John Steinbeck – Alev

ALEV, yeni bir tarzda, roman-piyes tarzında üçüncü denemem oluyor. Bunu benden önce deneyen oldu mu, pek bilmiyorum. Bundan önce iki kitabım, FARELER VE İNSANLAR ile AY BATARKEN bu tarzdaydı. Bir bakıma buna yeni bir tarz demek yanlış olur. Daha ziyade birçok eski tarzların karışımı bir şey. Kolay okunabilecek bir kısa romandır bu. Bu şekli tercih edişimin sebepleri çeşitlidir. Ben şahsen piyes okurken zorluk çekerim; bu hususta benim düşüncemde olanlar hayli kabarık bir yekûn tutar. Basılmış piyesler daha çok tiyatro ile yakından ilgisi olanlar, tiyatro öğrencileri yada tiyatroya, düşkün sınırlı kişilerce okunur. Bu şekli tercih edişimin sebeplerinden biri o halde, alışılan nesir tarzında herkesçe okunabilecek bir piyes ortaya çıkarmaktır. Roman-piyes şeklinin ikinci sebebine gelince, bunun, okuyucuda olduğu kadar aktörler ve rejisör nazarında da piyesi zenginleştirmesidir. Piyeslerdeki “Kırk yaşlarında, iş adamı” gibi alelade tasvir ve tarifler yeteri kadar etki uyandırmaz. Böyle öz, kesin tariflerin karakterlerin yaratılmasını diyalogların kuvvetine ve aktörün sahne kabiliyetine bıraktığı ileri sürülebilir. Bundan başka böyle kısa tariflerin rejisör ve dekoratöre kendi sanat ve hayallerini en geniş ve verimli biçimde işletme imkânlarını verdiği de söylenebilir. Bütün bu iddialara karşı verilecek cevapları şöyle sıralayabiliriz.


Bir, yazarın düşünce ve tasavvurlarının tamamını öğrenmek tiyatro seyircisini olumsuz yolda etkilemez. İki, rejisörün, aktörün ve dekoratörün belli şeylere bağlanması da sözkonusu olmaz; hattâ her şeyin en ufak ayrıntılarına kadar açıklanması onlara yardım bile eder. Üç, piyesi görmeyen ve göremeyecek olanlar lehine bir yardım doğar. Genellikle nesir yazarlarının kendilerini tiyatro gerekleriyle mükellef tutmadıkları yada onlara uyamadıkları söylenir. Hareket ve olayları sahnenin üç duvarı arasına hapsetmeyi istemezler; kendilerini perde, tablo ve canlı diyaloglarla bağlamayı sevmezler. Alelade piyes bu şekilde bir hayli sınırlamaya tâbi görünüyor; gerçekten de öyledir. Karakterlerin düşünceleri üzerinde, bunlar bariz bir şekilde konuşmalar içinde belirtilmemişse, bir şey yapamazsınız. Yazar; herhangi bir şekilde, fizikî ve teknik bir hareketle sahnede o fikri uyandıracak bir şey yapmazsa, seyircide kendi kendine coğrafî yada tabiî bir değişiklik fikri uyanmaz. Olay derli toplu olmalı ve son perde inmeden kişilerden birinin başına muhakkak bir şey gelmelidir. Bütün bu ilkelerin alelade piyeslerde olduğu gibi roman-piyes tarzına da uygulanması gerekir, yalnız fazla olarak kısalık aranır. Madalyonun öte yanında tiyatronun her bakımdan dörtbaşı mamurluk ve uyulması gerekli ilkeleri ve fikri yada maddî bir müphemliği ifade etme imkânsızlığı vardır. Açık, sade ve kısa olmak zorundasınız. İsraftan, uzun tahlillerden, ana konudan ayrılıştan ve gösterişten kaçınacaksınız. Her iyi piyeste olduğu gibi, olay ve hareketler canlı, dinamik olmalı ve dramatik çözülüşler doğrudan doğruya kişilerin kendinde belirmelidir. Tekniğin zorluğu da ayrı bir mesele.

Piyes yazmada bütün tecrübesi maddî unsurları rejisöre yada dekoratöre bırakmak olan bir yazar, tasvirleri bir romancı ve hikayeci kadar başarı ile kullanmayı beceremez. Öte yanda romancı da tasvir ve tahlillerini diyaloglar içinde anlatmayı bilmediğinden, tiyatroda uyulması mecburî olan kuruluş ilkelerinden kaçmağa çalışır. Bir yazar hikâyesini yazmadan önce onu gözleri önünde görmeğe, yaşatmağa alışmamışsa, bu tarz çalışması hiç de verimli olmaz. Bütün bu zorluklarına karşılık roman-piyes şeklindeki çalışma hayli olumlu sonuç verir. Piyese daha geniş bir okunma fırsatı, romana uzun boylu değişiklik yapılmadan sahneye konma imkânı verir. Buna göre bu, gayet mantıkî bir tarzdır ve uzun boylu düşünülüp incelenmesi yerinde olur. Giyinme çadırının yeşil ot lekeleri, kahverengimsi su benekleri ve yol yol küf izleriyle asıl rengini kaybetmiş bez duvarlarından güneş pırıltıları geliyordu. Kara ve dövülmüş toprak zemin üzerinde yer yer saman serpintileri vardı. Bez duvarlardan birinin yanında çemberli ve köşeleri demirli, bir hayli kullanıldığı besbelli büyük bir sandık duruyordu. Kapağı yukarı kaldırılmış, içindeki ayna meydana çıkmıştı. Joe Saul, sandığın Önünde portatif bir iskemleye oturmuştu. Sadece terliklerini, bacağına iyice yapışan dar pantolonunu giymiş, beline kadar çıplaktı. Yüzünü boyalı pudra ile sararttıktan sonra gözlerini gelişigüzel siyaha boyadı. Orta yaşlı, çevik, tığ gibi bir adamdı Joe Saul. Yüz kasları iyice gerilmiş, boynundakiler parmak parmak dışarı fırlamıştı.

Kollarının altında maviş maviş damarları görünen derisi bembeyazdı. Kol kasları; yük kaldırmanın hasıl ettiği boğum boğumluluk yerine, hep asılmak ve sallamak yüzünden uzun uzundu. Elleri bembeyazdı, enli yassı parmaklarının altıyla avuçları demirden ve ipten nasırlaşmıştı. Joe Saul’un yüzü sert ve biraz çiçek bozuğuydu. Kenarları siyah kalemle iyice boyanmış iri gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Makyajını bitirdikten sonra sandıktaki bir kutudan bir şişe siyah saç boyası çıkarıp bir fırça ile bilhassa şakaklarında ağarmaya yüz tutmuş gür saçlarını boyamağa başladı. Sonra pudrayı, şişeleri, boyaları toplayarak düzenli bir şekilde tekrar sandığına yerleştirdi. Gömleğini giyip bez kemerini ince beline taktı. Kemerin altından belli belirsiz bir şişkinlik, bir göbek farkediliyordu. Sandalyesinde arkaya doğru dayanıp kollarını gerdi; alnındaki damarlar parmak parmak dışarı fırlamıştı. Dışarıda devam eden revünün gürültüsü, yapılacak numarayı haber veren çığırtkanın sesi, meddahın çığlıkları ve bandonun çaldığı valsin nağmeleri, gülen, konuşan kalabalığın uğultusuna karışarak giyinme odasına kadar yansıyordu. Daha yakında, bir aslanın kükreyişi, fillerin homurtusu, domuzların bağrışmaları, huysuz atların sabırsız kişnemeleri sirk trombonunun sesiyle birbirine karışıyordu. Joe Saul kollarını gerip ayaklarının ucuna doğru baktı. Dışarıdan kapıyı vurma yerine üç ıslık sesi gelmişti. “Gir!” dedi Joe Saul.

Kapı yerine geçen perdenin aralığından dostu Ed içeri süzüldü. Ed, iri yarı, uzun boylu, Joe Saul’dan daha şişman, herhalde ondan daha ağır bir adamdı. O da giyinmiş, makyajını yapmıştı. Boynunda, ayak ve kol bileklerinde kat kat kabarık yaka ve yenleri olan, üzeri kırmızı benekli bol beyaz soytarı tulumunu ve uzun sivri uçları kıvrılmış ayakkabılarını giymişti. Yüzü bembeyaz, kırmızı lâstikten burnu pırıl pırıl, siyaha boyanmış ağzı pek kederli ve gözkapakları siyahtı. Geniş alnına ters çevrilmiş V’lere benzer hayret ifade eden çizgiler çekmişti. Yüzüne şaşkınlığa benzer karışık bir ifade vermişti; kısacası yalnız gür siyah saçlariyle elleri kendine aitti. Kenarlarından parlak kırmızı saçlar sarkan kel başlığını ve takma ellerini henüz elinde tutuyordu. Joe Saul sandığın kapağını örterek oturması için yer hazırladı. Ed, parakasını ve ellerini sandığın üstüne bırakıp bir kenarına oturdu, o kocaman salapurya ayaklarını hafifçe ileri geri sallıyordu. “Mordeen nerede?” diye sordu. Joe Saul: “Mrs. Malloy’un çocuğuna bakmaya gitti.” diye cevap verdi. “Mrs.

Malloy, oğlu Tom’a para göndermek için postahaneye kadar gitmiş de.” Monoton bir sesle konuşuyordu. “Oğlu Tom, kolejde okuyor biliyorsun.” Joe Saul yerinde doğrulup vücudunu gerdi. “Dostum Ed, eminim ki Mrs. Malloy’un on dokuz yaşında, kolejde okuyan bir oğlu olduğunu ilk defa söylemiyorum. Daha önce de biliyordun bunu, değil mi Ed? Bunu hiç olmazsa yüz bin defa işitmedin mi?” Ed ağzını açtı; kıpkırmızı dili bembeyaz dişleri görünüyordu. “Kızma be, Joe Saul,” dedi. “Ne anasına, ne oğluna kız.” “Kızan kim?” Joe Saul arkaya abanmış, eliyle hafif hatif dizine vurmağa başlamıştı. “İyi, hoş bir kadıncağızdır,” diye devam etti. “Hem senin de koleje giden bir oğlun olsaydı, sen de takdirî ilâhiden bir şeyler hissederdin kafanın içinde. Ona kızmıyorum ki, hoşuma gidiyor. İyi, hoş kadıncağızdır.” “Bak işte gördün mü, şimdi de sinirleniyorsun.

” “Hayır.” Ed, arkadaşının dizinin üstünde sallanan eline baktı. “Bunu ilk defa yapıyorsun. Sinirlerinin bozulduğuna işaret.” Artık kendisi de ayağını sallamıyordu. Joe Saul sallanan eline baktı. “Elimi salladığımın farkında değildim,” diye söylendi. “Ama haklısın Ed, içimde bir sıkıntı, bir huzursuzluk var. Sanki derimin altına bir kurt girmiş gibi geliyor.” “Nihayet mesele aydınlanıyor Joe Saul. Bu, beni şaşırtmıyor, sadece niye bu kadar geç kaldı diye merak ediyorum. Çok geç kaldı, acaba niye böyle oldu dersin? Cathy öleli üç yıl oldu. Karını kaybettiğin zaman gayet makul, metin davrandın. O zaman sinirlerin böyle bozuk değildi. Sonra Kuzen Will düşüp öldü, o zaman da sinirli değildin.

Victor iyi oyun arkadaşı değil mi? Hani sen öyle demiştin de. Hem bunca nesildir bir Saul’un fileyi tutturamayışı ilk defa olmuyor ya!. Ne oldu sana Joe Saul? Nen var? Etrafındakileri de üzüyor, sıcak bir yaz akşamı gibi çevrene sıkıntı bulutları topluyorsun.” Joe Saul salladığı eline baktı bir süre, sonra sallantıya engel olmak için ellerini kavuşturdu. “Victor fena değil,” diye söylendi. “Belki Kuzen Will’den de iyi. Mesele alışkanlıkta. Kuzen Will’in her şeyini bilirdim; nefes alışını, damarlarının atışını, her şeyini bilirdim. O, benim kendi canım, kendi kanımdı. Biz ikimiz binlerce yılın meydana getirdiği varlıklardık. Oysa Victor için düşünmem, ne yapacağını hesaplamam lâzım. Kuzen Will ile benim sinirlerim birbirine bitişik gibiydi. Belki Victor’a da alışırım, ama ne de olsa yabancı. Kanı benim kanımdan değil. Atalarımdan bir parça taşımıyor.

Dışarıda oynak, hızlı bir uvertür çalan bandonun sesi duyuldu. “Mordeen de hazır mı, Joe Saul?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir