Jane Austen – Gurur ve Önyargı

Elinizde tam iki yüz yıllık bir büyü tutuyorsunuz. Bu kadar eski olduğu halde bugün hala bu kadar popüler olan başka bir roman bilmiyorum. Gurur ve Önyargı’dan daha önce ya da daha sonra yazılmış ve ondan besbelli daha sarsıcı ya da yenilikçi olan ya da başlıbaşına simge haline gelmiş başka büyük klasikler var elbette, mesela Mobydick, Tristram Shandy, Don Quixote, Robinson Crusoe, Madam Bovary, ama hiçbiri Gurur ve Önyargı’nın bugünün okurunun kalbinde edindiği yeri edinemedi. Bütün klasikler bir yana, Gurur ve Önyargı bir yana. Tuhaf, ama öyle. Tuhaflığı, biraz, bunun baştan beri zor açıklanır bir durum olmasından, biraz da romanın çok doğal bir biçimde hayatımızın bir parçası olmuş ve öyle kalmış olmasından geliyor. O kadar ki İngilizce konuşulan ülkelerde Jane Austen birçok okur için bizim Jane’dir, evden, aileden biridir. Zaten anlattığı da o evin, ailenin hayatından ya da o hayatın yakınından bir bölümdür. Jane Austen’ın roman tarihinin ilk büyük (ve sahici) kültü olduğunu en baştan söyleyebiliriz. İngiltere’de bugün çok ciddi bir Jane Austen turizmi var, acentalar, turlar, rehberler, hediyelik eşyalar filan. ‘O’ uzun süredir bir karakter olarak da önemli. Jane Austen’ın hayatı hakkında fazla bir bilgimiz yok. Hayatını evinde geçirdi; mektupları ve bir iki tanıklık dışında birinci elden pek az belge var. Arkasında cevabı olmayan çokça soru kalmış. Mesela hangi hastalıktan öldüğünü bilmiyoruz.


Addison’s Disease denen ve bugün yüz binde dört kişide görülen bir tür salgı bezi hastalığından öldüğü şeklinde bir tahmin var. Zaten çok genç ölmüş, 42 yaşında (1775-1817), ki devir yazarların genç ölmekle ünlü oldukları bir devir değil, Defoe’nun 71, Richardson’ın 72, daha sonra Eliot’ın 61 sene yaşadığını düşünürsek. Gözlerden uzak, bir kır evinde, evlenmeden, hatta besbelli aşkın tatlarını bile tanıyamadan geçirilen kapalı hayat, genç yaşta ölüm, o ölümün ardından kalan hanım hanımcık bir iki portre ve bütün muhtemel depresif görüntüsüne rağmen o hayattan çıkarılan mizah, zeka ve sevecenlik dolu romanlar –hem de tüm sadeliklerine rağmen, daha gösterişli birçok romandan daha uzun yaşayan, daha çok insanı etkileyen romanlar. Austen kült olmayı elbette hakediyordu. Bu kült olma hali üzerinde maksatlı olarak duruyorum. Çünkü bu aynı sebepten, Austen çatıkkaşlı edebiyat çevrelerinde sık sık kayıtsız kalınan, biraz hafife alınan, çokça da ihmal edilen, hesapta genç kızların sevgisine terkedilen bir yazar olmuştur. Bilhassa, kendileri hayatta bir şey ortaya koyamayıp da beğenmeme yoluyla itibar kazanmaya eğilimli ya da toplumsallık takıntılı eleştirmenler tarafından. Ama şunu söylemeliyim ve rahatça söyleyebilirim: bir yazarın değerini en iyi bir başka yazar anlar ve anlatır. Jane Austen için de böyle oldu. Austen yirminci yüzyılda akademik edebiyat dünyasında kendi gerçek eleştirmenlerini buluncaya kadar önemli tarihsel değerlendirmelerini hep meslekdaşlarından aldı: önce Trollope, ki az buz bir adam değildir, onun Shakespeare ayarında bir yazar olduğunu söyledi, sonra hem yazar hem de edebiyat düşünürü olarak Virginia Woolf ve E. M. Forster Austen’a hakkını teslim ettiler. Forster üslubunun inceliklerini örnek gösterdi; Woolf ise Austen’ın “tüm büyük yazarlar içinde büyüklüğü en zor yakalanacak yazar” olduğunu söyledi. Woolf’un tarifi Austen’la ilgili ‘anahtar’ gerçeği ifade etmesi bakımından hepsinden önemli: o da yukarıda sözünü ettiğim ‘büyü’. Austen sözkonusu olunca gerçeği büyü ile açıklamak zorunda kalıyoruz.

Bu büyü Austen’ı dayanılmaz ölçüde çekici, o ölçüde taklit edilemez yapan, aynı zamanda tarif edilmesini, sınıflandırılmasını da imkansız kılan ‘okuma tadı’dır ve Austen’ı bugün hala bir edebiyat esrarı olarak yaşatmaktadır. Bu esrar, “nasıl oluyor da edebiyatçılara da halka da aynı zevki veriyor?” sorusunda gizlidir. Austen’ın romanlarına şöyle bir baktığınız zaman, ortada sadelikten başka bir edebiyat süsü yoktur; yazarın hiçbir şekilde okuru etkilemeye çalıştığını hissetmezsiniz; anlatılan kişiler istisnai özellikleri ya da trajik kaderleri olan, enteresan işlere girişen, başka dünyadan gelmiş gibi konuşan kişiler değildir; olaylar aşk ve evlilik girişimleri, hayal kırıklıkları, kendini tanıma gibi, olay bile denemeyecek durumlardır –gelinir, gidilir, oturulur konuşulur, kadere boyun eğilir, beklenir vs. Ama roman elden bırakılamaz. Açıklaması gerçekten zor; açıklamak, herhalde Austen’ın üslubunun kendisi kadar incelikli bir çaba istiyor. Tabii, bu anlattığım sahnedeki en şanslı taraf, aynı zamanda en etkili taraf, okur. Okurun iyi olanı seçme ve yaşatma içgüdüsü olmasaydı, hangi edebiyatçı ne telkin ederse etsin, şişirsin ya da karalasın, Jane Austen iki yüz sene sonra hala burada olmazdı. Bu örnek, roman – okur ilişkisinin, arada hiçbir başka ihtiyaç olmadan, sadece ikisinin birbirini yaratma ve yaşatma ortaklığının harikulade bir örneği olması bakımından da önemli. Okur için bir şey ifade etmek: her romanın böyle bir mecburiyeti var. Gurur ve Önyargı okur için hayati şeyler ifade eden, zamanın üstesinden gelmiş, kalbin gücüne ve ölümsüzlüğüne ait az sayıdaki romandan biridir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Jane Austen’ın yirmi bir yaşındayken yazdığı Gurur ve Önyargı, nesillerdir özgün kalan, aşka ve değişen izlenimlere dair keyifli bir hikâye.

    Elizabeth Bennet, zengin ve bekâr Fitzwilliam Darcy ile ilk tanıştığında onu kendini beğenmiş ve kibirli bulur. Darcy de genç kadının güzelliğinden ve bağımsız tavrından etkilenmemiş gibidir; üstelik en yakın arkadaşının Elizabeth’in ablası ile evlenmesine de karşıdır. Balo salonlarından nehir kenarı pikniklerine, taşra evlerinden ihtişamlı malikânelere uzanan hikâyede izlenimler ve duygular beklenmedik şekillerde değişecektir. Austen’ın “biricik çocuğum” diye andığı Gurur ve Önyargı, toprak sahibi taşralı sınıfın yaşam biçimini, görgü kurallarını ve dedikodularını eşsiz bir mizah duygusu ile ele alıyor.

    “Bu genç hanım, sıradan insanların işlerini ve duygularını gördüğüm en harika biçimde tarif etme yeteneğine sahipti… Ne yazık olmuş, böyle yetenekli birinin böyle genç yaşta ölmesi!”
    SIR WALTER SCOTT