Orhan Pamuk – Kafamda Bir Tuhaflık

Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi. Mevlut, Asya’nın en batısında bir yerde, puslu bir göle uzaktan bakan yoksul bir Orta Anadolu köyünde 1957’de doğdu. On taşlarına bakıp dua etmiş, her şeyin yolunda gitmesi için Allah’a yalvarmıştı. Kendine bile itiraf edemiyordu ama Süleyman’a karşı bir güvensizlik duyuyordu. Ya Süleyman arabayla dediği yere, çeşme başına gelmezse, diye düşündü. Kafasını karıştıracağı için bu korkuyu kendine yasakladı. Mevlut’un üzerinde ta babasıyla yoğurt sattıkları ortaokul yıllarından kalma Beyoğlu’ndaki bir dükkândan aldığı yeni bir kumaş pantolon ve mavi bir gömlek, ayağında askere gitmeden önce Sümerbank’tan aldığı ayakkabılar vardı. Hava karardıktan az sonra Mevlut yıkık duvara yaklaştı. Kızların babası Boynueğri Abdurrahman’ın beyaz evinin arka penceresi karanlıktı. On dakika erken gelmişti. İçi içine sığmıyor, sürekli karanlık pencereye bakıyordu. Eski zamanlarda kız kaçırırken kan davası tuzağına düşürülüp vurulanlar ve gece karanlıkta koşarken yolunu şaşırıp yakalananlar geliyordu aklına. Kız son anda vazgeçip kaçmayınca rezil olanları da hatırlayıp sabırsızlıkla ayağa kalktı. Allah’ın kendisini koruyacağını söyledi kendine. Köpekler havladı.


Pencere bir an aydınlandı ve karardı. Mevlut’un kalbi hızla atmaya başladı. Eve doğru yürüdü. Ağaçların arasında bir kıpırtı işitti, kız fısıldar gibi adını seslendi: “Mev-lut!” Askerden yazdığı mektupları okumuş ve ona güvenen birinin şefkatli sesiydi bu. Mevlut yüzlerce mektubu tek tek aşkla, istekle yazışını, bütün varlığını o güzel kızı ikna etmeye adayışını, mutluluk hayallerini hatırladı. En sonunda kızı etkilemeyi başarmıştı işte. Hiçbir şey göremiyordu, ama sihirli gecede sese doğru uykuda gezer gibi yürüyordu. Karanlıkta birbirlerini buldular. Kendiliğinden el ele tutuşup koşmaya başladılar. Ama on adım sonra köpekler havlamaya başlayınca Mevlut şaşırıp yolunu kaybetti. İçgüdüleriyle ilerlemeye çalıştı, ama kafası karışmıştı. Gecenin içinde ağaçlar bir belirip bir kaybolan beton duvarlar gibiydiler, yanlarından tıpkı rüyalardaki gibi hiç çarpmadan geçiyorlardı. Keçiyolu bitince Mevlut daha önce planladığı gibi karşılarına çıkan yokuşa vurdu. Kayalar arasından kıvrıla kıvrıla yamaçlara çıkan dar yol, bulutlu kapkaranlık göğe çıkıyormuş gibi dikleşti. Yarım saate yakın tırmanıp yamacın tepesinde hiç durmadan el ele yürüdüler.

Gümüşdere’nin ışıkları, daha arkada kendi doğup büyüdüğü Cennetpınar gözüküyordu buradan. Peşlerine düşen olursa, onları kendi köyüne götürmemek için, hatta Süleyman’ın gizli bir planına karşı bir içgüdüyle Mevlut ters yöne yürümüştü. Köpekler hâlâ deli gibi havlıyorlardı. Mevlut köye artık yabancı olduğunu, hiçbir köpeğin onu tanımadığını anladı. Az sonra Gümüşdere köyü yönünden patlayan bir silahın sesi geldi. Kendilerini tuttular ve yürüyüş hızlarını değiştirmediler, ama bir an susan köpekler gene havlamaya başlayınca yamaçtan aşağıya koşmaya başladılar. Yüzlerine yapraklar, dallar sürünüyor, paçalarına dikenler takılıyordu. Mevlut karanlıkta göremiyor, her an bir kayaya takılıp düşeceklerini sanıyordu, ama olmuyordu bu. Köpeklerden korkuyordu, ama Allah’ın kendisini ve Rayiha’yı koruduğunu ve İstanbul’da çok mutlu bir hayatları olacağını anlamıştı. Akşehir yoluna nefes nefese ulaştıklarında, Mevlut geç kalmadıklarından emindi. Süleyman da kamyonetiyle gelirse artık kimse Rayiha’yı elinden alamazdı. Mevlut her mektuba başlarken kızın güzel yüzünü, unutulmaz gözlerini düşünür, güzel adını, Rayiha, diye sayfanın başına coşkuyla, özenle yazardı. Bunları hatırlayınca sevinçten yerinde duramadığı için adımları hızlanıyordu. Şimdi karanlıkta, kaçırdığı kızı hiç göremiyordu. Hiç olmazsa ona dokunmak, öpmek istedi ama Rayiha taşıdığı bohçayla hafifçe karşı koydu.

Mevlut bundan hoşlandı. Bütün hayatını geçireceği kişiye evlenmeden önce dokunmamaya kararlıydı. El ele yürüyerek Sarp Deresi’ni aşan küçük köprüyü geçtiler. Rayiha’nın eli kuş gibi hafif ve narindi. Uğultulu dereden kekik ve defne kokan serin bir hava geliyordu. Gece mor bir ışıkla aydınlandı; sonra gök gürüldedi. Mevlut uzun tren yolculuğundan önce yağmura yakalanmaktan korktu, ama adımlarını hızlandırmadı. On dakika sonra, öksürüklü çeşmenin yanında Süleyman’ın kullandığı kamyonetin arka ışıklarını uzaktan gördüler. Mevlut mutluluktan boğulacak gibi oldu. Süleyman’dan kuşkulandığı için kendini suçladı. Yağmur da başlamıştı. Sevinçle koştular, ama ikisi de yorgundu ve Ford kamyonetin ışıkları sandıklarından da uzaktaydı. Kamyonete varıncaya kadar sağanak yağmurda iyice ıslandılar. Rayiha bohçasıyla kamyonun karanlık arka kısmına geçti. Mevlut ile Süleyman bunu daha önceden planlamışlardı: Hem Rayiha’nın kaçtığı anlaşılır da jandarma yollarda arama yapar diye, hem de Rayiha Süleyman’ı görüp tanımasın diye.

Öne otururlarken, “Süleyman, bu dostluğunu, bu kardeşliğini hayatım boyunca unutmayacağım!” dedi Mevlut. Kendini tutamayıp amcaoğluna bütün gücüyle sarıldı. Süleyman’ın aynı coşkuyu gösterememesini, güvensizliğiyle onun kalbini kırmış olmasına bağladı. “Bu yardımımı kimseye söylemeyeceğine yemin et,” dedi Süleyman. Mevlut yemin etti. “Kız arka kapıyı kapayamadı,” dedi Süleyman. Mevlut çıkıp karanlıkta kamyonetin arkasına yürüdü. Aracın kasasını genç kızın üzerine kaparken bir şimşek çaktı, bütün gökyüzü, dağlar, kayalıklar, ağaçlar, her yer bir an uzak hatıralar gibi aydınlandı. Mevlut birlikte bütün bir ömür geçireceği karısının yüzünü ilk defa yakından gördü. Hayatı boyunca bu ânı, bu tuhaflık duygusunu çok sık hatırlayacaktı. Kamyonet hareket ettikten sonra Süleyman “Al şunu kurulan,” diyerek torpido gözünden çıkardığı bir bez parçasını Mevlut’a uzattı. Mevlut bezi kokladı, pis olmadığına karar verince kamyonetin kasasına açılan delikten uzanıp arkadaki kıza verdi. Çok sonra “Sen kurulanmadın,” dedi Süleyman. “Başka bez de yok.” Yağmur aracın tavanında bir tıpırtı çıkarıyor, silecekler tuhaf bir inleme sesiyle çalışıyordu, ama Mevlut derin bir sessizliğin içine doğru ilerlediklerini biliyordu.

Arabanın soluk turuncumsu ışıklarının aydınlattığı ormanda yoğun bir karanlık vardı. Kurtların, çakalların, ayıların gece yarısından sonra yeraltı ruhlarıyla buluştuklarını çok işitmiş, efsanevi yaratıkların, şeytanların gölgeleriyle geceleri İstanbul sokaklarında Mevlut çok karşılaşmıştı. Sivri kuyruklu cinlerin, iri ayaklı devlerin, boynuzlu tepegözlerin yolunu şaşıran şaşkınları ve çaresiz günahkârları kapıp indirdikleri yeraltı âleminin karanlığıydı bu. “Ağzını bıçak açmıyor,” diye takıldı Süleyman Mevlut’a. Mevlut, içine girmekte olduğu tuhaf sessizliğin yıllarca süreceğini anlamıştı. Hayatın kendisine kurduğu tuzağa nasıl girdiğini çıkarmaya çalıştıkça “Köpekler havladığı, karanlıkta yolumu şaşırdığım için böyle oldu” gibi bir mantık kuruyor, bu mantığın yanlış olduğunu çok iyi bilmesine rağmen bir teselli olduğu için istemeden inanıyordu. “Yaramaz bir durum mu var?” dedi Süleyman. “Yok.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir