İlhami Algör – Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önerebilirdi. Kapıyı çektim, kilidin dili yuvasına otururken “Nereye?” dedi. Aldırış etmedim, çıktım. İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye indim. Dolmabahçe’den gelip, Karaköy’e uzanan Kemeraltı Caddesi’nde trafik ekipleri yolun bir şeridini kesmiş, diğer şeridini de el-kol hareketleri ve düdük zoruyla hızlandırarak boşaltmaya çalışıyorlardı. Belli ki kırmızı plakalı arabalar içinde, kalın birileri geçecekti. Aklıma “Son İmparator” adlı filmden, çocuk imparatorun saraydan çıktığı sahne geldi. Kafilenin önünde eskort mahiyetli, Çinli ölçülerine göre ızbandut denilebilecek iki zebani, havayı yaran el kol hareketleri ile yolu açıyor, adlarına halk, tebaa, kul, kıl, tüy denilen garibanlar, duvar diplerine çekilip, büzülüp, yerin dibine girip taş kesiliyorlardı. Burada da durum farklı değildi. Hükümet kerhane önünden geçiyor, devlet erketeye yatıyor, vatandaşa da dut yemek düşüyordu. Şarkıları, acil çıkış kapılarını bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtınışların ruhlarında yeraltı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: “Kula kulluk edene, yazıklar olsun.” Neticede, Orhan abimin cümlesinde de bir “kul” mevzuu vardı ve bu laf ortada olduğu müddetçe, tilkilerim bana rahat vermezdi. Saldım tilkilerimi, döndüm, Boğazkesen’i kestim, Tophane Tayfur Spor Kulübü’nü geçtim, tabeladaki 1952 rakamı ile kesiştim, köşeyi kıvrıldım ve sandalyesinde oturan kravatlı mumyayı gördüm.


İhtiyar, on günlük sakalı, vücudunun tekmil kemikleri, kemikleri saran ve Topkapı Surdibi ikinci el tezgâhlarında çok daha bakımlısını bulabileceği takım elbisesi, on kere çözülüp düğümlenmiş ve neticede tatmin olunup karar kılınmış kravatı ile, yetmişlik, yorgun, harap, kaymış ve kadit vaziyetteki vücudunu, metal akşamı paslı bir sandalyeye itina ile yerleştirmiş, bir bacak öbürü üzerinde, Mısır duvar resimlerindeki adamlar gibi zarif ve dikkati çekecek kadar kendini resmetmiş bir vaziyette oturuyordu. Eşyalara baktım, oturduğu iskemleden üç-beş tane, bir-iki metal bacaklı formika sehpa ve bok püsür… “Baba,” dedim içimden, “çok şıksın ama yanlış istasyonda takılıyorsun.” Doğru değildi. Ona başka istasyon var mıydı? İkiledim, Tophane denilen, liman bitirimleri, fetbazlar, üçkâğıtçılar, cazgır karılar, sert delikanlılar semtinin bağrına daldım. Setüstü kahveden başlar döndü. Hafif bir rüzgâr esti. Semtin erken uyarı sistemleri çalışıyordu. Umurumda değildi. Hani sözgelimi, kör testere ile kesseler sırıtırdım. Ben zaten orada değildim. Ne yerde ne gökteydim. Avaramu… Köşede, kesme taşlardan örülü istinat duvarına oturtulmuş, kallavi bir incir ağacını sırtlamış serin ve gölgeli çeşmeyi görünce, içim “Ohh!” dedi. “Takıl buraya,” dedi bir tarafım. “Tamam paşam,” dedim bir tarafıma, “seni mi kırıcam?” Karşı kaldırımda, kahvehanenin camında, tabağı ve kaşığı ile tam takım resmedilmiş ince belli çay bardağının yanında, rüzgârda kıvrılmış kurdelevari havasıyla Esnaflar Kıraathanesi yazısı seriliyordu. Daldım kahveye, ocağa yürüdüm, dudak ucuna yerleştirdiği, külü ha düştü ha düşecek sigarası ile iş gören ocak başındaki ihtiyann işini bitirip bana doğru dönmesini bekledim ve vakit gelince “Baba,” dedim, “soğuk suya bi sade, bi de soda… parayı da peşin al, içip kaçıcam.

” Attım parayı tezgâha, sandalyeyi kapıp çeşmenin altına çöktüm. Soğuk suya kahve, her babayiğidin harcı değildi. Yüksek hatırlılar ve ağır bitirimler dışında, semte yabancı birinin kahveyi böyle istemesi için bir ayrıcalığı olması lazımdı. Ayrıcalığımı az önce tezgâhın üzerine, ikna edici ölçüde sermiştim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir