İskender Pala – Babilde Ölüm İstanbul’da aşk

İlimler Akademisi’nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinin kalın duvarlarından sızan ışıklara Dicle’nin serin rüzgârlarıyla birlikte top sesleri de karışmaya başladığında kalbi duracak gibi olmuştu. Onca dil dökmeleri ve övgü dolu şiirleri karşılığında âmâ ve kambur kütüphane memurunun mahzenden çıkarıp getirdiği yasak ciltleri kendisine vermeden, dışarıdaki def sesleri ve sevinç çığlıklarının cazibesine kapılıp halkın akın ettiği surlara gitmesinden değil, kentin üzerine sinmeye başlayan değişiklikten ürkerek kendisini dışarı çıkarıp kütüphane kapılarını kilitlemesinden korkuyordu. Neyse ki Keldani ve Asur tarihi uzmanı bu yetmişlik Süryanî memur, Osmanlı hakanı Kanun Koyucu Süleyman’ın Bağdat’a giriyor oluşundan pek heyecanlanmamış ve kesik kesik öksürerek yalnızca “Olacak olan olur; beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür.” diye mırıldanarak sormuştu: “Ciltleri istiyor musunuz, yoksa gidip siz de Basralı hurma tüccarları gibi sultanın at koşumlarını mı seyredeceksiniz?” Elli yaşlarındaki Hilleli Mehmet Efendi için gerçekten zor bir soru oldu bu. Acaba o da pek çokları gibi sultanın kente girişini seyretmeli miydi? Kütüphaneci sormasa böyle bir istek doğmayacaktı belki içinde. Şimdi gönlü, duyduğu top seslerinin Bağdat’a kazandıracağı yeni çehrenin seyretmeye değer bir manzara olacağını hissediyor, öte yandan zihni, harabeleri arasında çocukluk aşkını yitirdiği Babil tapınağı ve asma bahçelerinde yazılmış satırların gizemli dünyasında düşsel gezintilerin ihtirasıyla yanıyordu. Bir an, kütüphanecinin hızlanan kalp atışlarını duyacağını ve zihni ile gönlü arasındaki ikilemin alnına çizdiği kırışıklıkları göreceğini zannetti. “Ciltler!” deyiverdi. Sanki görüyormuş gibi elindeki ciltbentleri ocağın yanındaki şilteye bırakıp kapıyı içerden kilitlemek üzere emin adımlarla uzaklaşırken kütüphaneci, “O halde!” dedi, “Güneş şu pencereden içeriye giresiye kadar çalış, sultanın askerleri buraya el koymak için ancak o zaman gelebilirler.” Bunları söylerken eliyle kubbenin altındaki vitraylı pencerelerden birini işaret ediyor ve başını, sanki bastığı yerlere bakıyormuş gibi önünden ayırmıyordu. Mehmet Efendi’nin heyecan ve aceleyle kaytanlarını çözdüğü ilk deri ciltbent, at cambazlarının taşıdıkları çantalara benziyordu ve içinden bazı parşömenler çıkmıştı. Bunlar MjS. 70 yılında Kudüs yağmalanırken şehri terk etmek zorunda kalan ilk dönem Hıristiyan rahiplerinin büyük küpler içine koydukları tomarlara benziyorlardı ve Mehmet Efendi’nin bilmediği bir alfabe ile yazılmışlardı. “Herhalde” dedi içinden, “Bu kör kütüphaneci yanlış sandıktaki ciltleri alıp getirdi.


Yahut sırayı bir eksik saydı.” Tomarların hepsi aynı türdendi ve üzerlerinde İsa’yı çarmıhta ve Meryem’in kucağında gösteren tasvirler vardı. Mehmet Efendi tomarları cilde koyup ağzını bağlarken elinde tuttuğu deri parçalarında çölün tam orta yerinde yaşayan keşişlerin İbranî ve Aramî harflerle yazdıkları 100 kadar logia olduğunu bilseydi, büyük olasılıkla hayatının geri kalanında tıp veya şiirle değil de teolojiyle uğraşır, kutsal iki ırmak arasındaki antikiteleri çözmeyi denerdi. Hele Aziz Augustin’in Ostia’da satın aldığı balığın sarıldığı parşömeni elinde tuttuğunu ve üzerindeki cümlelerin de Aziz Thomas îndli’nden alınan gizemli ayetler olduğunu bilseydi… İkinci ciltbent istiflenmiş meşin kartuşlarla doluydu. Her kartuşun içinde çuvaldızla dikilmiş 20- 24 sayfalık risaleler ve bazı sayfalarında toprak boya ile çizilmiş çıplak kadın ve erkek tas-virleriyle insan anatomisine ilişkin çizimler, ilaç yapımında kullanılan ilkel damıtıcılar, taslar, sürahi ve potalar, dizi dizi ilaç tüpleri, çeşitli bitkilerin yapraklarından kesitler, kök lifleri, değişik kuş ve böcek çizimleri yer alıyordu. Evet, aradığı bilgilerden bazıları bunlardı; kütüphaneci bunları olsun yanlış getirmemişti. Üzerindeki ecnebi alfabelerin altına birileri tarafından Arap diliyle yazılan küçük açıklamaları okumaya başlayınca elindeki hazine daha da dikkatini çekmeye başlamıştı: “Potelamaus Soter’in iskenderiye Kütüphanesi bilginlerine çizdirdiği maraz-ı humma risalesi”, “tbn Sina’nın ana rahminde ceninin nasıl yaşadığına dair eş-Şifa risalesi”, “Serapium’da bitki köklerinden elde edilen şuruplar ve tedavi usulleri risalesi”, “Eflatûn-ı Uahî’nin ruh ve ölüm risalesi”… Bunlar tam bin yıl önce Roma başpiskoposu ile papaz ve rahiplerin, “Burada Tanrı’nin işine ortak olunuyor!” diyerek yaktırdıkları iskenderiye Kütüphanesi’nden kaçırılan kitaplar ile daha sonra islam bilimcilerinin hazırladıkları tıp ve felsefe yazmalarının fasikülleriydi. Son ciltbentte yalnızca iki kitap vardı. Bunlardan biri at ehlileştirme ve yetiştirmekten, çöl hayvanları ile develerin hastalıkları ve tedavilerinden bahsediyor; diğeri de Bağdat’ın tarihçesi ile Kırk Haramilerin ve ünlü kervan soygunlarının öykülerini anlatıyordu. Bunun sonunda Binbir Gece Masalları’ndan bir bölüm de yer almaktaydı ve hepsi o bölgelerde sıklıkla kullanılan Mısır çıkışlı firavun kâğıdına yazılmışlardı. Hilleli Mehmet Efendi isim isim hangi rafın kaçıncı bölmesinde ne tür kitapların bulunduğunu ezbere bilen bu âmâ kütüphaneciye aradığı kitaplardan bazılarının bunlar olmadığını, büyük olasılıkla yanlış rafa baktığını söyleyecekti ki, onun bu ciltbentleri sandıklardan binbir güçlükle çıkardığını ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa Kanun Koyucu’nun bostancı ağalarının kapıyı çalmalarının an meselesi olduğunu düşünerek fikrinden vazgeçti, ikinci ciltbendin tomarını yeniden açıp ileride yazmayı planladığı Sağlık ve Hastalık adlı Farsça eser için eski hekimlerin tedavi yöntemlerini araştırmaya, sayfalardaki anatomik insan tasvirlerini tek tek inceleyip kopya etmeye başladı. Her hareketinin kör kütüphaneci tarafından dinlenildiğini ve sayfayı biraz sert çevirecek olsa adamın kasden öksürdüğünü, bu tavırlarıyla görevini, gözlerini okuyucudan ayırmayan bir bekçiden daha fazla yaptığını düşünerek risalelerden birini koynuna koyup götürme düşüncesinden utandı. Çünkü elindeki kitap iskenderiye Kütüphanesi’nin en eski damgasını taşıyordu. Silindir biçimli seramiklere kazılıp kâğıt üzerinde yuvarlanarak basılan bu damgayı dikkatlice incelediğinde Roma devletini imparatorluğa dönüştüren Ceasar’ın, Yombe’yi takip ve mağlup ederek iskenderiye’ye vardığı sırada çıkan ayaklanmada Kleopatra’nın umarsız tavırları yüzünden yanan o ilk kütüphaneye ait olduğunu gördü. “Tisegor ve Tales nâm filozofların tartışmaları risalesi’ ha!.

Keşke bu alfabeyi okuyabiliyor olsaydım!.” Kitabın sayfalarını çevirirken “iyi de…” dedi kendi kendisine “…bu kitap, bilim tarihini yeniden başlamak zorunda bırakan o yangından nasıl kurtulmuş acaba?” ve cevabı bulmakta gecikmedi “Yangından sonra Marcus Antonius’un Bergama’dan getirttiği ikiyüz bin kitaptan biri olmalı!” Fuzulî Mehmet Bey elindeki kitabı nazenin bir sevgili gibi sevmeye başladı ve tarihi eskiten o uzun ve muhteşem zamanın tozlarını avuçlarının içinde yavaş yavaş, haz duyarak okşadı, kokladı, seyretti…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir