Arnavut Beyinin ölüsünü, gocuğu çizmeleriyle, vurulduğu gibi, üstü kapalı bir yaylıya sırt üstü yatırmışlar, battaniyesiyle örtmüşlerdi. Yaylının ön perdesi yağan kara karşı inikti. Gerisinden bakılınca, ölünün gövdesinin biçimini alan battaniyenin kabarıklıkları görünüyordu. Yaylıya iki beygir koşulmuştu. Sağlam iki beygir daha yaylının gerisinde yedekteydi. Sürücü, sırtında çapraz vurulmuş mavzeri ile önde atların yanı sıra yürüyor, beyin çobanlarından iri yarı iki Gega (1), bütün silâhlarını kuşanmış, yedekteki beygirlerin gerisinden geliyorlardı. Onların ardında beyin kâhyası vardı. Yaylıya koşulu beygirlerin sağrıları yanısıra seğirten koç büyüklüğünde bir çoban köpeği, sürekli tehlikelerden kavgalardan çatık-kara kalan yüzüyle yasına yas katıyordu bu yürüyüş kolunun. Otlaktan çıktıkları sırada hava kuru soğuktu. Donmuş toprak yolda beygirler tırısla yol alıyorlar, bir dizi tıkırtılar gıcırtılarla sürükleyip götürüyorlardı arkalarındaki sallantılı yaylıyı. Sürücü öndeki yerindeydi. Çobanlar yedek beygirlere binmişlerdi, kâhya da atına. Bir saat sonra Malinka Dağı eteklerinde yol bayıra vurduğu sırada soğuk kırıldı. Çok geçmeden kar başladı. Yolculuklarının ikinci saati dolarken, kar, beygirlerin toynaklarını aştı, izledikleri dağ yolunu örttü, yükseldikçe yükseldikçe kalınlaştı. Sürücü öne düşerek beygirlerin başını çekmeye başladı. Çobanlar, geride, karda açılan toynak izlerine, tekerlek izlerine uydurdular adımlarını. Kâhya karı zor söken atını yedeğine aldı. Yıllardır gidip geldikleri yolu, iki yanındaki ağaçların, kayaların, kar yüklü çalıların arasından seçerek ilerliyorlardı. Köpek, sık sık öne geçiyor, yolun kokusunu alıncaya kadar karı eşeliyordu. Bey kuşluğa doğru vurulmuştu. Yaylıyı hazırlayıp yola çıktıklarında öğle olmamıştı henüz. Akşam inerken hâlâ akacakları dağın eteklerindeydiler. Gemici fenerlerinden birini arabanın ok başına astılar. Öbürünü geride tentenin çemberine. Perleşevitsiya köyüne girdiklerinde gecenin karanlığı indirmişti. Fenerlerden yayılan sallantılı ışığın birer kulaç ötesinde birbirine karışan karaltılar yığınıydılar artık. Karın, kararan ağaçların üstünde büyüyen gölgeleri biribiri üstüne yıkıla yıkıla yol alıyorlardı. Gerideki fenerin yaylının içine vuran ışığı, tentede iki yana çalkalanıp duruyor, battaniyenin üstünde yer değiştirdikçe ölünün baş, kol, ayak çıkıntılarını karınlıktan çıkarıyordu. Mavzerle vurulmuş kan kokusu salan bir ölüydü götürdükleri. Evine ulaştırıp karısına teslim etmenin ölüye karşı yerine getirilecek son borçları olduğu inancındaydılar. Kurtların saldırışıydı tek korkuları. Perleşevitsiya’da durdular. Yolları üstündeki ilk Arnavut köyüydü. Geceyi köyde, beylerini tanıyan bir Arnavutun avlusunda, yaylının yanında sabaha kadar gözlerini kırpmadan, ölüyü bekleyerek geçirdiler. Sabah gün doğarken yine yoldaydılar. İkinci gün yolculukları daha güç geçti. Kar beygirlerin dizlerini buluyordu. Sürücü ile iki çoban sık sık küreyerek yolu açtılar; hendeğe, çukura kayan tekerlekleri omuzlayıp kurtardılar. Dağı aştıklarında öğleyi bulmuştu. Kuzeyde göz alabildiğine uzayıp giden yaylalar karlar altındaydı. Çok uzaklarda Prespa, Ohri Gölleri, soluk mavi sularıyla göğün yere düşmüş birer parçası gibi yamanıyorlardı bu kar örtüsüne. Göllerin batısında, yine çok uzaklarda, karlar arasında bir avuç böcek gibi dağılmış pencere camlarının kapılarının kara kara lekeleri tek minaresiyle Bogradiç’i seçtiler. Yaz aylarında olsa beş altı saatlik bir yoldu çıktıkları. Dağı aştıktan sonra çok çok bir saatlik bir yol kalırdı Bogradiç’e. Oysa, karlar altında, böyle minaresi, evlerinin pencereleriyle gördükleri beylerinin bucağına varmaları, kısa kış gününde akşam karanlığını buldu. Yaylı konağın avlusunda durduğu zaman beyin bütün adamları, ellerinde fenerler, yanan çıralı odunlarla avludaydılar. Beyin halası, henüz kocaya varmamış iki kız kardeşi, yaşlı bir hizmetçi kadın, iki yanaşma ile küçük çocukları kucaklarında karıları, çocuklar, şaşkınlık içinde titreşiyorlardı yaylının sağında solunda. Ürkmüş geri çekilen bakışları, boşlukta aralık kalmış dudaklarıyla henüz dövünmekle, öfkelenip gürültü koparmak arasında kararsızdılar. Beyin karısı Dila Hanım yaylı avlunun ortasında durduktan sonra konaktan avluya çıkan kapıda göründü. Kalabalığın önüne geçti. Gözünden bir damla yaş akmadan karşıladı gelenleri. Adamlarına hiç bir şey sormadı. Kocasının ölüsünü konağa, odasına aldı. Yatağına yatırdı. Sabaha kadar başını bekledi. Ertesi gün, ölü toprağa verildikten sonra, Kâhyayı çağırttı, sordu. Onların bölgesinde kışlar sert geçer, bütün otlakları kar örterdi. Malinka Dağının güney etekleri ise açıklıktı. O yakada Goriçka, Sarıgöl kar tutmazdı. Her yıl ekim başında oralarda kiraladıkları kışlık otlaklara inerdi sürüleri, nisanda Bogradiç’e dönerdi. Aralık ortalamadaydılar. Sürüleri iki aydır Goriçka’daydı. Bir hafta önce çobanlarından bir haber geldi. Komşu otlak sahibi Rıza beyin adamları, bazı sınırlarda sürülerini geri çeviriyorlardı. Bey atına bindi. Yanında Kâhya ile gitti. O gidişin dönüşüydü bu. Goriçkada kiraladıkları otlakların sahibi yıllardır Manastıra yerleşmiş bir mirasyediydi. Her yıl eylülde beş on gün için Goriçka’ya gelir, kâhyasından mısır buğday harmanlarının, sürülerinin yün süt celep gelirlerinin, hesaplarını alır; başını sonunu doğru dürüst bilmediği, her geçen yıl daha da karıştırdığı otlaklarının büyük bir bölümünü kiraya verir; Manastır, Selanik, İstanbul arasında geçen savruk yaşamına para yetiştiremediği yıllar bir iki tarla satar; gecelerini ya komşu beyleri rakı içmeye çağırıp ya onlara rakı içmeye giderek geçirir, denk düşürürse adamlarının körpe kızlarından gelinlerinden birini 3 5 gün konağına kapatır, yaz sonunu da tatlıya bağlayarak Manastıra döner, kaybolurdu. Otlakların kira anlaşması, at gezintilerinde, çoklukla da çiftlikte, konağın önünde, sofranın kurulduğu asmanın altında rakı masası başında konuşulurdu. Manastırlı Bey, cebinin kaşındığı sırada, kolunu kaldırır, bazı tepeler, hendekler, dere yatakları, değirmenler gösterir, «işte bu gördüğün yerler» diye bağlardı sözünü. Eylülde, asmanın altında, kiraladığı otlakları böyle gösterdikten sonra dört yüz altınını almıştı Arnavut Beyinin. Daha o akşam ayrılmıştı Goriçka’dan. Arabayla Ekşisu istasyonuna gelirken Manastıra gideceğini söylüyordu, istasyonda daha önce gelen Selanik trenine bindi. Beklemenin can sıkıntısından kurtuldu. Tapu senet sepet aranmazdı o dönemde. Beyler at üstünde çiftlik alır satar, rakı masasında tarla bağışlarlardı. Sözleri sözdü, tabancaları bellerindeydi. Anlaşmazlıklarda verilen sözün hesabı tabancayla sorulurdu. Goriçkalı komşuları, arkasından, birlikte içilen rakıların, babalardan büyükbabalardan kalan anıların, derebeyler arasında kökleşmiş kapalı bir anlaşmanın hatırına, ellerinden geldiği kadar yoluna koymaya çalışırlardı Manastırlı Beyin bu gelişigüzel işlerini. Babadan dededen bey doğanlar için bir ölçüye kadar hoş karşılanacak, alışılmış, olağan savsaklamalardı bunlar. Ama adam uzakta yaşadıkça yıldan yıla malının sınırlarını unutuyor, aldığının sattığının hesabını karıştırıyordu. Bu yüzden her yıl komşularıyla kiracılarına bir yığın baş ağrısı bırakıyordu gerisinde. Dila Hanımın sorduğu şey tekti Kâhyaya. Sadece kocasını kimin vurduğunu bilmek istiyordu. Beyler görüşmüşler anlaşamamışlardı. Beyinin kiraladım dediği yere Rıza Bey benim demiş, Rıza Beyin benim dediği yeri Beyi kiraladım diye dayatmıştı. Bir gün sonra sürüleri o yere girince silâhlı çatışma çıkmıştı ikisinin adamları arasında. Çatışmaya mavzerleriyle beyler de katılmıştı. Bir çeyrek sonra Arnavut Beyi vurulunca ateş durmuştu. Beyi kimin vurduğu açıkça bilinmiyordu. Daha ölüyü yaylaya taşırlarken Rıza Beyin vurduğu söylenmeye başlandı. Düpedüz yakıştırmaydı bu. Beylerini vuranın bey olmasını uygun görmüşlerdi. Rıza Bey namlı atıcılardandı. Bir kez adı geçtikten sonra, gerçek suçluyu araştırmalarını önleyen bir direnme duygusuna kapıldılar. Beylerini Rıza Beyin vurduğuna inanıp, kabullendiler. Kâhya: — Rıza Bey, dedi. Dila Hanım on dört yaşında gelin olmuştu. Beyin yedi yıllık karısıydı. Çocuksuzdu henüz. Yalnız baş örtüsünün altından göründüğü kadarıyla, sayısız örgülerini ensesinde topladığı sarı saçlarının mayıs çayırlarını hatırlatan ışıltısı açığa vuruyordu gençliğini tazeliğini. Her zamanki pembeliği çekilen yanakları solmuş, bakışları kararmıştı. Çizgilerinde donakalmış acısıyla, ne zaman, kimin elinden çıktığı kestirilmesi olanaksız bir yontuç gibiydi yüzü. Gözleri çakmaklandı.
Necati Cumali – Dila Hanım
PDF Kitap İndir |