuklarımın çizdiği resimleri, afişleri, Paris-Roubaix bisiklet yarışlarından bir önceki gün arkadaşımın gönderdiği küçük metal bisikletçiyi ve kayalığın üstündeki pavurya misali altı aydır çakılı kaldığım yatağın tepesinden sarkan askılığı inceliyorum. Nerede olduğumu anlamam ve hayatımın geçen sene 8 Aralık’ta nasıl da tepetaklak olduğunu hatırlamam için fazla düşünmeme gerek yok. O zamana kadar “beyin sapı” diye bir şeyden bahsedildiğini hiç duymamıştım. Geçirdiğim bir beyin kanaması sonucu söz konusu sap devre dışı kalınca, beyin ile sinir uçları arasındaki mecburi geçişi sağlayan kontrol mekanizmasının bu ana parçasını bir anda keşfettim. Eskiden buna “beyin felci” denirdi ve bu, öldüğünüz anlamına gelirdi. Ama yeniden canlandırma alanında öyle teknolojik gelişmeler oldu ki; bu acı daha da çekilmez hale geldi. Kişi ölümden kurtulsa bile İngiliz tıbbının çok doğru bir şekilde locked-in syndrome olarak adlandırdığı bir durumda tıkanıp kalıyor. Baştan ayağa felçli ancak zihinsel anlamda zarar görmemiş olan hasta, kendi vücudunda hapsoluyor. Ben de artık öyleyim ve tek iletişim aracım, sol göz kapağımın hareketi. Doktorlar hayatınızı kurtarıyorlar ama bu şekilde yaşamak zorundasınız. Üstelik bundan en son sizin haberiniz oluyor. Örneğin ben, hasarın ne ölçüde olduğunu anlamadan önce yirmi günlük bir komayla ve bilinç ile bilinçsizlik arasında geçen birkaç haftayla boğuştum.


Şimdi gün doğumunun ilk ışıklarının sızdığı Berck Denizcilik Hastanesi’nin 119 numaralı bu odasına, ancak ocak ayı sonunda çıkabildim. Sıradan bir sabah. Küçük kilisenin on beş dakikada bir çalan, uçup giden zamanı vurgulayan çanları saat yedide yeniden çalıyor. Gece paydosunun ardından tıkalı bronşlarım tekrar gürültülü bir şekilde hırıldamaya başlıyor. Sarı çarşafın üstündeki gergin ellerim, ben yanıyorlar mı yoksa donuyorlar mı anlamaya çalışırken bana acı çektiriyorlar. Ankiloza karşı direnmek adına, kollarımın ve bacaklarımın birkaç milim esnemesini sağlayan bir gerinme refleksini harekete geçiriyorum. Genelde bu, ağrılı bir uzvu rahatlatmaya yetiyor. Etrafımı saran kozamın, yani vücudumun, üzerimdeki baskısı azalıyor; artık zihnim bir kelebek gibi gezinebilir. Zihnimin yapacak o kadar çok şeyi var ki… Mekânda veya zamanda uçabilir. Ateş Toprakları’na veya Kral Midas’ın sarayına gidebilir. Sevdiği kadını ziyaret edebilir, onun koynuna sokulabilir ve hâlâ uykuda olan yüzünü okşayabilir. İspanya’da şatolar inşa edebilir, Toison d’or’u fethedebilir, Atlantis’i keşfedebilir, çocukluk hayallerini ve ilk gençlik fantezilerini gerçekleştirebilir. Bu kadar gezinme yeter. Editörümün gönderdiği kişi geldiğinde ona yazdırmak için bu yatalak seyahat güncelerimin girişini oluşturmalıyım. Her cümleyi kafamda on kez yoğuruyorum, bir kelime eksiltiyorum, bir sıfat ekliyorum ve metnimi paragraf paragraf ezberliyorum.

Saat yedi buçuk. Görevli hemşire düşüncelerimi bölüyor.   Alışılageldiği gibi perdeyi açıyor, nefes borusu ile serumu kontrol ediyor ve haberleri izlemem için televizyonu açıyor. Şimdilik ekranda Batı’nın en hızlı kurbağasının maceralarının anlatıldığı bir çizgi film var. Bir kurbağaya dönüştürülmeyi dileseydim ne olurdu acaba? Ne olurdu?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle