Margaret Atwood – Ademden Önceki Yaşam

Nasıl yaşamalıyım, bilmiyorum. Herkes nasıl yaşamalı, bilmiyorum. Bütün bildiğim, nasıl yaşadığım. Kabuğu çıkarılmış bir salyangoz gibi yaşıyorum. Bu da para kazanmak için iyi bir yol değil. O kabuğu geri istiyorum, onu oluşturmam yeterince uzun zaman aldı zaten. Her neredeysen, o senin yanında, biliyorum. Sen kabuğu çıkarmakta ustaydın. Pullu bir elbise gibi bir kabuk istiyorum; gümüş paralardan, dolarlardan yapılmış olmalı. Bunlar bir armadillonun pulları gibi üst üste dikilmeli. Bir Fransız trençkotu gibi de su geçirmez olmalı. Keşke seni düşünmeden durabilsem. Beni etkilemek istedin. Ama etkilenmedim işte, tiksindim. Yaptığın iğrenç bir şeydi; çocukça, aptalca bir şey.


Bir kriz, bir oyuncak bebeği parçalamak gibi bir şey. Ne var ki, parçaladığın kendi kafandı, kendi bedenindi. Yatakta o bedenin yanımda olmadığını hissetmeden bir daha bir yandan öbür yana dönmeyeceğimden emin olmak, kesinkes emin olmak istedin. O bedenin orada olmadığını, ama kesilmiş bir bacak gibi, hâlâ dokunulabilir olduğunu bileyim istedin. Kesilip atılmış ama yeri hâlâ acıyor. Ağlamamı, yas tutmamı, elimde kara kenarlı bir mendille sallanan bir koltuğa oturmamı, gözlerimden yaş değil kan dökmemi istedin. Ama ben ağlamıyorum, öϐkeliyim yalnızca. O kadar öfkeliyim ki, bu işi zaten kendin yapmamış olsaydın, ben seni öldürebilirdim. Elizabeth sırtüstü yatıyor, elbisesi sırtında ama ütüsü bozulmamış. Ayakkabıları yatağın önündeki halının üzerine yan yana konmuş. Bu oval örgü halıyı dört yıl önce, ev döşemeye hâlâ meraklı olduğu yıllarda, Nick Knack’ten almıştı. Elizabeth’in kollan iki yanına açılmış, ayakları birbirine bitişik, gözleri açık. Tavanın yalnızca bir bölümünü görebiliyor, o kadar. Görme alanının içinde küçük bir çatlak var, bu çatlaktan daha küçük başka bir çatlak dallanmış. Hiçbir şey olmayacak, hiçbir şey açılmayacak, o çatlak genişleyip yarılmayacak, içinden hiçbir şey çıkmayacak.

O çatlağın tek anlamı var. Duvar boyanmak istiyor. Bu yıl değil, gelecek yıl. Elizabeth “gelecek yıl” sözleri üzerinde dikkatini toplamaya çalışıyor, ama yapamıyor. Solda bir ışık lekesi var. Başım çevirse, yarısına kadar kaldırılmış, örümcek gibi çiçekleri olan Çin tarzı bambu storlarıyla pencereyi görecek. Odžğle yemeğinden sonra oϐise telefon etti, orada olamayacağını söyledi. Bunu son zamanlarda çok sık yapmaya başladı, oysa o işe ihtiyacı var. Orada olamayacak, evet. Çünkü Hint işi baskı yatak örtüsünün üzerinde kıpırdamadan yatan bedeniyle, saç gibi çatlakları olan tavanın arasında bir yerde şu anda. Hint işi örtünün üzerinde kaplanlar, çiçekler var. Kendisi ise siyah balıkçı yaka bir kazak, düz siyah bir eteklik, leylak rengi bir kombinezon, önden açılıp kapanan bej bir sutyen ve plastik yumurtaların içinden çıkan türden bir külotlu çorap giymiş. Kendisini orada yatarken görebiliyor. Yoğunlaşmış hava gibi, albümin gibi bir şey. Hani yumurta haşlarken kabuk çatlayıp da içinden pırtlayan şey gibi.

Tavanın öte yanındaki boşluktan haberi var, kiracıların oturduğu üçüncü kat gibi değil burası. Uzaktan uzağa, minik bir gökgürültüsünü andıran sesler duyuluyor: Çocuğu orada, yerde bilyelerini yuvarlayarak oynuyor. Hava ancak duyulur, ıslık sesi gibi haϐif bir ses çıkararak siyah boşluğa doğru emiliyor. Elizabeth duman gibi yukarıya, o kara boşluğun içine çekilebileceğini düşünüyor. Parmaklarını oynatamıyor. Ikǚ i yanında duran ellerini, lastik eldivenleri düşünüyor. Bu el biçimi şeylerin içine kemikleri, etleri zorla tıkıştırmayı, her seferinde bir parmağı hamur gibi sokuşturmayı düşünüyor. Alışkanlık sonucu iki–üç santim aralık bıraktığı kapıdan yanmış balkabağı kokusu geliyor. Elizabeth bir hastanenin acil bölümünde tetikte duruyor sanki; çatırtılar, kırılma sesleri, çığlıklar duymayı bekliyor hâlâ. Hortlaklar Günü’ne daha iki gün var ama, çocukları balkabağından fenerlerini yakmışlar bile. Oysa hava bile kararmadı daha. Yalnız, Elizabeth’in yanı başındaki ışık lekesi haϐiften solmaya yüz tuttu. Çocuklar giyinip kuşanmayı, acayip kıyafetlere girmeyi, maskeler takmayı öyle seviyorlar ki. Sokaklarda ölü yaprakların arasında koşmaya, yabancıların kapılarını çalmaya, ellerindeki kesekâğıtlarını uzatarak bonbon dilenmeye bayılıyorlar. Eskiden böylesi bir coşku, o ateşli sevinç, odasının kapalı kapısının ardında haftalarca sürüp giden hazırlıklar Elizabeth’in içine dokunurdu.

Içǚ inde bir şey burulur, bir anahtar çevrilirdi sanki. Bu yıl çocuklar ona uzak davranıyorlar. Aralarında bir hastanenin bebek odasındaki gibi onları ayıran sessiz bir cam pano var sanki. Elizabeth sabahlığıyla panonun önünde durmuş, sırayla her ikisine de bakıyor, onların o pembecik dudaklarının açılıp kapandığını, yüzlerinin buruştuğunu görüyor. Elizabeth onları görebiliyor, onlar da onu görüyorlar. Bir şeyin yolunda gitmediğini biliyorlar. Terbiyeleri, kaçınışları dondurucu; çünkü bunu o kadar iyi becerebiliyorlar ki. Beni gözetliyorlar ne zamandır. Yıllardır bizi gözetliyorlar. Bunu nasıl yapmaları gerektiğini niçin bilmiyorlar? Her şey normalmiş gibi davranıyorlar, belki onlar için normal de. Biraz sonra akşam yemeği isteyecekler, ben de yemek yapacağım. Bu yataktan çıkıp onlara yemek hazırlayacağım, yarın onları okula uğurlayacağım, sonra da işime gideceğim. Böyle olması gerekiyor. Elizabeth eskiden yemek pişirirdi, hem de çok iyi pişirirdi. O zamanlar halılara da ilgi duyardı.

Hâlâ yemek pişiriyor, bir şeylerin kabuğunu soyuyor, başka bir şeyleri ısıtıyor. Kimisi sertleşiyor, kimisi yumuşuyor pişince. Işǚ böyle sürüp gidiyor. Ama yemek düşündüğü vakit Ağzının Tadını Bilenlerin Yemek Kitabı’ndaki o parlak renkleri, kırmızıları, turuncuları, yeşilleri görmüyor artık. Bunun yerine, kahvaltınızda ne kadar yağ var gibi yazıların bulunduğu dergilerdeki yiyecek resimleri gibi görüyor yiyecekleri. Odžlü yumurta akları, domuz pastırmasındaki beyaz yağ şeritleri, beyaz tereyağı. Donmuş domuz yağı kılıklı tavuklar, rostolar, biftekler. Işǚ te bütün yiyeceklerin tadı böyle gibi geliyor şimdi ona. Ama yiyor yine de, aşırı yiyor hem de, şişmanlayacağını bile bile. Haϐif bir kapı tıkırtısı, bir adım sesi duyuluyor. Elizabeth gözlerini indiriyor. Tuvalet masasının üzerindeki meşe çerçeveli oval aynadan kapının açıldığını, arkadaki koridorun karanlığını ve Nate’in solgun bir balona benzeyen haϐifçe eğik yüzünügörebiliyor. Nate odaya giriyor ve Elizabeth’in onu dışarda tutmak için eşiğe germeyi adet edindiği görünmez ipliği koparıyor. Elizabeth başını ona çevirmeyi başarıyor. Ona gülümsüyor.

Nate, “Nasılsın, sevgilim?” diyor. “Sana çay getirdim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir