John Steinbeck – Cennetin Doğusu

Salinas Vadisi, Kuzey Kaliforniya’dadır. İki dağ sırası arasında kalan dar, uzun bir düzlüktür. Salinas Irmağı, işte bu düzlüğün ortasında, kıvrılıp bükülerek ta Monterey Körfezi’ne kadar uzanır, orada denize dökülür. Çocukluğumda, benden başka kimsenin bilmediği bazı çiçeklere ve otlara yakıştırdığım adları hâlâ hatırlıyorum. Kurbağalar nerede yaşarlar, yazın kuşlar ne zaman uyanırlar, ağaçlar ve mevsimler nasıl kokar, insanlar nasıl görünür, nasıl yürür, hatta nasıl kokarlar, onları bile hatırlıyorum. İnsanın koku belleği çok zengin oluyor. Vadinin doğusundaki Gabilan Dağları’nı da hatırlıyorum. Bunlar burcu burcu güneş ve güzellik tüten dağlardı ve insanı öyle bir çağırışları vardı ki, sevgili annenizin kucağına çıkmak ister gibi, onların o sımsıcak eteklerine tırmanmak için can atardınız. Üzerlerini kaplayan boz otlar tutkuyla el ederlerdi sanki. Santa Lucialar ise batıda, göğe doğru dimdik yükselir, vadiyi açık denizden ayırırlardı. Karanlık ve iç sıkıcıydılar. Tehlikeli ve düşmanca bir görünüşleri vardı. Kendimi bildim bileli, batıdan korkmuş, doğuya sevgi duymuşumdur. Bu duygu bana nereden gelmiş, nasıl yerleşmiştir bilemem ama, belki de sabahın Gabilanların doruklarından gelmesi, geceninse Santa Luciaların yamaçlarından yayılmasıdır bunun nedeni. Bu dağlara beslediğim duygularda, günün doğuşunun ve ölüşünün de payı vardır kesinlikle.


Vadinin iki yamacındaki tepelerin yarıklarından süzülen bir sürü küçük dere, aşağıda Salinas Irmağı’na karışırdı. Şiddetli yağmurların yağdığı kış mevsimlerinde bu derecikler sel gibi akarak ırmağı öyle kabartırlardı ki, yatağı silme dolar, coşar, taşardı. Bir felaket olurdu işte o zaman. Ekili toprakların çevrelerindeki çitleri yıkar, dönümlerce araziyi siler süpürür, samanlıkları, evleri önüne katarak, yuvarlaya döndüre götürürdü. İnekleri, domuzları, koyunları çamurlu kara sularında boğar, denize sürüklerdi. İlkbaharın sonlarına doğru, ırmak yatağına çekilince, kumlarla kaplı kıyılar yine ortaya çıkardı. Irmak, yazın, toprağın hemen yüzüne yapışmış gibi akardı. Dik ve yüksek yamaçların dibindeki, derin girdap çukurlarında birikmiş suların oluşturduğu birkaç gölcük kalırdı yalnız. Saz ve otlar yeniden biter, söğütler, tepelerindeki dallara takılı kalmış sel artıklarıyla yeniden doğrulurlardı. Salinas Irmağı, yılın ancak yarısında vardı. Yaz güneşini görünce, yeraltına saklanırdı. Öyle pek matah bir ırmak değildi ama, elimizdeki tek ırmaktı. Bu yüzden de, yazları ne kadar kuru, kışları da ne kadar taşkın olduğunu anlatarak övünürdük. Elinizde başka bir şey olmadı mı, neyiniz varsa onunla övünürsünüz işte. Hatta ne kadar az şeyiniz varsa, o kadar çok övünmek gereğini duyarsınız.

Salinas Vadisi’nin dağ sıraları arasındaki tabanı dümdüzdür. Çünkü bu vadi gerçekte, denizin yüz mil uzunluğundaki eski bir girintisinin dibidir. Moss Landing’deki ırmak ağzı yüzyıllar önce bu upuzun körfezin girişi imiş. Babam bir seferinde, vadinin elli mil aşağısında bir kuyu açmıştı. Delgi önce toprak, sonra çakıl çıkarmış, sonra da deniz kabukları, hatta beyaz balina kemiği parçaları dolu bembeyaz deniz kumu çıkarmıştı. Yirmi ayak derinliğindeki kumdan sonra yeniden kara toprak başlıyordu. Hatta o yürümeyen, dağılmayan kızılağaçlardan bir parça bile çıkmıştı. Vadi, deniz kaplamadan önce bir ormanla kaplı olmalıydı. Ve bütün bunlar, burada, tam bizim ayaklarımızın altında olup bitmişti. Bazı geceler, bana, hem denizi hem de kızılağaç ormanını ayaklarımın altında duyuyorum gibi gelirdi. Vadinin genişçe, düz yerlerinde toprağın üst tabakası oldukça bereketli ve derindi. Şöyle bolca yağan kış yagmurlarıyla her taraf ota çiçeğe keserdi hemen. Yağışların iyi gittiği yıllarda açan bahar çiçekleri inanılmayacak kadar güzel olurdu. Vadinin bütün tabanını ve dağların eteklerini gelinciklerle bakla çiçekleri örtüverirdi. Vaktiyle bir kadın bana, aralarına beyazlar da konursa, renkli çiçeklerin daha parlak görüneceklerini, renklerinin daha iyi belireceğini söylemişti.

Mavi bakla çiçeklerinin de taç yapraklarından her birinin kıyısında beyaz bir şerit vardır, işte bu yüzden bakla çiçeği tarlalarının ne kadar mavi olabileceğini, görmeden imkânı yok düşünemezsiniz. Bu çiçeklerin arasında, yer yer, Kaliforniya gelinciklerinden serpintiler de olurdu. Gelinciklerin alev alev yanan öyle bir renkleri vardı ki, hiçbir şeye benzemezdi, ne portakal rengine ne altın rengine. Yalnız saf altın erise de sonra kaymak bağlasa, işte bu kaymağın rengi gelinciklerin rengine benzeyebilirdi ancak. Mevsim sonuna doğru sarı hardallar biter, adam boyu uzarlardı. Büyükbabam vadiye ilk geldiğinde hardallar öyle yüksekmiş ki, at üstünde dolaşan bir adamın, çiçekler üzerinden yalnız başı görülebiliyormuş. Vadinin daha yukarılarında, çimenlerin üzeri, düğün çiçekleri, mineler ve ortası kara benekli sarı menekşelerle dolardı. Mevsim ilerledikçe, kırmızı ve sarı hint püskülleri dizi dizi açardı. Bunlar, güneşi bol açıklıkların çiçekleriydi. Diri meşelerin altında, gölgeli ve acı yeşilleriyle eğreltiotları fışkırır, mis gibi bir koku yayarlardı. Derelerin yosunlu yamaçları altında küme küme ılgınlar ve sarı mineler sarkardı. Sonra çan çiçekleri, küçük fener çiçekleri vardı. Bunlar öylesine beyaz, öylesine büyüleyici ve az bulunur çiçeklerdi ki, bir çocuk bunlardan bulduğu gün bayram ederdi, kendini seçilmiş sayar, büyük kıvanç duvardı. Haziranda otlar bozarmaya başlardı. Kahverenginden çok altına, safrana, kırmızıya çalan, anlatılmaz bir güzelliği olan renk kaplardı tepeleri.

Ondan sonra da, bir dahaki yağmurlara kadar toprak kurur, derelerin suyu kesilirdi. Toprağın yüzünde çatlaklar belirirdi. Salinas Irmağı kumların altına çekilirdi. Rüzgâr vadiden aşağı eser, tozu toprağı, samanı sapı havaya savurarak ve gittikçe şiddetlenip sertleşerek güneye doğru inerdi. Akşam oldu mu kesilirdi. Hırçın, yıpratıcı bir rüzgârdı, tozlar insanın derisine yapışır, gözlerini vakardı. Tarlalarda çalışanlar, tozdan korunmak için gözlerine gözlük takar, yüzlerine mendil bağlarlardı. Vadi toprağı zengin ve derindi ama, eteklerde ot köklerinden derin olmayan ince bir üst tabaka vardı. Toprak tabakası, tepelere doğru çıktıkça incelir, orasından burasından çakmak taşları fırlar, giderek, kızgın güneşi kör edercesine yansıtan sert, kuru bir çakıl tabakası olurdu. Yağışın bol olduğu, verimli yıllardan söz ettim hep. Ama kurak geçen yıllar da vardı ve bu yıllar vadiye bir felaket gibi çökerdi. Su durumu, otuz yıllık sürelerle hep aynı çemberi çizerdi. Bol yağışlı, son derece verimli beş-altı yıl, ardı ardınca elli-altmış santim yağmur düşer, bütün toprak yeşile keserdi. Ondan sonraki altı-yedi yıl orta karar geçer, otuz-kırk santim kadar yağmur düşerdi. Sonra kurak yıllar başlardı, on beş-yirmi santimi ancak bulurdu yağmur.

Toprak kurur, cılız otların boyu beş-on santim kadar ya uzar ya uzamazdı. Vadiyi kocaman çıplak alanlar kaplardı. O dipdiri meşeler büzülüp solar, adaçayları kurşuni bir renge bürünürdü. Toprak, çatır çatır çatlardı. Fışkınlar kurur, bitkin davarlar bulabildikleri kuru kökleri kemirmeye çalışırlardı. Çiftçilerle hayvan yetiştiriciler, Salinas Vadisi’ne öfkeyle bakarlardı. İnekler sıskalaşır, bazıları açlıktan ölürdü. Halk, ancak variller içinde içme suyu biriktirebilirdi. Bazı aileler, topraklarını yok pahasına satar giderlerdi. Kurak yıllarda, bolluk yılları unutulur; yağışlı yıllarda ise kurak yılların o kötü anıları silinir giderdi. Hiç şaşmazdı bu. Her seferinde böyle olurdu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir